Bir devlet düşünün, varlığını sürdürebilmenin biricik yolunun, tüm ezilenler, farklı ulus ve milliyetler, farklı inançlar üzerinde baskı, katliam ve soykırımlar olsun. Bir devlet düşünün, iktidarını koruyabilme ve sürdürebilmenin tek çaresi olarak inkar ve imha politikalarına dayansın. Bunlar kesinlikle bir abartı değil, faşist Türk devletinin tarihine hiç taraf olmadan, tarafsız bir gözle bakıldığında bu gerçeklerle yüz yüze gelinir.

Yakın tarihte, 1915- 16 yıllarındaki Ermeni Soykırımı ile başlayan ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bugüne kadar aralıksız devam eden Kürt ulusuna yönelik inkar ve imha politikalarına kim gözlerini kapatabilir. Kim; Ağrı, Zilan, Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, Roboski ve saymakla bitiremeyeceğimiz on binlerce Kürdün katledildiği katliamları görmezlikten gelebilir. “Kürt diye bir şey yok, herkes Türk’tür” inkarını kim yok sayabilir. Rumlara ve gayri Müslümlere yönelik katliamları kim inkar edebilir. Alevilere yönelik yürütülen katliamları, Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u Malatya’yı, Gazi’yi, Dersim’i hatırlamamak mümkün mü? Yok olmakla yüz yüze getirilen Ezidiler, Keldaniler vb. azınlıkların hangi birini sayalım. Ezilenlere ve işçi sınıfına yönelik 1 Mayıslar, 15-16 Haziranlar, Ankara, Suruç, hapishaneler katliamları; Kadın cinayetleri, devrimci ve komünistlerin katledilmeleri saymakla bitecek gibi değil.

Demek ki faşist TC’nin tarihi gerçek anlamda katliamlar ve utanç tarihidir denildiğinde, ne yanlış bir tespitte bulunmuş olunur, ne de bir haksızlıktan söz edilebilinir. Esir aldığı, hapishanelerde zincire vurduğu tutsaklara bile tahammülü olmayan, on binlerce asker, polis ve diğer militarist güçlerle; tankla, topla, otomatik silahlarla, daha da ötesi yakıcı gazlarla esirleri imha etmekte tereddüt etmeyen cani ve vahşi bir devletten söz ediyoruz. “Haksızlık”, bütün bu olup bitenlerin yanında lüks kalabilecek bir sözcüktür.

Yıl 2000, aylardan Aralık, Aralık’ın 19’u, Faşist TC. Tarihi boyunca hapishanelere yönelik en kapsamlı katliam saldırısının tarihidir bu tarih. Sözde “Hayata Dönüş”, ama aslında hayatları karartmaya yönelik olarak planlanan bu katliam saldırısında, 8 jandarma komando taburu, 37 bölük olmak üzere 8 bin 335 asker, binlerce gardiyan ve çevik kuvvet polisi, jandarma özel komutanlığına bağlı yüzlerce kontrgerilla birliği kullanıldı. Kapalı alanlarda kullanılması yasak olan gaz bombalarından yangın bombalarına, iş makinalarından Skorsky helikopterlerine kadar 20 hapishaneye eş zamanlı başlatılan saldırıda 32 devrimci tutsak hayatını kaybetti. Yüzlerce tutsak yaralandı ve sakat kaldı. İki asker kendi arkadaşlarının kurşunlarıyla canlarından oldu.

Kapitalist sistemin olmazsa olmazı olan yapısal krizlerinin şiddeti arttığında, egemen sınıfları, kitlelerin isyan etme korkusu sarar. 19 Aralık öncesi de faşist Türk devleti büyük bir ekonomik kriz içindeydi. Kitlelerin isyan korkusu bacayı sarmıştı. Bu durumda, her dönem de olduğu gibi hakim sınıflar için ilk hedef kitleler ve onların örgütlü yapılarıydı. Bu bağlamda, hapishaneler devrimcilerin, demokratların, komünistlerin mutlaka yollarının düştüğü ve düşmanla göğüs göğse çarpıştıkları mücadele alanlarıdır. Doğal olarak hakim sınıfların da ilk saldırı alanlarından biri durumundadır hapishaneler. Çünkü içerdeki direnişin kırılmasının, dışarıyı önemli ölçüde etkileyeceğini düşünürler.

Dönemin başbakanı Bülent Ecevit şu sözleriyle bu gerçeği en açık bir biçimde ifade ediyordu. “Sokağın kontrol altına alınması için, cezaevlerinin kontrol altına alınması gerekir.” Katliamdan hemen kısa bir süre sonra bu ifadelerle baklayı ağzından çıkartan Ecevit, bir başka gerçeği daha ifade ediyordu. Kamuoyuna yönelik yaptığı açıklamanın özeti şöyleydi. “İçinde bulunulan ekonomik krize emperyalistlerin çare olarak sundukları neo liberal ekonomik düzenlemelerin uygulanabilmesi için bu operasyonlar gerekliydi”. Çünkü sunulan “çare” düzenlemeleri, iğneden ipliğe her şeye zam, maaşların dondurulması, özelleştirmelerin hızla sürdürülmesi, sosyal hakların kısıtlanması, grevlerin bir biçimde yasaklanması gibi geniş halk yığınları aleyhine yapılmak istenen düzenlemelerdi. Kitlelerin bu haksız uygulamaları kabul etmeyecekleri, bunlara karşı bir isyan dalgasının kopacağı da bilinen bir durumdu. O yüzden, kendi sınıf çıkarları için bu operasyonlar gerekliydi. Yani, ezenlerle, ezilenler arasındaki kavganın o gün ki özgün koşullarda sahaya yansıyış biçimiydi. Bir tarafta katliamları da içeren halka dönük kapsamlı bir saldırı, diğer tarafta haklı ve onurlu bir direniş.

19-22 Aralık katliamı ve direniş, sınıf mücadelesinin kendi yasaları içinde ele alınmak durumundadır

19-22 Aralık hapishaneler katliamının değerlendirilmesi bu çerçevede yapılmak durumundadır. Sadece hakim sınıfların hapishanelere yönelik lokal saldırısı ve buna karşılık siyasi tutsakların lokal direnişi olarak ele alınamaz. Bu saldırı ve direniş, sınıf mücadelesinin kendi yasaları içinde ele alınmak durumundadır. Bu genel çerçevenin içinde, her eylemde, her direnişte olduğu gibi mutlaka özgün yanlar da olur. 19-22 Aralık katliamının özgün yanlarından biri ve en önemlisi koğuş sistemi yerine, tutsakların F tipi hücrelere konularak tecrit edilmek istenmeleridir. Bu tecrit politikası, katliamlar sonucu objektif olarak gerçekleştirilmiş olsa da hakim sınıflar açısından genel bir başarıdan söz etmek mümkün değildir. Çünkü direniş, o günden bugüne içerde ve dışarda çeşitli biçimlerde devam ediyor ve hücreler parçalanana dek devam edecektir. Hakim sınıfların, siyasi tutsakları teslim alma hevesleri kursaklarında kaldı. Çünkü, izolasyona tabi tutulan, tabutluklara konulan tutsaklar teslimiyeti, biat etmeyi değil, direnmeyi ve her koşul altında kavga etmeyi seçtiler. Ve bu kavga, özgür yarınlar yaratana dek hiç durmadan inişli, çıkışlı yollardan geçerek devam edecektir.

Yolsuzluğun, hırsızlığın, adaletsizliğin ‘’TC’’ tarihi boyunca bu denli aleni, bu denli aymazca yapıldığına tarih tanık olmamıştır. Askeri faşist cuntalara bile rahmet okutulacak bir süreçten geçiliyor. İşsizliğin, yoksulluğun inanılmaz boyutlara vardığı, bütün yeraltı-yer üstü zenginlik kaynaklarının talan edildiği, faşist devletin kasasının bile tam takır olduğu bu süreçte, AKP ve ortağı MHP’nin iktidar koltuğu da sallanmaya başladı. Koltuk sallandıkça, burjuva muhalefette dahil, mevcut iktidar karşıtı tüm kesimlere karşı tehditler, provokasyonlar artarak devam ediyor. Bunlar faşist devlet şiddetinin, cinayetlerin hatta toplu katliamların ön provaları olarak algılanmalıdır. Yıllardır hapishaneleri keyfi olarak tıka basa dolduran Türk- İslam sentezli faşist iktidarın faşist baskılarından hapishaneler de hiç kuşkusuz paylarına düşeni alıyorlar/ alacaklar. Boyun eğdiremedikleri siyasi tutsaklara yönelik baskıların yasakların ve keyfi uygulamaların haddi hesabı yok. Aynı zamanda hapishaneler sömürünün en katmerli bir şekilde yapıldığı alanlar durumuna getirdiler. Hapishanelerdeki adli mahkumlar ayda 160 ile 200 TL ücret karşılığı acımasızca çalıştırılmaktadırlar.

Mahkumlar, tekstil eşyalarından tutun, açık ceza evlerinde tarıma dayalı pek çok alanda üretim yapmaktadırlar. Üretilen bu ürünler tutsaklara fahiş fiyatlarla satılmaktadır. Daha da önemlisi satın almaya mecbur tutulmaktadırlar. Çünkü, aynı ürünleri dışarıdan almaları veya ailelerinin getirmeleri yasaklanmış durumda. Bu, bir yandan tutsakları ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya bırakırken, bir yandan da hem çalışan mahkumların hem de bu ürünleri satın almak zorunda bıraktırılan tutsakların üzerinde inanılmaz bir sömürü ağı oluşturuyor. Sadece bu değil, kullandıkları su ve elektrik, hapishane tarafından çıkartılan günlük yemekler de tutsaklara parayla satılıyor. Bu anlatılanların bir propaganda olmadığını, devrimci bir tutsağın yazdığı bir mektubun bir bölümünü kamuoyuyla paylaşmakta yarar var. Devrimci tutsakların hangi koşullarda yaşamlarını idame ettirmeye çalıştıkları ve her şeye rağmen devrime ve halka karşı duydukları görev ve sorumlulukları bilinciyle hareket ettikleri daha kolay anlaşılacaktır.

“…Şu anda Bolu F tipinde yaklaşık 40’a yakın ağırlaştırılmış muhabbetli siyasi tutsak bulunmakta. Telefon hakkımız 15 günde birdir. (Normal tutsaklar her hafta) Ziyarete gelen görüşçülerden sadece kardeşlerimiz, anne ve babamızla görüşebiliyoruz. Ve onlarla da teker teker. Bu yüzden görüş saatimiz parçalanıyor. Spor faaliyetimiz yok. Başka tutsaklarla temas etme, sohbet etme hakkımız yok. Her açıdan katı bir tecrit yaşıyoruz. Tek iletişim aracımız mektuplardır. Maalesef geçen hafta itibarıyla posta ücretlerine yine zam geldi. Pullu mektuplar 4 TL, fax 8 TL, TM 12 TL, APS 20 TL, Pullu mektuplar her nedense sahiplerine ulaşmıyor. Fakslara çok az kelime sığıyor, TM ya da APS ile iletişim kurmak cidden büyük sorun, (ekonomik zorluklardan, biz.) Ailelerimize, resmî kurumlara ve zindanlardaki diğer yoldaşlara ayda bir adet name yazarsak nasıl geçineceğiz. Çoğu kişi bilmez, hücrelerimizin elektrik ücretlerini biz ödüyoruz. Bir elektrikli semaverde çay içebilmek için en az 60 TL ödüyoruz. Kalem, kâğıt, kitap, gazete, kahvaltılık, meyve, sebze, sabun, deterjan, şeker, tuz, çay, permatik, zarf vb. Çay ve şeker çok pahalı, Çamaşırları elde yıkıyoruz. Bir kutu peynir (500 gr) 15,50 TL. Zeytin 23 TL,” Kısacası ihtiyaçlar ve bunlar için gerekli olan zorunlu para miktarı sıralanıp gidiyor. Üstelik her şey kısıtlanarak ve birçok şeyden de mahrum kalarak. Sonuçta ayda bir kişi için ayda 500 TL’lik ihtiyaç gideri çıkartılıyor. Bunun içinde giysi ve “lüks” sayılabilecek gıda ürünleri yok.

Mektubu okumaya devam edelim.

“Cezaevlerinde geçim bir yana, birde ticari yanına dokunmak isterim. Tutsaklar sadece fikirlerinden dolayı içeriye alınmakla yetinilmiyor. Adeta bir maddi gelir olarak ta ele alınıyor. Tutsakların hesabında bulunan tüm paralar resmi olarak bankalardan faiz olarak işletiliyor. Bu faiz “döner sermaye” adı altında cezaevinde tarafımıza bildirilmeyen ve gizli tutulan işlerde kullanılıyor. Ayrıca bilmediğiniz bir konuyu paylaşayım. Havludan iç çamaşıra, çamaşır suyundan peynirine, zeytininden baharatına kadar kantinde satılan malzeme ve gıdaların %90’ına yakını adli mahkumlar tarafından zindanlarda üretilmiş eşyalardan oluşmaktadır. Adli mahkumlar aylık 160- 190 TL arası ücretle çalışıp üretiyor, bu üretilen eşyalar bize satılıyor.

Bize öğlen ve akşam olmak üzere verilen 2 öğün yemeğin ücretsiz olduğunu sanıyor herkes. Bu öyle değildir. İAŞE bedeli vardır. Bu İAŞE bedeli (her ay verilen yemeklerin ücreti) her ay faturalandırılıp isteniyor. Parası olan ödüyor, olmayanın ise eğer dışarıda adına kayıtlı ev, araba, arsa vb. Varsa el konuluyor.”

Mektup bilinen bir dizi sorunları da dillendirerek devam ediyor. Biz bu mektuptan bazı satır başlarını aktarma ihtiyacını neden duyduk. Birçok çevre, insan hapishanelerdeki genel baskılar ve hak gaspları (iletişim, ziyaret, havalandırma, gazete- dergi yasakları, tecrit, keyfi hücre cezaları, keyfi infaz yakmalar, sevkler sırasındaki zorluklar, keyfi aramalar, kıyafet yasakları vs. vb.) noktasında genel bir bilgiye sahipken, hapishanelerin bu yanları hakkında ya bilgi sahibi değiller ya da sınırlı bir bilgiye sahipler. Hapishaneler sorunu ve devrimci tutsaklarla dayanışma politikalarımızı sıralanan bütün bu olgular ve somut gerçekler üzerinde oluşturmak durumundayız.

Hapishanelerdeki siyasi tutsaklar tam 111 maddelik doğrudan doğruya insan yaşamıyla ilgili yasaklarla karşı karşıyalar

Yasaklar ve keyfi uygulamalardan söz etmişken yaşanmakta olan şu gerçeklerin altını da bir kez daha çizmekte fayda var. Bütün burjuva yasalarında “özgürlük ve güvenlik hakkı insanın en temel vazgeçilmez haklarından biridir” diye ifade edilir. Ancak biz biliriz ki bu, bir aldatmacadan öte başka bir şey değildir. Her türlü ekonomik, demokratik, sosyal, siyasal ve akademik haklar, hakim sınıfların sınıf çıkarlarına göre belirlenir.

İçinde bulunduğumuz şu süreçte, hapishanelerde ki duruma baktığımızda şu gerçeklerle karşı karşıya geliriz. Her şeyden önce hapishaneler, ek bir cezalandırma yöntemi veya kurumları olarak kullanılmaktadır. Yani mahkemelerin verdiği adil olmayan haksız hukuksuz cezalar yeterli görülmeyerek, bir de tutsakların cezalarının bitiminden sonra, dışarıya çıkıp çıkmamayı “hak” edip etmediklerine hapishanelerde oluşturulan kurullar karar vermektedirler. Bu kurullar keyfi olarak tutukluyu belli bir süre daha içeride tutma yetkisine sahipler. Hapishanelerdeki siyasi tutsaklar tam 111 maddelik doğrudan doğruya insan yaşamıyla ilgili yasaklarla karşı karşıyalar. Tümünü olmasa da bazılarını kamuoyuyla paylaşmakta fayda var.

Örneğin; elektrikler kesildi ki bu sık sık olan bir durum. Mum, gaz, el lambası vb. Her türlü aydınlatma aracı yasak. Bireyin entelektüel bilgisini geliştirmeye yönelik ihtiyaç duyduğu kitap (sınırlı ve canlarının istediğini alıyorlar), dergi, gazete, daktilo, bilgisayar, internet yasak. Dolma kalem, uhu, her türlü yapıştırıcı, delgeç, kitaplık, arşiv oluşturma, yemek pişirmek ve her türlü ısınma aleti ve araçlar yasak. Metal çatal yasak. Duvarlara resim, elbise, takvim vb. asmak yasak. Tıraş makinesi, kaset çalar, telefon yasak. Türkü ve sol içerikli marşlar söylemek, slogan atmak, sayım esnasında yatakta olmak, birden fazla çay bardağı, çakmak vs. bulundurmak yasak. Daha da ileri gidilerek, tutsakların birbirleriyle yardımlaşmaları, dayanışma içinde bulunmaları da yasak. Bütün bunların yanı sıra, yaşam ihlalleri, işkence ve işkence sonucu meydana gelen ölümler, yapılan baskılar sonucu yaşanılan intiharlar, sağlık sorunu, ölüme terk edilen hasta tutsaklar, nakil sorunu, tutsak yakınları ve avukatlarıyla yaşanılan görüş ve ziyaret sorunları. En doğal hakları olan savunmalarını yapma ortamının ve koşullarının olmaması sorunları.

Hücre sistemi denilen F tiplerinin sirkülasyonu 3 ana koridordan sağlanan ve 5 bloktan oluşan tecrit hapishaneleridir. Bu tecrit zindanlarında 57 adet 1 ve 2, 103 adet üçer kişilik hücreler bulunmaktadır. Toplam 368 kişi kapasiteli bu tip yani F tipi hapishanelerin sayısı 14 kadardır. Ancak bunlar da yeterli bulunmamış olacak ki okul yerine, fabrika yerine yeni yeni hapishaneler inşa etmekle övünüyor Faşist Türk iktidarı.

Önceki İçerikGülseren Yoleri: Tecridin Topyekün Kaldırılması İçin Mücadele Sadece Zorunlu Değil Aynı Zamanda Acil!
Sonraki İçerikMKP dava tutsakları: Katliamların hesabını sormak kitlelerin devrimci eylemiyle gerçekleşecektir!