AKP diktatörlüğü ve bir egemenlik çizgisi olarak dini gericilik

Dinci gericilik ve ırkçılığı geriletecek tek silah, ezilen sınıf ve halkların devrimci mücadelesidir. Sınıf çıkarları ekseninde buluştuğumuz devrimci mevziler, egemenlerin bu beyhude çabalarını parçalayacaktır. Gezi’de inananların ibadet hakkının bizzat “inanmayanlar” tarafından güvence altına alınması buna örnektir. Yine Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın birçok alanından şoven, Kemalist, milliyetçi, dinci gericiliğin hüküm sürdüğü bölgelerden gelip sınıf çıkarları ekseninde birleşen Tekel, Metal İş, Maden işçi direnişleri buna örnektir. HES’lere, doğa katliamlarına karşı tavır alan halklarımızın duruşu buna örnektir. Sosyal çatışmaların sınıfsal çıkarlar ekseninde derinleştirdiği mücadele karşısında hiçbir güç duramaz. Dizginleme ve geciktirme olsa da, toplumsal gelişmelerin yönünü sınıfsal çelişkiler belirlemektedir. Devrimciler ve komünistler olarak bu süreci hızlandırmak, bu sürece yön vermek ve önderlik yapmak, tarihsel rolümüzdür

HABER MERKEZİ (07.05.2016)-Gazetemizin 121.Sayısında yayınlanan ‘’AKP diktatörlüğü ve bir egemenlik çizgisi olarak dini gericilik’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

Sınıflı toplumlar tarihiyle birlikte, gerici sınıfların elinde bir egemenlik aracı olan din konusunda, ilerici insanlığın, ilk doğru konum alması, Marks ve Engels’le olmuştur. Toplumsal ve siyasal ilk bilimsel çözümleme ile bu iki büyük ustanın, insanlık tarihinde açtığı çığır, dinin gerici egemenlikler tarafından, nasıl ve niçin kullanıldığı konusunda, tarihsel bir çığırdır. İdeoloji, düşünce, manevi kültürel üretim ve bilincin formundan biri olarak din, maddi üretimin koşullandırdığı toplumsal ilişkilere denk düşen bir üst yapı kurumu olarak, Marks ve Engels’te, sistemli olarak tanımlanmıştır. Ezilen halk yığınlarına karşı, gerici egemen güçlerin elinde “kutsal” itaat kıblesi olan din, Marksizm’in kuramcıları bu iki önder tarafından, gerici kutsal manüpilasyondan kurtarılmış, sınıf ilişkileri ve bu sınıf ilişkilerinin gerici egemenlik alanlarının dışında değerlendirilmemiştir. Engels’in, inanç formları ne kadar değişirse değişsin, “din kılığına girmiş” gerici güçlerin sınıf çıkarlarının değişmeyeceği belirlemesi, sınıflar mücadelesi tarihi olan insanlık tarihinin, onayladığı tarihsel bir gerçektir. Marksistler açısından bu tarihsel gerçekligin iki boyutu vardır: Birinci olarak; kurulu gerici sınıfların egemenlik aracı olan devlet kurumunu meşrulaştıran, halk yığınları nazarında sınıflar üstü “kutsal” bir öge haline getirmenin aracı olarak din,(Türkiye-Kuzey Kürdistan açısından, klasik Kemalist diktatörlükten, günümüz AKP-Erdoğan diktatörlüğü nazarında merkezileşmiş Türk-Sünni İslam paradigmalı “hilafet” faşizmine kadar, Diyanet kanalıyla yeniden üreterek güncelledigi dini gericilik gibi) ve ikinci olarak; pek çok “muhalif” momenti temsil eden yıkıcı niteliğiyle din. Gerici egemenlik momentiyle ya da bazı “muhalif” güçlerin elinde yıkıcı momentiyle, devrimci sınıf mücadelesi açısından, dinin bir önem taşımadığı Marksistler açısından açıktır. Ki bu tarihsel bir gerçek olmasaydı, materyalist teori ve pratikte yabancılaşmanın bir ürünü olarak, sermayenin çıkarlarına koşut bir zeminde değerlendirilmezdi. Marks’ın genç Hegel’ciyken “halkın afyonu” olarak tanımladığı ve Alman İdeolojisi’nde maddi temellerine oturttuğu din olgusunu, ezilen halkların “inancı” olarak var olan toplumsal rolünü tartışma dışında tutuyoruz. Ki bu haliyle dahi din, gerici sınıfların “değeri” olarak, çözümsüzlük girdabında sürüklenen örgütsüz halk yığınlarına nüfüz etmiştir(İnsanın ilkel yaşamından bu yana, doğaya ve doğal olaylara hâkim olamadığı süreçlerde, çözümsüzlügünü ve yetersizliğini doğaüstü olaylarla açıklayarak yarattığı totem, doğaüstü güç olarak din, ayrı bir değerlendirme konusudur ve konumuz babında güncel olmadığı için burda değinmiyoruz.) Bunun dışında, özellikle ulusal-dini motifli bazı mücadelelerde, din olgusu muhaliflerin elinde güdük demokratik bir rol oynasa da,(Roma İmparatorluğu’na karşı Hristiyanlık, Almanya köylü savaşlarında efendilere karşı geliştirilen protestolar, 20.yy da Latin Amerika’da gerilla hareketlerini destekleyen bazı kilise ve din adamları, Şeyh Sait isyanındaki dini motif gibi),tarihsel ve güncel olarak din, egemenlik ve “muhalefet” erki olarak, gerici bir araç olarak kullanılmıştır. Somut olarak bugün, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında, emperyalist ve bölgesel gerici devletlerin elinde din nasıl bir egemenlik rolü oynuyorsa, aynı biçimde cihadist örgüt ve örgütlemelerin elinde de din aynı gerici rolü oynamaktadır. 
Egemen sınıfların hizmetinde gerici bir silah olarak din!

Bir toplumsal düzende belirleyici ve aslolan hangi sınıfın egemen olduğu gerçekliğidir. Prolateryanın sınıf egemenliği ile burjuvazinin sınıf egemenliği arasında, taban tabana farklılık vardır. Prolaterya, tarihsel koşulların zorunluluğu gereği kullanmak zorunda kaldığı sosyalist devlet modelini, sınıfsız topluma ulaşmanın aracı olarak ele alırken, burjuvazi ve özgün tarihsel koşullardaki ittifak gücü gerici sınıflar ise, gerici devlet modelini baki bir egemenlik aracı olarak kullanmaktadırlar. Bunun şu ya da bu biçimde olması, verili ve olgunlaştığı tarihsel koşullar dâhilinde önem taşısa da, bu gerici sınıf egemenliğinin kendisi, sınıfsal özünün niteliğidir. Toplumsal dinamikler ve geniş yığınlar üzerinde otoriterleşme ve gerici güçlerle merkezileşme, her özgün koşullara göre sınıfın çıkarları belirlemektedir. Yani, bugün kapitalizmin dünya çapındaki derin bunalımı ve bunu tamamlayan emperyalist hegomonya savaşları(bölgesel savaşlar), dünya çapında burjuvazi ve gerici işbirlikçilerini, genel bir faşist otoriterleşmeyle iktidarlaşmaya götürmüştür. Dünya genelinde egemen gerici güçler, ekonomik ve sosyal haklara saldırıyor, geniş emekçi yığınları daha zor yaşam koşullarına itiyor. Ve bütün bu otoriter rejim uygulamalarına karşı kitlelerin olası mücadelesini engellemek için, özgürlükler kısıtlanıyor, baskı yasaları bir bir devreye konuluyor. Düzene muhalif kesimlerin krimanilize edilmesi ve geniş kitlelerle bağlarının kesilmesi, bazı “kutsal” kavramlar üzerinden gerçekleştirilmesi son derece kolaydır. Irkçılık boyutunda ele alınan milliyetçilik ve sınıflar üstü “toplumsal birlik projesi” olarak din, egemenlik tesisinde stratejik kirli bir silahtır. Dünyanın, esas olarak bölgesel çatışmalar üzerinden emperyalist savaş ve hegomonya çatışması içinde olması, aslında gerici bir otoriteleşmenin kaynağıdır. Kısa bir istatistik olarak, son on yılda milyonlara varan insan bu gerici savaşlarda canını yitirmiştir. Keza yine milyonların açlık, yoksulluk, yaşam ve barınma alanlarından mahrum olması, bu genel gerici çatışmaların çarpıcı özetidir. Emperyalist-kapitalist krizin güncel olarak görece seyrettiği kriz koşulları, gerici egemenliğin otoriter önlemlerinin temel bahanesi haline gelmektedir. Savaş kavramıyla yanyana konulan “terör ve terörle mücadele”, emperyalistlerin ve bölgesel gericiliklerin genel bir ifade kalıbıdır ve özü; ezilen halkların, mazlum ulusların özgürlüklerine -yaşamsal doğal haklarına- karşı topyekûn savaştır.

Bu savaş konseptinin, tarihsel ve güncel olarak, emperyalist-kapitalist egemenlik çizgisinde merkezileştirdiği kavramlardan biri de; ırkçılık ve din olgusudur. Hemen hemen bütün ülkelerde, sağ ve ırkçı siyasal parti ve kurumların, o ülkenin resmi din ideolojisine göre örgütlenmesi ve adlandırılması, bir tesadüf degildir. Egemenlerin siyasal iktidar dümenine oturtulan dinsel gericilik, bağnaz siyasetlerin, faşist uygulamaların uygulanmasında, kitleleri uyutmada, gerici siyasetlere dayanak yapmada çok önemli bir araçtır. Dünya ölçeginde, Hristiyan, Yahudi, “ılımlı İslam” gibi dini inançlarla kurulan gerici siyasal partiler ve bunların din olgusu üzerinden sisteme yedeklediği geniş halk kitleleri gerçeği, bugün toplumsal bir gerçekliktir. Ve bu durum lokal bir mesele değildir. Emperyalist-kapitalist egemenlik çizgisidir.

Ulusal milliyetçiliğin en gerici hali olan ırkçılık ve egemen din olgusu üzerinden, sermayenin sınırsız ve kuralsız faşist uygulamaları, aynı zamanda sınıfsal çelişkileri zayıflatma rolü de oynamaktadır. Güncel bir örnek olarak, “Finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlügü olarak faşizmin” (Dimitrov), üzerinde şekillendiği toplumsal zemin, sınıflı toplum gerçeğidir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin konumlanışı ve üretim biçimi gibi temel unsurların durumu ele alınmadan, egemenlik olgusunun niteliğini tanımlamak anti-Marksist bir yaklaşımdır. Gerici egemenlikler din olgusu ile bu toplumsal zemin üzerinden şekillenen ve merkezileşmesiyle birlikte toplumu üstyapısal olarak kendisine göre değiştiren, örgütleyen gerici egemenlik anlayışını sınıf çelişkilerinin dışında tanımlayarak, toplumsal kamplaşmayı din, ulus, millet gibi kavramlar üzerinden yapmaktadırlar. Çünkü bu üstyapısal kavramlar geniş yığınları sisteme bütünleşmiş etmede başat rol oynayan kavramlardır. Emperyalist-kapitalist saldırganlık ve hegomonya, bu kavramlar üzerinden ifade edilen “kutsal çıkarlarla”, geniş halk yığınlarına kabul ettirilmektedir. Emperyalist-kapitalist sistem ve ittifakı konumundaki bilumum gericiliklerin bu manüpilasyonu yaratması ve yaratılan bu manüpilasyonun arkasından örgütsüz yığınların sürüklenmesi anlaşılır bir durumdur. Ama devrim, sosyalizm ve aydın olma adına bazı kişi ve kurumların, kavramsal düzeyde bu anlayışı güçlendiren kavramlar üretmesi, hâlihazırda bir sorun olarak durmaktadır. “İslam faşizmi”, “Yahudi faşizmi” gibi inanç ve millet ögeleri üzerinden ifade edilen tanımlama, faşizmin ve diger gerici egemenlik tarzının sınıfsal niteliğini yadsıyan tanımlamalardır. Bu anlamıyla, sorunu sınıfsal çelişkilere göre tanımlamak, sınıf çelişkilerine göre toplumsal çelişkileri çözebilmenin neşteridir. Devrimci olan da sadece bu tarzdır.

Emperyalist-kapitalist gericiliğin, egemenliğini ve çıkarlarını tesis ederken, dini bir araç olarak kullanması ve din üzerinden kitleleri kendi çıkarlarına göre şekillendirmesi konusunda, insanlığın tarihsel hafızasından çarpıcı bir alıntı yerinde olacaktır. Jomo Kenyatta 1963-1964 yılları arasında Kenya’nın ilk başbakanıdır. 1953 yılında Kenya mahkemesinde yargılanıp 7 yıl hapis cezasına çarptırıldığı son duruşmasında son sözü, gericilikle derin bir hesaplaşmanın özetidir: “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim, topraklarımız ise beyazların elindeydi.”

Tarihten beslenen toplumsal bir proje olarak dini gericilik ve AKP-Erdoğan diktatörlüğü!

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da siyasal bir güç olarak dinsel gericiliğin örgütlenmesinin tarihsel bir süreci vardır. Her şeyden önce meseleye bu tarihsel kökleriyle bakmak, aynı zamanda Türk egemenlik sisteminin dayanaklarını da ortaya çıkaracaktır. Türk egemenlik sisteminde, sermayenin ve emperyalist güçlerin, çıkarlarının özgün tarihsel koşullarına göre, hâkim klikler arasında bir değişim yaşansa da, dinsel gericilik siyasal bir güç olarak başından sonuna kullanılagelmiştir. İttihat Teraki, “Cumhuriyet” ve bu sürecin merkezi egemenlik tarzı klasik Kemalizm, Türk-Sünni İslam sentezli egemenliktir. Türk ırkçılığı ve Sünni İslam paradigmalı  “Cumhuriyet” projesi, Ermeni Soykırımı, Kürt, Rum, Süryani, Alevi katliamları ile toplumu bu ırkçı zihniyetine göre şekillendirmek istemiştir. Dini gericilik, bu şekillendirmede temel argümandır ve Sünni İslam’a biat üzerinden hayata geçirilmiştir. Alevilik başta olmak üzere, diger inanç gruplarına karşı geliştirilen kültürel soykırım, resmi devlet dini Sunni İslam’ın sosyal tabanıyla gerçekleşmiştir. Farklı ulus, azınlık ve inanç gruplarına karşı cihat çağrıları ve seferleriyle yüzlerce katliam yapan Türk devlet egemenliği, bura üzerinden yakaladığı avantajı gelişen sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı da etkili kullanmıştır. Yani öz tabirle, Türk egemenlik sistemi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen tüm sosyal ve ulusal kurtuluş davaları karşısında, dinci gericiliği bir dalgakıran olarak etkili kullanmıştır.

Devletin içinde bir kuvvet olarak örgütlenen Diyanet ile birlikte, resmi olmayan yollarla toplumun en alt kademelerine kadar kurumsallaştırılan dini örgütlenmelerin yaygınlığı, Türk faşist egemenlik sisteminin bu meseledeki tarzını ortaya çıkarmaktadır. Cemaat ve Tarikatlar tarzındaki yaygın örgütlenme, gerici siyasal partilerin direk kurumlarıyla(Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları, Türk İntikam Tugayları gibi) bütünleşmiş, gerici bir toplumsal ablukaya dönüştürülmüştür. Kuşkusuz bu proje sadece Türk egemenlik sisteminin projesi değildir. 1960 Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin başındaki Fethullah Gülen fenomeni, ABD’nin direk siyasal çalışmasıyla yaratılmıştır. 1960’lardaki sosyal uyanışa karşı bir önlem olarak CIA uzmanları tarafından faşist Türk egemenlik sistemiyle koordine içinde kurulmuştur. Askeri ve açık faşist uygulamaların yanında, dini gericiligin siyasette etkin kullanılması, Fethullah Gülen ve Nakşibendî, Süleymancılar, Cerrahi Tarikatı, Yahyalı Cemaati gibi birçok cemaat ve tarikatın gelişip örgütlenme zemini yapılmıştır.

Türk gerici egemenliği, mevcut toplumsal ve ulusal çelişkilerden hareketle, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin sunduğu reçetelerle, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da kurumsal bir dinsel siyasal akım şekillendirmişlerdir. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden tarikat ve ceamaatlere kadar, Milli Nizam Partisi’nden MHP’ye kadar gerici siyasal kavram, kurumsal olarak tarihler boyu hep güncellenerek uygulanmıştır. Sorunun tarihsel ve politik anlamı açıktır. Kurulu gerici düzenin, sosyal ve mazlum ezilen ulusların ulusal uyanışına karşı, gerici faşist uygulamalarla önlemidir. Bundan dolayı dinsel gericiliğin Türkiye-Kuzey Kürdistan’da politik sahneye çıkışında, devrimci ve yurtseverlerin kanını dökmek vardır. 1969 Kanlı Pazar, 1 Mayıs katliamı, Maraş, Sivas, Dersim, Ağrı, Zilan katliamları, Ermeni soykırımı, Gazi, Ümraniye katliamları egemenlerin bu kanlı tarihlerinin bir parçasıdır ve her katliamda, etnik-ulusal kimlik ve ötekileştirilen inanç kesimleri üzerinden yaratılan gerici toplumsal kamplaşma kullanılmıştır. Ve yine 27 Mayıs,12 Mart,12 Eylül gibi askeri cunta koşullarından, mevcut parlementer sistemin sürdüğü sürece kadar, devletin tüm yönetsel kurumları, dinci gericiliği siyasal bir güç olarak kullanmışlardır. Dinci gericilik siyasal güç olarak kullanıldığı gibi, dinci gericiliğin örgütlü kurumları, ulusal ve sosyal devrimci mücadeleye karşı, askeri militarize güçler olarak da kullanılmıştır. Sosyal ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı, “Ya Allah Bismillah-Allahu Ekber, Allah Allah” tekbirleriyle en gerici kafatasçı kesimlerle konumlanan faşiszm, tarihten aldığı “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” zihniyetinin güncellenmiş halidir.

‘90’lı yıllar Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, işbirlikçi tekelci komprador burjuvazinin, iktisadi olarak kapitalist gelişmenin sonucu olarak hâkim hale geldiği süreçtir. Ve yine aynı süreç, ABD’nin başını çektiği emperyalist egemenliğin Ortadoğu için sürekli politikalar ürettiği bir süreçtir. Türkiye-Kuzey Kürdistan ve bölge için Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana kodu; “ılımlı İslamcı” bir kimlikti. Hilafetin güncel şahsiyeti Tayyip Erdoğan bugünkü misyonuna ta o günlerde yapılan hazırlıklarla getirilmiştir. Erbakan’la Tayyip ikileminde Erdoğan’ın tercih edilmesi tesadüf değildir. Erbakan’la geleneksel orta sınıfın temsili olan dinsel gericilik, Erdoğan ve AKP rolüyle bu mahallî halden kurtarılacak ve “ılımlı İslam’a” model yapılacaktı. AKP ile dinsel gericilikte yaratılan sıçrama bu planın sonucudur. MÜSİAD ve TUSKON’la iktisadi olarak merkezileşen dinsel politik eğilim, Türk egemenlik sisteminde dolaysız komprador burjuvazinin siyasal temsilcisidir. Klasik Kemalizm’i tasfiye etmesi, bu tarihsel gelişmenin ürünüdür.

AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülünde merkezileşen işbirlikçi komprador Türk egemenlik sistemi, emperyalizme dayanak ve aynı zamanda emperyalizmden güç alan bir egemenlik sistemidir. Klasik Kemalizm’den farklı olarak, Türk ırkçılığının yerine Sünni İslam dinsel gericiliğini, siyasal iktidarının dümenine oturtması(her iki zihniyette Türk-Sünni İslam sentezlidir. Ama birinde Türk ırkçılığı baskındır, birinde İslami cihadistlik baskındır) devlet niteliğinde sadece biçim ve renk değişikliğidir. Öz aynıdır, faşizmdir. Sünni İslam dinsel gericiliğini egemenliğine dayanak yapan AKP temsilindeki burjuva gerici egemenliği, hem burjuva klikleri hizaya getirip devletin yeni sürecini dizayn etmede, hem de toplumsal dinamikleri denetim altına almada, dinsel gericiliği etkili olarak kullanmıştır. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün iktidarlaşma süreci, üç stratejik ayaktan oluşmuştur. AKP, 2000’li yıllarda derinleşen toplumsal çelişkiler üzerinden, başını ABD’nin çektiği emperyalistlerin “Yeşil Kuşak”  Projesi’nin çözüm planı olarak doğdu. Bu süreçte Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının üzerinde kapsamlı bir etkisi olan dini ve özgürlük-demokrasi söylemini kullanarak seçimler özgülünde “başarılı” çıktı. Tek başına hükümet olması, stratejinin ilk ayağıydı. İkinci stratejik ayak, devletin yeni sürece göre dizayn edilmesiydi. Ve aldığı toplumsal “destekle” de bunu gerçekleştirdi. Klasik Kemalizm özgülünde diğer burjuva kliklerin geriletilmesi, devletin AKP siyasal temsilinde hâkim hale gelmiş burjuva gerici kliğe göre merkezileştirilmesi, ikinci stratejik plandı. Ve en önemli stratejik plan olarak, Kürt ulusunun haklı mücadelesi başta olmak üzere, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini bastırmak ve egemenlik sistemini sağlamlaştırmaktı. Bu stratejik planlarda başarılı olmanın anahtarı, iktidara gelirken kullandığı gerici silahları, toplumun geneline yayarak toplumun genel kültürü, toplumun genel refleksi haline getirmektir. AKP-Erdoğan sultanlığının elinde bir egemenlik aracı olan dini gericiliğe göre, toplumun ilmek ilmek gerici ideolojiye göre örülmesi, bu stratejik planların sonucudur. Toplumun güncel ihtiyaçları, iş bulma durumu, eğitim koşulu ve fırsatları, barınma hakları, devlet bürokrasisindeki itibarlı çözümlerden faydalanma, yerel hizmetlerden faydalanma gibi tüm yaşam ve olanak yaratma haklarında “bizden” ya da “bizden olmayan” denklemi dayatılarak toplum taraf olmaya zorlanmaktadır. Kurulan vakıflar, “sivil” toplum kurumları, devletin resmi organları, toplumsal halk sınıf ve katmanlarına bu ikilemi dayatmaktadır. Yaşam hakları ve koşullarıyla topluma dikta edilen bu gericileşme, askeri, yargı, yürütme ve yasama organlarının uygulamalarıyla bir toplumsal kuşatmaya dönüşmekte, dinsel gericilik burdan topluma pompalanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki, örgütsüz ve geri kitleler günlük kısa vadeli çıkarlar üzerinden bu gericiliği kabul etmeye hazır bir potansiyeldedir. Toplumun bu geri yanının faşist gericilik tarafından kullanılması, bugün tehlikeli boyutlara varmış durumdadır. Kürt ulusal mücadelesi, sosyal kurtuluş davası ve inançsal hakları üzerine demokratik taleplerini ifade eden her toplumsal dinamiğin karşısına, ırkçı, şovenist, dinci gericiliğin etkisine alınmış geri yığınlar çıkarılmaktadır. “Dinci nesil yetiştirme” projesi AKP-Erdoğan diktatörlügünün elinde kirli bir silaha dönüşmüş durumdadırlar.

“Dinci anayasa mı?”, “Laik anayasa mı?” tartışması ezilen halkların gündemi değildir. Türk egemenlik sisteminin bu iki gerici hali üzerinden yaratılan toplumsal kamplaşma, gericiliğin sınıfsal dokusunun topluma nüfüz etmesinden başka bir anlam içermez. Gerici dalgaya karşı çıkan tüm toplumsal dinamiklerin, linç girişimiyle karşı karşıya kaldığı bu tarihsel konseptte, halkların ve mazlum ulusların tavrı gericiliğin hangi türünün “tercih” olacağı sorunu değildir. AKP-Erdoğan diktatörlüğü, sınıfsal çıkarlarını farkında olmayan yığınlar üzerinden,stratejik planlarını uyguluyor ve toplumda dini gericiliği bir “kültür” haline getirerek nihai bir “zafer” elde etmek istiyor. Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesini, şoven milliyetçiliği besleyen bir öge haline getirmektedirler. Yine dinsel gericilik, bu gibi, ulusal, sosyal toplumsal dinamiklerin mücadelesinin manüpile edilmesiyle doğan ortamdan beslenmektedir. Sorun açıktır. İlerici toplumsal dinamiklerin serpilip beslenmesi yerine, dinci gericiliğin kurumsallaştırılması, iktidarlarının bekası için gereklidir. Dinci gericilikle toplum her gün çürütülmektedir. AKP rejimi, kamusal ve toplumsal alanda “ahlaki” olarak çökmüş ögelerle, toplumu gerginlik siyaseti üzerinden “yönetmektedir.” Hırsız, katil, çocuk tecavüzcüsü, kadın katili ve tacizcisi toplumsal gerici bir eğilimler bugün devlet kurumları eliyle geliştirilmektedir. Diyanetin kadınlara, toplumsal ahlaka, çocuklara dair verdiği gerici fetvalar, bir yandan toplumda gerici dini dalgayı güçlendirirken, diger yandan kadın cinayetleri başta olmak üzere, birçok taciz ve cinayetlerin yaratıcısı olmaktadır.

Dinci gericilik ve ırkçılığı geriletecek tek silah, ezilen sınıf ve halkların devrimci mücadelesidir. Sınıf çıkarları ekseninde buluştuğumuz devrimci mevziler, egemenlerin bu beyhude çabalarını parçalayacaktır. Gezi’de inananların ibadet hakkının bizzat “inanmayanlar” tarafından güvence altına alınması buna örnektir. Yine Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın birçok alanından şoven, Kemalist, milliyetçi, dinci gericiliğin hüküm sürdüğü bölgelerden gelip sınıf çıkarları ekseninde birleşen Tekel, Metal İş, Maden işçi direnişleri buna örnektir. HES’lere, doğa katliamlarına karşı tavır alan halklarımızın duruşu buna örnektir. Sosyal çatışmaların sınıfsal çıkarlar ekseninde derinleştirdiği mücadele karşısında hiçbir güç duramaz. Dizginleme ve geciktirme olsa da, toplumsal gelişmelerin yönünü sınıfsal çelişkiler belirlemektedir. Devrimciler ve komünistler olarak bu süreci hızlandırmak, bu sürece yön vermek ve önderlik yapmak, tarihsel rolümüzdür. 

Önceki İçerikMKP/HKO’lu kadınlar: “Kadınsız bir kurtuluş asla düşünülemez”
Sonraki İçerikFaşist “TC” sisteminin “yeniden” dizayn süreci ve Ergenekon