ABD ile “TC”nin YPG konusundaki farklı çıkışları ve bölge siyaseti

Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve sosyalist güçlerin, askeri ve diplomatik anlamdaki hamleleri, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin politik yönelimini parçalayan düzlemde olmalıdır. Halkların ve ezilen mazlum ulusların barışı, bölgenin tümüne sosyalist demokrasinin gelmesidir. Ezilen halklar ve mazlum uluslar, hep birlikte bunun mücadelesini vermelidirler. Emperyalist gerici egemenliklerin, bölgesel gerici diktatörlüklerin aralarındaki muhtemel çatışkılara ve sarsıntılara “umut” bağlamak, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşının ana dinamiği değildir

HABER MERKEZİ (07-03-2016) Gazetemizin 117. sayısında “ABD ile “TC”nin YPG konusundaki farklı çıkışları ve emperyalist bölge siyaseti” başlıklı analiz yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Suriye ve Ortadoğu’da, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin stratejik planları, karşılıklı çatışmalar ekseninde, emperyalist hegemonya sürecini örgütlemeye devam ediyor. ABD-AB ve Rusya merkezli emperyalist bloklar, bir yandan tarihsel bağları olan stratejik “müttefiklerini” korumaya çalışırken, bir yandan da sürecin konjonktürel ihtiyaçlarına göre “yeni” müttefik güçler yaratmaya çalışmaktadırlar. Bu durum hem emperyalist blokların kendi içinde “müttefik” olarak duran gerici güçler arasında, hem de karşılıklı blok güç olarak duran gericilikler arasında var olan çatışma ve dalaşa, güncel olarak farklı boyutlar vermektedir. Rojava Kürdistanı ve mevcut önderliği PYD-YPG konusunda, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasında başlayan ‘teröristtir’, ‘terörist değildir’ tartışması da, kastettiğimiz sürece, dönemsel olarak nitelik veren emperyalist egemenlik siyasetin arayışlarıdır.

Kuşkusuz PYD-YPG’nin, tarihsel ve güncel olarak meşruluğu, Kürt ulusunun haklı davasını iradeleştiren ilerici duruşu, emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin tasarrufunda değildir. Zaten, emperyalistler ve bölgesel gerici güçler açısından sorun bu değildir. Ortadoğu ve Suriye’de, stratejik emperyalist çıkarlarını, bölgesel gerici ittifak güçleri üzerinden icra etmeye çalışan her emperyalist blok, mazlum Kürt ulusunun ulusal haklarını kayıtsız şartsız kabul etmekten öte, bölgesel stratejik çıkarlarına göre ele almayı esas almaktadır. Mevcutta, Rojava Kürdistanı’nın önderliği PYD-YPG’nin, “terörist” olup olmadığı ikilemindeki tartışmada, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin bu stratejik çıkarlarına “uyumu” ekseninde ele alınan bir tartışmadır.

Ve bu konuda, Rusya ile ABD arasında güncel olarak başlayan rekabet, özellikle Rojava Kürtlerini, doğrudan kendisine müttefik kılmak için başlattıkları bir rekabetidir. “Kürt’lerin hakkını en ileri düzeyde ben tanırım” üzerinde şekillenen bu rekabet, Kürt toplumsal dinamiği üzerinde oynanan gerici oyun açısından “yeni” bir tarihsel perdedir. ABD emperyalist gericiliğinin, Kuzey Kürdistan sahası merkezli Kürt ulusal mücadelesinin önderliği PKK’yi “terörist” olarak nitelerken, PYD’yi “terörist” olarak görmediğini deklare etmesi, yaşanan rekabet kadar, oynanan oyunun komedisini de ortaya koymaktadır. Öte yandan, emperyalist gerici güçlerin karşılıklı hamleleriyle gelişen süreçte, Rusya, PYD konusunda ABD karşısında suskun kalamazdı. PYD’ye Moskova’da siyasal temsilciliğin açılmasına izin verilmesi, ABD ve “TC”ye karşı Rojava Kürtlerini yanına çekme maksatlıdır. ABD’nin, hava bombardımanı ve askeri teknik donanımla “yardım” ettiği Rojava Kürtlerini kendisine çekmeyi planlayan Rusya, bu adımla hem ABD’nin Kürt kozu konusunda elini zayıflatmakta, hem de Türk hâkim gericiliği ve Türk hâkim gericiliğinin üzerinden siyasetini biçimlendirdiği bölgesel cihadist örgütlenmelerin konumlanışını zayıflatmaktadır. Bu durum askeri, politik ve psikolojik düzeyde, özellikle Türk hâkim gericiliği üzerinde köklü bir baskıya dönüşmektedir. Rusya’nın Suriye özgülünde askeri varlığı üzerine şekillenen stratejik hamle üstünlüğü, gerici cihadist “muhalifler” ve Türk, Suudi Arabistan, Katar gerici egemenliği üzerinde bir baskıya dönüşürken, ABD-AB, Rusya ve bölgesel gericilikler arasındaki dalaş ve ittifak arayışları, PYD-YPG önderliğindeki Rojava Kürtlerinin hareket sahası genişletmektedir. PYD-YPG’nin Rojava Kürdistanı’nın kantonlarını birleştirmeye dönük Azez hamlesi, bu durumun en somut ifadesidir. Tam da bu kesitte, Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistanı ulusal-sosyal dinamikleri arasında “değişen” olumlu ilişkilerin ipuçları, Türk hâkim gericiliğinin bölge siyaseti konusundaki kaygılarını büyütmüştür. PYD-YPG mevzilerinin askeri operasyonlarla ve obüs toplarıyla sürekli vurulması, ABD merkezli gerginleşen diplomatik siyasal ilişkiler, tıkanan bölge siyaseti üzerine şekillenen, gerici kaygılardır. ABD’nin Suriye ve özellikle PYD-YPG konusunda takındığı tavrın, Türk hâkim sınıfları ve onların kalemşorları tarafından hiddetle karşılanmasının altında yatan, söz konusu bölge siyasetinin başarısızlığıdır. Türk gerici egemenlik sisteminin, “Neo-Osmanlıcı” “akıncıları”, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, gerici bölge siyaseti olarak ilan ettiği “kırmızı çizgiler”, YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’nin Azez hamlesiyle bir kez daha hükümsüz kılınınca, Türk hâkim sınıfları emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle geliştirdiği diplomatik siyasal hamleler ve sınır boyunda gerçekleştirdiği askeri müdahaleler ile kendi “kırmızı çizgilerini” korumaya çalıştı. Azez özgülünde “kırmızı çizgiler”, “sınır güvenliği” başlıklarıyla süren çatışmalarda, Türk hâkim sınıfları Suudi Arabistan ile askeri işgal operasyonunu tartışırken, ABD tarafından PYD-YPG’nin “terörist” olarak görülmediği açıklamasının yinelenmesi, ABD ile Türk hâkim gericiliği arasındaki gerginliğin “yeni” fitili oldu.

Somut olarak ABD’nin “TC”deki en apoletli diplomatı John Bass, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, Biden, Obama ve Erdoğan, Davutoğlu, Mevlüt Çavuşoğlu arasında süren görüşmeler ve açıklamalar, PYD konusunda ortaklaşılan düzlemde değildir. Mevcut zeminde ortaklaşılması da beklenmemelidir. Çünkü ABD’nin, Suriye ve Ortadoğu üzerindeki stratejik planlarında, bölgenin dinamik ulusal sosyal dinamiklerine verdiği rol, Türk hâkim sınıflarının bölge politikasıyla çelişse de, ABD bu stratejik planını uygulamada, çıkarları gereği ısrarcı durmaktadır. Ama bu ısrar, Türk hâkim sınıflarıyla, köprüleri atma anlamı taşımamaktadır. ABD bir denge siyaseti gütmektedir. PKK’yi “terör” örgütü ilan etmesi ve faşist Türk egemenliğinin Kuzey Kürdistan’daki kuralsız katliamlarını onaylaması, Türk hâkim sınıflarına karşı PKK-PYD denkleminde sunduğu “denge” siyasetidir. Bu tartışmalar içinde Kirby’nin ısrarla “PKK’yi terör örgütü olarak görüyoruz” vurgusu, bu denklem üzerinde sürdürülen gerici siyasettir. Bunun karşısında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamaları ile en son iradeleşen Türk egemenlik sisteminin siyasal erki AKP-Erdoğan siyaseti, ABD’yi somut bir tercihe zorlamadır. “ABD’nin bir karar vermesi lazım, ortak olarak bizi mi seçiyor, terör örgütlerini mi seçiyor. Biz Amerikalılara, dostlarımıza Biden’a da çok açık bir şekilde PKK ile PYD’nin nasıl iç içe olduğunu verdik belgeleriyle. Kerry’ye defalarca bunu anlattım. Tepkimizi, McGurk orada Polat Can diye Kandil’den gelen PKK’lı teröristle bir araya geldiği zaman da söyledik. PYD’nin içinde PKK’lıların nasıl yer aldığını, yönetimde nasıl olduğunu resimleriyle, isimleriyle verdik. Şimdi siz bir tane terör örgütünü terör listesine alıyorsunuz, onunla beraber olan ve başka bir yapılanma içinde olan terör örgütünü terör örgütü olarak görmüyorsunuz. Buna en hafif tabirle saflık mı diyelim, başka ne diyelim ama bu kabul edilemez.” Çavuşoğlu’nun bu içerikteki açıklamasını, daha önce faşist diktatör Erdoğan’da yapmıştı. Hedef açık, ABD’yi bir tercihe zorlayarak, NATO şemsiyesi ile bölge siyasetinde aktif rol almaktır. Bu aktif rolün ana kodları, PYD-YPG önderliğinde iradeleşen Rojava Kürdistanı’nın tasfiye etmek, Kuzey Kürdistan sahasındaki katliamı buraya taşımak, Halep’e koridoru açık tutmak ve cihadist gerici örgütlerle, Suriye sürecinde söz sahibi olmaktır.

“TC” müdahale alanı, emperyalist güçlerin belirlediği sınırlardır

Bu politik yönelimde, ABD ile çatışan temel sorun YPG-PYD meselesidir. Yoksa Rusya ile ABD arasındaki emperyalist çatışma ve “uzlaşıda”, en son ateşkes sürecinde de ortaya çıktığı gibi, Türk hâkim gericiliği, ABD politikalarıyla uyum halindedir. ABD ile PYD konusunda fırtınalar koparan Türk hâkim gericiliği, ABD ile Rusya arasında varılan “mutabakat” gereği, başlayan “ateşkes” sürecine, tartışmasız dâhil olması, ABD politik yönelimiyle olan “uyumdur”. Yani Türk egemenlik sistemi ile ABD arasındaki “kriz”, ABD’nin stratejik planları merkezli olmaktan öte, Kürt ulusal sorunu konusu da yaşanan krizdir. Türk hâkim gericiliği, bölgenin her alanında Kürt ulusunu statüsüz bırakmak istemektedir. Ve bunu katliamlarla yaratmak istemektedir. ABD bölgedeki stratejik siyaseti için Kürtleri bir dinamik olarak görmektedir. Rusya’ya kaptırılmış böyle bir dinamik, ABD’nin stratejik planlarını zayıflatır. ABD Suriye’de, “Konferedal” bir sistem öngörmektedir. Kürlerin bu sistemde dıştalanması, ABD’nin stratejik planlarını bozar. Yine IŞİD’e karşı kara gücü sorunu, ABD’yi Kürt ulusal dinamiğine muhtaç kılmaktadır. Bütün bunlar, ABD ve Türk gericiliğinin, “çatışma” zemini olmaktadır. Ama bu “çatışma”, ABD’nin stratejik planlarını bozan bir düzeye taşınmamaktadır. Her ne kadar Türk hâkim sınıfları, ABD ye karşı bölgedeki pazarlık gücünü, Suudi Arabistan, Katar ile kurduğu ikili ilişkiler ve bazı askeri planlarla arttırmaya çalışsa da, sonuçta bu güçlerin ABD ile olan tarihsel stratejik ilişkileri, Türk hâkim sınıfları için planlanan avantajı yaratmamıştır. Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’deki iç savaşa, PYD-YPG güçlerine müdahale etmeyi “angajman” kurallarını kullanarak genişletmeyi planlayan Türk egemenlik sistemi, ABD ve Rusya’nın emperyalist projesi olan  “geçiş” döneminin önadımı “ateşkes” konusunda anlaşmasıyla, utangaç “itirazlarla” bu sürece dahil olmuştur. Kuşkusuz bu “ateşkesin” ciddi anlamda zayıflıkları mevcuttur. En önemlisi, Batı Suriye’de El Nusra ile kimi “terörist” görülmeyen ya da Suudi Arabistan ve Türk hâkim sınıflarının desteklediği (Ahraru’ş Şam, Fetih Ordusu, Sultan Murat Tugayları) Rusya tarafından hala belirsiz durumdadırlar. Ve bu örgütler El Nusra ile ittifak halindedirler. “TC” ve Suudi Arabistan’ın, ABD’nin sessiz onayı ile cihadist emelleriyle bu örgütler üzerinden harekete geçirmesi, Rusya’nın “El Nusra’yı” vurma operasyonuyla, isteyerek ya da istemeyerek bombalaması, “ateşkes” sürecini riske edebilir. Bir olasılık olarak bu durumun Türk hâkim sınıfları üzerinden olması, Türk hâkim sınıflarının ABD merkezli emperyalist stratejik politikalara “itirazı” olarak ele alınmamalıdır. Emperyalist stratejik politikalar süreci böyle bir çatışma üzerinden, süreci yeniden fiili çatışmalara evirebilir. Yani faşist Türk hakim gericiliği, bölgesel denklemleri ve büyük gerici emperyalist güçler arasındaki rekabeti kullanarak, Kürt ulusunu bölgenin her coğrafyasında boğma ve Suriye politikasında manevra alanı yaratmaya çalışsa da, süreçteki esas konumlanışı, ABD merkezli emperyalist stratejik plana uyumdur. ABD-AB ve Rusya emperyalist gericiliği, bölgesel faşist diktatörlükler ve gerici cihadist örgütlenmeler üzerinden bölgeyi dizayn ederken, esas aldıkları kendi çıkarlarıdır. Kürt ulusu başta olmak üzere, devrimci ve sosyalist güçlerin, askeri ve diplomatik anlamdaki hamleleri, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin politik yönelimini parçalayan düzlemde olmalıdır. Halkların ve ezilen mazlum ulusların barışı, bölgenin tümüne sosyalist demokrasinin gelmesidir. Ezilen halklar ve mazlum uluslar, hep birlikte bunun mücadelesini vermelidirler. Emperyalist gerici egemenliklerin, bölgesel gerici diktatörlüklerin aralarındaki muhtemel çatışkılara ve sarsıntılara “umut” bağlamak, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşının ana dinamiği değildir.

 

Önceki İçerikİstanbul’da 8 Mart’a polis saldırdı, kadınlar direndi / Foto-Haber
Sonraki İçerikAltın tepsi iktidarından Cizîr, Sûr ve Gazi’deki kan kızıl faşizme giden yol