15–16 Haziran İşçi Direnişi Hala Yol Gösteriyor

Bizim açımızdan diğer devrimci güçler bir yana, özellikle 3. Kongre çizgisi esasına bağlı olarak muhasebesini yapamamız gereken şey, sınıf çalışması ve perspektifiyle ne haldeyiz? Bu muhasebeden çıkacak sonuçlar, önümüzü açmanın anahtarı olacaktır. ”Kentlerde işçi sınıfı içinde çaklışmak esas” ilkesinden asla geri adım atmadan, Kaypakkaya yoldaşın 15-16 Haziran’dan çıkardığı dersler perspektifiyle ana, güne ve geleceğe müdahale etmek zorunluluktur. Bunlar başarılabilindiği oranda komünist kimliğe ve sınıfın önderliğine layık olunur.

HABER MERKEZİ(16.06.2015)-15–16 Haziran işçi direnişi, gerek öncesinden başlayan işçi eylemlerinin birikimi üzerinden gerçekleşmiş olması, gerekse sınıf mücadelesi açısından ortaya çıkardığı dersler açısından Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli, en öğretici eylemlerinden birisidir. Bu önemli işçi direnişini farklı yapan, dönemin sendika yönetimlerine rağmen, işçilerin mücadeleci kimliklerini cesaretle açığa çıkarması ve birleşen işçilerin kendi güçlerinin farkına vardıkları zaman neler yapabileceklerinin açık bir şekilde görülmüş olmasıdır. Bu özellikleri nedeniyle 15–16 Haziran işçi direnişi, aradan geçen 45 yıla rağmen hatırlanan, bugünkü genç işçi kuşağı ve sendikacılar için de nasıl bir sendikacılık gibi mesajlar içeren zengin bir deneyim olarak önemini korumaktadır.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1960 sonrası, işçi sınıfı mücadelesinin, dönemin ekonomik-siyasal gelişmelerinin de etkisiyle canlandığı, işçi, köylü ve öğrenci gençlik mücadelesinin hızla yükseltmeye başladığı bir dönem olarak yaşanmıştır. Bu dönem, tek tek işyerlerinde yürütülen mücadeleler sonucu giderek bilinç düzeyi yükselen yeni ve mücadeleci bir işçi kitlesinin ortaya çıkmasını, işçi eylemlerinin artmasını ve yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. 1960’lı yılların başlarına kadar örgütsel ve siyasal olarak sermaye güçlerinin ve onun uzantısı olan sendika bürokrasisinin denetiminde olan işçi sınıfı, sermayeden ve onun egemen ideolojisinden kopuşması yolundaki en ciddi adımlarını, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren atmaya başlamıştır.

24 Temmuz 1963 tarihinde çıkarılan 274 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu sonrasında işçilerin örgütlenmesinde ciddi bir canlanma yaşanmıştır. 274 Sayılı Sendikalar Yasası, sendikalara işyeri esasına göre örgütlenme kolaylığı getirdiğinden, bir işyerindeki işçileri örgütleyen tek bir sendika bile, işletme ve işkolu barajı olmadığından, o işyerinde yetkili sendika olarak toplusözleşme yapabilmiştir. Bu durumun en belirgin sonucu sendika sayısının hızla artması olmuştur. Kimi işyerlerinde patronlar kendilerine bağlı sarı sendikalar kurdururken, çok sayıda işyerinde işçilerin çıkarları doğrultusunda hareket eden mücadeleci sendikalar kurulmaya başlanmıştır.

1967 yılında Türk-İş’in benimsediği sendikacılık anlayışını eleştirerek DİSK’in kuruluşunu ilan etmesinin ardından, işçi sendika hareketinde o döneme kadar görülmemiş bir hareketlilik yaşanmıştır. Türk-İş’in “partiler üstü” ve sınıf işbirlikçi politikasına karşı olduğunu ilan eden DİSK, o dönemde işçi sınıfının mücadeleci kesimlerini kendisine çekebilmiştir. DİSK’in özel sektör ağırlıklı olarak örgütlenmesi ve işçilerin her işyerinde örgütlenebilmek için yoğun mücadeleler içine girmesi, o dönemde DİSK’in örgütlü olduğu işyerlerinin büyük bölümünde mücadeleci işçilerin ve işyeri temsilcilerinin öne çıkmasını sağlamıştır.

1967–1971 dönemi, Türkiye işçi sınıfının ülke çapında tüm işkollarını kapsayacak şekilde gerçekleştirdiği yaygın ve kitlesel eylemlerle dolu bir dönemdir. Bu dönemde gerçekleşen eylemler, gerek katılan işçi sayısı, gerekse eylemlerin biçimi ve niteliği açısından farklı özellikler göstermiştir. İşçilerin işyerinde, evinde, mahallesinde, kısacası tüm ekonomik-sosyal-kültürel yaşamında ortaya çıkan ilişkilerden beslenen ve bu ilişkileri biçimlendiren dönemin işçi eylemleri, işçi sınıfı mücadelesi açısından önemli ve zengin deneyimler ortaya çıkarmıştır.

1967’de işyeri eylemleri ile başlayan işçilerin sendikalaşma mücadelesinin, 1968’den itibaren biçim değiştirmeye başladığı görülür. 1968’de başlayan ve 1971’e kadar devam eden bu dönemin en belirgin ve ayırt edici özelliği, işçi eylemlerinin en sert ve öğretici pratiklerinden birisi de fabrika işgallerinin yaygın bir şekilde yaşanmış olmasıdır.

FABRİKA İŞGALLERİNE VE DİRENİŞE GİDEN YOLDA İLK ADIMLAR

15–16 Haziran direnişinin altyapısını hazırlayan dönemin grev, yürüyüş ve işyeri işgal eylemlerinin temel dayanağı, orta ve büyük ölçekli fabrikalarda çalışan ileri, mücadeleci işçilerin kararlılığı ve azmi olmuştur. O dönemde DİSK’e bağlı sendikaların, işyerlerini ve işyeri çalışmasını temel alan örgütlenme politikalarını benimsemiş olması, mücadeleden yana işçilerin yüzünü DİSK’e bağlı sendikalara çevirmesini güçlü zeminler sunmuştur. Bu gelişme, egemenlerin yedegindeki Türk-İş’ten yığınlar halinde istifaları da beraberinde getirmiştir.

İşyerleri temelli olarak gerçekleştirilen sendikal örgütleme çalışmaları, özellikle o dönemde köyden kente yeni göç etmiş olan genç işçilerin bilinçlenmesi ve sınıf çıkarlarının farkına varmasını sağlamıştır. O dönemde DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş ve Lastik-İş sendikaları tarafından yapılan işçi eğitimleri, işçilerin mücadeleci yönünün öne çıkmasında ve örgütsüz işçilerin kitleler halinde örgütlenerek sendikalara katılmasında etkili olmuştur.

15–16 Haziran direnişine giden yolda gerçekleşen ilk önemli fabrika işgali 1968 yılında DİSK’te örgütlenmek isteyen 1200 işçi tarafından Derby fabrikasında gerçekleştirilmiştir. Bu işgal sonrasında anayasal haklarına sahip çıkan işçiler arasında işyeri işgalleri bir anda en çok başvurulan bir eylem biçimi haline gelmiştir. 1968–1971 yılları arasında büyüklü küçüklü otuzdan fazla fabrika işgali yaşanmıştır. Derby işgalinin ardından Kavel Kablo Fabrikası (1968), Singer Fabrikası (1969), Türk Demir Döküm Fabrikası (1969), Alpagut Linyit İşletmeleri (1969), Sungurlar Fabrikası (1970), Gunterm Kazan Fabrikası (1970), Gislaved Fabrikası (1971) vb. gibi çok sayıda fabrikada bazıları birkaç saat, bazıları üç ay süren işgaller yaşanmıştır.

Fabrika işgal eylemleri, işçiler açısından pek çok yönden eğitici ve öğretici deneyimler ortaya çıkarmıştır. Özellikle uzun süren fabrika işgallerinde işçiler fabrikayı kendileri yönetmiş, işgal boyunca fabrikanın üretim ve kazancını devam ettirerek, işçilerin fabrikayı nasıl yönettiğini gösteren özgün yönetim deneyimleri ortaya çıkarmıştır. Örneğin 1969 yılında Çorum’da, DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş’in örgütlü olduğu Alpagut Linyit Madeni İşletmesi, sendika karşı çıkmasına rağmen, ücretlerinin yaklaşık 2,5 ay ödenmemesi üzerine 800’e yakın maden işçisi, fabrikayı işgal ederek direnişe geçmiştir. İşgalle birlikte fabrikadaki üretim işçiler tarafından yeniden düzenlenmiş ve ilk olarak, işletmedeki tüm işçilerin yer aldığı bir “İşçi Genel Kurulu” oluşturulmuş, ardından üretimi yönetecek bir ‘İşçi Konseyi’ seçilmiştir. O zamana kadar patronun yönetimi altında zarar eden fabrika, işçilerin yönetimi altına girdikten kısa bir süre sonra kâr etmeye başlamıştır. Başlarda işgale karşı çıkan sendika yönetimi, işçilerle yaptığı toplantı sonunda direnişe katılmıştır. İşgal boyunca işçi aileleri ve Çorum halkı dışarıdan işçileri yoğun şekilde desteklediği görülmüştür. Fabrikanın kâr etmeye başlamasından kısa bir süre sonra işgal, jandarma baskını ile sonlandırılmıştır. Alpagut Linyit Madeni işgali, bu eylemleriyle patronlar olmadan da üretebileceklerini, ürettiklerini eşitçe paylaşabileceklerini, işçilerin fabrika yönetim işini patronlardan çok daha başarılı yapabileceklerini gösteren öğretici bir deneyim olmuştur.

15–16 HAZİRAN’IN PATLAMA NEDENİ VE SÜRECİ

Fabrika işgallerinin yaygınlaşıp sınıfın etkin bir mücadele tarzına dönüşmesi egemenlerin tüm kesimlerini/kliklerini korkutmaya başlamıştı. Bu gelişmenin önünü bir an önce kesmek için o dönem 1970 yılında iktidarda olan Adalet Partisi (AP) eli ve CHP destekli ortaklaşarak, 274 Sayılı Sendikalar Kanununda değişiklik yapamaya soyundu. Yasa değişikliği ile sendikaların kurulması aşamasında aynı işkolundaki sigortalı işçilerin üçte birinin üyeliği yanı sıra, federasyonların kurulmasında aynı işkolunda kurulmuş en az iki sendikanın kararı ve o işkolundaki sigortalı işçilerin en az üçte birinin üyeliği şartı getirilmiştir. Yasada ayrıca, sendika kuracak işçilerin o işkolunda en az üç yıl fiilen çalışmış olması şartı getirilmiştir. Yasa değişikliği, iktidardaki Adalet Partisi ve muhalefet partisi CHP’nin oylarıyla meclisten geçirilmiştir.

Gelişen sınıf hareketini boğmak ve giderek güçlenen sendikal örgütlenmelerini tamamen etkisiz hale getirmek için yapılan bu değişikliğe, işçilerin tepkisi çok sert olmuştur. Mecliste kabul edilen yasanın Seneto tarafından da kabul edilmesi sonucu, 15 Haziran 1970’de İstanbul ve Kocaeli merkezli olarak yapılan kitlesel yürüyüş ve eylemlerle yapılan düzenleme işçiler tarafından protesto edilir. Protesto amaçlı başlayan eylemler diğer alanlarıda kapsayıp kitleselleştikçe, yasanın geri çekilmesi talep etmeye başlar. Eylemler sadece DİSK üyesi işçilerle sınırlı kalmaz, Türk-İş’e bağlı sendikaların ve bağımsız sendikaların örgütlü bulunduğu çok sayıda fabrikadan işçilerde, 15–16 Haziran’da tepkilerini göstermek için sınıf kardeşlerini yalnız bırakmayarak alanlara çıktı.

15 Haziran 1970 günü yapılan gösterilere katılan işyerleri, çoğunluğu devrimci işçilerin örgütlü olduğu fabrikalar ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler olur. İlk gün İstanbul ve İzmit yoğunluklu olarak 115 işyerinden 80 bin civarında işçi eylemlere katılır. Çok sayıda fabrikada üretim durdurularak işçiler alanlara akar. İstanbul ve Kocaeli’nde yürüyüşler devam ederken Ankara ve İzmir’de de kitlesel oturma eylemleri ve işyeri işgalleri başlar, çok sayıda işçi fiilen üretimi durdurarak çalışmaz. Direnişi yönetmek amacıyla kurulan “Anayasal Direniş Komiteleri” ile eylemlerin yönetilmeye ve kontrol edilmeye çalışılır. Ancak birçok yerde işçilerin kendiliğinden gelişen tepkileri eylemlerin hızla büyümesini ve yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir.

DİSK yönetiminden bağımsız olarak başlayan bu eylemler DİSK yönetimindeki reformist-parlamantaristleri de rahatsız ve tedirgin etmeye başlar. Kendilerinden bağımsız gelişen eylemleri kontrol altına almaya ve yasal sınırlar içine çekmeye çalışırlar. Ancak harekete geçen ve yeni katılımlarla büyüyen hareketi dizginlemeye, o andan sonra gücü yetmez. Direniş ertesi güne daha da yaygınlaşarak büyür.

Türk-İş’e bağlı sendikalara ve bağımsız sendikalara üye olan çok sayıda işçi eylemlere aktif olarak katılmıştır. 168 fabrikadan ve 100 bini aşkın işçiyle devam eden direniş nedeniyle İstanbul’da, Gebze’de ve İzmit’teki fabrikalarda üretim büyük ölçüde durmuştur. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenlemiş, İstanbul valiliği kuşatılmış, işçiler panzerlerin ve silahlı askerlerin üzerine yürüyerek sendikal haklarına sahip çıktıklarını göstermişlerdir. Eylemler sırasında Mutlu Akü işçisi Yaşar Yıldırım, Vinleks işçisi Mustafa Bayram, Cevizli Tekel işçisi Mehmet Gıdak, Gıslavet işçisi Hüseyin Çapkan ve Aliağa Rafinerisinden Necmettin Giritlioğlu adlarındaki işçiler katledilirler. Direniş, 16 Haziran akşamı direnişlerin yaşandığı illerde sıkıyönetim ilan edilmesiyle durdurulabilmiştir.

15–16 Haziran olayları sonrasında, yüzlerce fabrikadan eylemlere katıldığı tespit edilen işçiler işten atılmış, direnişin içinde aktif olarak yer alan işçiler ve sendikacılar uzun süre yargılanmışlardır. Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) başvurusuyla yasa değişikliğini iptal eden kararı ile kapanmaktan kurtulan DİSK, 1967–1971 döneminde izlediği işçi inisiyatifine dayanan, mücadeleci sendikal çizgiyi sonraki yıllarda aynı ölçüde sürdürememiştir.

Eylemlere katılan işçi sayısı, özellikle 15–16 Haziran direnişi sırasında başka sendikalardan ve sendikasız işçilerden katılımların boyutu, işgalleri de içeren eylem biçimlerinin hızla yaygınlaşması, işçilerin o zamana kadar biriken öfkesi ve enerjisinin, dönemin sendikal örgütlülüğünü aşan bir içerikte ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. 15–16 Haziran eylemlerinin, DİSK yönetiminin böylesi bir kararı olmamasına rağmen gerçekleşmiş olması, hatta dönemin DİSK yönetiminin bu iki gün içinde yaşananlarla herhangi bir ilgisi olmadığını yetkili makamlara bildirmesi, 15–16 Haziran direnişinin büyük ölçüde işçilerin ve mücadeleci sendikacıların etkisiyle gerçekleştiğinin en önemli kanıtıdır.

DİRENİŞTEN ÇIKARILAN SONUÇLARI
15–16 Haziran işçi direnişi, 1960’lara kadar komprador burjuvazinin egemenliği altında tutulan ve yönlendirilen işçi sınıfının ilk kez yasal sınırları aşan, meşruluğunu kendi özgücü ve haklılığında bulan bir sınıfın kendisine olan güveni ifade eden önemli bir deneyim olarak Türkiye işçi sınıfı tarihindeki yerini almıştır. İşçi sınıfı kendi birleşik örgütlülüğüne ve özgücüne dayanıp, her türlü yasal ya da fiili engeli kitlesel eylemliliği ile aşacak bir mücadeleci sınıf çizgisini kendisine kılavuz edinmedikçe, kazanımları korumanın ve yeni kazanım elde etmenin mümkün olmadığı, bu tarihi direnişten çıkarılan/çıkarılması gereken en önemli derslerden birisidir.

15–16 Haziran direnişinde ve direniş öncesinde gerçekleşen eylemlerin temelini, işçilerin örgütlenme haklarına sahip çıkması ve sendika seçme özgürlüğünü cesaretle savunması oluşturmuştur. Bu dönemde gerçekleşen işçi eylemleri, işverenle onların çıkarları doğrultusunda uzlaşmayarak, işçi sınıfının çıkarlarını gerçekten savunan ve mücadeleciliği ile işçilerin güvenini kazanan sendikal örgütlenme haklarına bilinci daha köklü hale gelmiştir.

Komünist önder İbrahim Kaypakkaya, bu direnişin içinde bizzat yerini almış ve en isabetli sonuçları çıkaran olmuştur. Çıkardığı sonuçlar şunlardır:

”işçisınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesi 15-16 Haziran’da doruğuna ulaştı. İşçiler bütün burjuva ve küçük-burjuva revizyonist kliklerini tepeleyip geçtiler. 15-16 Haziran büyük işçi direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların bilincinde önemli bir sıçrama yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.

İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Aybar-Aren oportünizmine ve bütün pasifist parlamantarist görüşlere ağır bir darbe indirdi.

İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine büyük bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hakim sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçidirenişi tanklarla, süngülerle,sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bütün bunlar M.Belli’nin, D. Avcıoğlu’n’un ve H. kıvılcmlı’nın cuntacı hayallerinin ve anti-Marksisit-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin saçmalığını ortaya çıkardı.

Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi.Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.

Dördüncüsü, 15-16 Haziran direnişinin bastırılması, devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği taktirde bastırılmaya mahkum olduğunu gösterdi. PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi.

Beşincisi, 15-16 Haziran’dan sonra gelen ve üç ay süren sıkıyönetim, en zor şartlarda dahi mücadeleye devam etmenin ancak gerçekten devrimci bir örgütlenmeyle, kanun dışı bir temel atarak ve çalışmaları bu temel üzerine inşaa ederek mümkün olabilecegini gösterdi. Legaliteye bel bağlamanın, revizyonist örgütlenmenin, şiddetlenen sınıf mücadelesi şartlarında halkımıza zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını gösterdi.

Altıncısı, 15-16 Haziran Direnişi, ülkemizde devrimin objektif şartlarının ne kadar olgunlaştığının somut bir delili oldu.” (sf:273-74-75)

komünist önder Kaypakkaya’nn bu tespitleri, aradan kırkbeş yıl geçmesine karşın halen güncelliğini korumakta ve sınıfın öncülerine klavuz olma işlevini sürdürmektedir. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğüyle sindirilip geriletilen sınıf hareketi, Zonguldak büyük madenci direnişiyle üzerindeki ölü toprağını atarak yeniden sahnedeki yerini alı. Ancak devrimci güçlerin sınıfa ve sınıf örgütlülüklerine dair uzun erimli politikasızlığı, zayıflığı ve basiretsizliklerinden dolayı bu direnişin kazanımları korunamadı ve daha ileriye sıçramanın manivelası haline getirilemedi. Günümüzde de hem komünist öncünün ve hem de diğer devrimci güçlerin bu zaafiyetlerini aştıkları ne yazı ki, söylenemez. Bütün faaliyetinin eksenine sınıf çalışmasını koyan ve en işçici geçinen, sendikal örgütlenmeler içinde belirli oranda güç olan hareketler dahi sözkonusu zaafiyetlerden uzak değiller.

Bizim açımızdan diğer devrimci güçler bir yana, özellikle 3. Kongre çizgisi esasına bağlı olarak muhasebesini yapamamız gereken şey, sınıf çalışması ve perspektifiyle ne haldeyiz? Bu muhasebeden çıkacak sonuçlar, önümüzü açmanın anahtarı olacaktır. ”Kentlerde işçi sınıfı içinde çaklışmak esas” ilkesinden asla geri adım atmadan, Kaypakkaya yoldaşın 15-16 Haziran’dan çıkardığı dersler perspektifiyle ana, güne ve geleceğe müdahale etmek zorunluluktur. Bunlar başarılabilindiği oranda komünist kimliğe ve sınıfın önderliğine layık olunur.

 

Önceki İçerikYazı İşleri Müdürümüz serbest bırakıldı
Sonraki İçerik6. Trans Onur Haftası başladı