Kaç zaman geçti, bu kaçıncı leylim bahardır evriliyor Soma’da kömür karası gibi yürekleri karartılan, ömürleri tüketilen yüzlerce maden işçisinin katliamının üzerinden. Henüz toprak altındaki cesetlerin saç telleri, tırnak uçları uzamaya devam ederken bu balık hafızası niye. Kim, nasıl unutturuyor işlenen katliamları, cinayetleri bize. Unutturanın gayretkeşliğini anlamak mümkün de, bizim unutmaya hakkımız var mı diye yargılıyor insan insanlığını. Evet var mı hakkımız diye sormak istiyorum. Hele bir hatırlayın Soma’nın Elmadağ köyünde yaşananları.
Bir gazetecinin notları arasına düşüyor Elmadağ köyündeki acının parçalanışı. Köylüler, o köyden 23 yüreğin sustuğunu hıçkırıkları arasında haykırırken, devlet bu köyde 11 madencinin öldüğünü açıklıyor. Yani yarı yarıya. 301’in de tersten yarı yarıya olduğunu düşünmek gerekiyor. Ki köylüler 600 ile 800 arası susturulmuş yürekten söz ediyor.Hakkımız var mı bunları unutmaya,unutturmaya. Elmadağ bir Alevi köyü. Hiçbir devlet yetkilisi buraya uğramamış. Hani ayrımcılık yoktu. Bir köşe yazarı soruyor; ‘bu memleketin 81 ili var. Kaç valisi Alevi kökenli, kaç kaymakam, kaç bakan, kaç yüksek rutbeli subay Alevi kökenli.Vergisini ödedikleri diyanetten ‘ne kadar pay alıyor Aleviler‘diye.
Liste, devletin bürokratik yapısı için uzayıp gidiyor.“Mağduriyetlere” oynayan AKP iktidarı, bu mağduriyetleri görüyor mu? Gerçi bu devlet,bir yandan azınlıkların haklarını yok sayarken, çoğunluktaki diğer emekçilerin haklarına, emeklerine karşı da saygılı değildir. Saygılıymış gibi gözüküyor ancak gidip cenaze evinde, cenaze sahiplerini döver,kurşunlar, tekmeler. Daha çok kömür çıkarılsın diye, taşeron firmaların tetikçileri, dayıbaşları tarafından işçiler bilfiil işkence görür. ‘Kapitalist işletmelerdeki ortaçağ ilişkileri‘ denir buna. “Burjuva hukukla”, feodal cebir kol kola. 1 Mayıs günü işçilerin o günkü yevmiyeleri yarı yarıya düşürülür, yemekleri verilmez ancak kimsenin gıkı çıkmaz. Tehlike işareti verecek olan gaz sensörleri devre dışı bırakılır ki zaman kaybı olmasın, tehlike anında bile kömür çıkarılmaya devam edilsin. Tarım devre dışı. Herkes madende çalışmaya mecbur edilmiş. Bütün çalışan işçiler istisnasız bankalara borçlandırılmış. Aldıkları beş kuruş da bankaların faizlerine gidiyor. Haykırıyorlar,“ayın 15 günü açız”diye. Yerin yedi kat dibine götürdükleri birkaç zeytin tanesi, kömürün karasına bulanmış bir dilim beyaz peynirle karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Kısacası bir yandan ayrımcılığı körükleyen devlet,öte yandan ayrım yapmadan bütün emekçileri sömürüyor, katlediyor. İşçi katliamlarına kurban giden yüzlerce işçi,Alevisiyle, Sünnisiyle, Kürdüyle Türküyle ayrım yapılmaksızın katledildi. Başı örtülü gencecik gelinler de, başı açık analar da bu devletin katliamları karşısında dizlerini dövüyor ve ortak ağıtlar yakıyor. Sokakta oyun oynayan çocuklar, büyüdüklerinde madenci olacaklarını söylüyor. Madenciliği elbette ki küçümsemiyorum. En kutsal emek oralarda tüketiliyor. Ancak çocukların hayal dünyalarının bile ne denli daraltıldığından, beyler daha rahat sömürsünler diye ta başından bir noktaya odaklandırıldığından söz etmek istiyorum. Sözün özü,en kutsal hak olan yaşam hakkımızı yok sayan, katliamları, işkenceleri, açlığı ve sefaleti ayrım yapmaksızın bizlere reva görenlerin ne onca yaptıklarını unutalım, ne de önlerinde eğilip bükülelim. Onca yaşananlardan sonra beş yüzün üzerinde korucusuyla Kınık sokaklarında halka korku salarak dolaşan kabadayı bozuntusunun attığı her adım, yüreğime bir hançer gibi saplandı. Bizler korktukça,onlar kanımızı emmek için koltuklarında rahat oturmaya devam edecek. Gezi Direnişi ruhunun bizlere öğrettiği, bize düşman olanları yani hakim sınıfları ise korkuttuğu her din, dil ve ırktan emekçilerin birlik ruhunu kuşanıp kavgaya soyunmak gerekiyor. Çünkü bu faşist diktatörlüğe başka türlü kendimizi anlatma şansımız yok.