BENDİGO

Felsefeci  hala konuşuyor. Kellesinin yerinde, gözleri tarihe açılan, kocaman bir soy kütüğü var sanki. Sesleri genzinde ezerek, hımhım bir tarzda konuşmasına rağmen sıkılmıyorum. Nesneleri kendi özlerine efendice yerleştiriyor, insanileştiriyor. Sabit anlamlarımı dağıtıyor, imgelerle görmeme, düşünmeme, hissetmeme  yol açıyor.

“Büyük babam, altının delirttiği delilere, divanelere deva ararken delirdi. Görünüm olarak farklı olmayan farklılıkları anında fark eden bir öngörü yeteneğine sahip olmasına rağmen, gördüğü her insanı, belleğine nakletmeden  anında siliyordu. Kendine karşı devinen bir bilinci vardı. Ama büyük annem için aynı şeyi söyleyemem. Gülümseyişlere ilgi duyuyordu. Menekşe gülü gibi tırmanıcıydı. Su içinde kum elemekten ve ağır nesne taşımaktan olsa gerek, kalçaları yere değecek kadar sarkmıştı. ‘Toprak beni çekiyor,’ diye mırıldanıyordu ikide bir. Ağzından çıkan her sözcük, ölüm duygusunun sese dönüşmesi gibiydi.”

“Gecikiyoruz, George,” diyorum, “Gidelim mi?”  “Gidelim,” diyor. Kalkıyoruz. Tom’u buluyoruz ilkin, talihsizliklerin dilencileştirdiği pasaklı adamı. Aklı bit gibi beyninin kıvrımlarına tünemiş, kaşınmamanın dışında hiçbir iş yapmıyor. Gülümsüyor. Güvenini yitirmiş başka duyguları kendi duygularına katarak yaşıyor ve  güven telkin ediyor. Önümüze düşüp, ilkin Çinli madencilerin anısına kurulan Altın Dragon Müzesi’ne, sonra da altın madenlerine, “Central Deborah Gold Mıne”a götürüyor bizi.  Dev bir kuyu kulesi,  yan yana dizilmiş ahşap kulübeler, demir tekerlekli küçük vagonlar, hava kompresörleri, madenci heykelleri ve içlerinde su ile kum bulunan tahta göleklerle karşılaşıyoruz.

Bizi, tavşanbıyıklı, kıllı bir adamla, Pat’la tanıştırıyor Tom. Uçları dışarı çıkmış paslı bir çivi çuvalını andırıyor Pat’ın yüzü. İnsanları yıllardır yer altında yürütmekten zayıflamış, tazıya dönmüş. Madenin tarihine ilişkin ayrıntılı bir açıklamaya heveslenerek, 1851’e götürüyor ve baştaki kulübeye sokuyor bizi. Elbiselerimizi, çizmelerimizi giyip, lamba haneye giriyoruz. Çenesi aman vermiyor. Kafası, kavramsal araçlar yığını. Birer başlık oturtuyor kafamıza. Aküleri kemerle belimize bağlayıp, kablolu lambaları başlıklara geçiriyor. Toplumun zenginleşme dünyasını kışkırtan ve ayağa kaldıran ilk çan sesine doğru yürüyoruz. Asansöre binip, inişe geçiyoruz. Bilgisini varlığından önce hissettiren adam, dolaysız, yalın bir anlatımla, altın kazan ve yüzleri altın gibi sararan altı bin insandan, maden sahibi Lord’un, sevgilisi Lady Deborah’a olan aşkından ve altın kazarken, avucunda altın külçesiyle düşüp ölüşünden,  Mrs Margaret Kennedy’den, altın kazıcı Çinlilerden, Çinlilerin ‘Dai Gam San’ dedikleri Büyük Altın Dağı’ndan ve 1400 m. derinliklerden, söz edip duruyor. George bakıyorum, gülümsüyor.

Kuyunun bilmem kaçıncı katında asansörden çıkıyoruz. Gölgelerimizi kıran, mavi somaki bir su yüzünü dalgalandırarak, direksiz,  taş galeri boyunca yürüyüşe geçiyoruz. Sağlı sollu duvarlarda yarıklar, yarıklarda bıçaklar, bıçakların halkalanmış demir saplarında mumlar. Tavanda borular, kablolar, karmaşık bağlantılar hercümerci. Birbirlerinde silikleşen, yiten, peş peşe dört gölge. En arkada Tom; kendisini ne dili ne de varlığıyla anlatma ihtiyacı duymadan yürüyor.

Kayalara bakmamız için kuru bir yerde durduruyor bizi. Camın ötesine, taş duvarlardaki beyaz kuvars damarlara gömülen altın parçalarına bakıyoruz. Biçimler arasındaki uyumu, dengeyi, ritmi alt üst eden, görsel düşündüren, akışkan, özendirici bir duvar. Az ötede, çelik uçları kayalara girmiş, yüz yıl öncesinin basınçlı havayla işleyen potkobaçları duruyor. Pat bizi, potkobaçların başına geçiriyor. Sağır edici bir gürültüyle işletip, kayalarda delikler açıyoruz. Taş tozu ve su zerrecikleriyle kaplanıyor bir anda bulunduğumuz yer. Kazıcılığın korkunç yüzünü, potkobaçı işletirken anlıyorum.  On beş yılda tek bir kazanın olduğunu, bir kişinin yaralandığını, ama kazıcılık yapıp da solunum sorunu olmayan bir tek madencinin bulunmadığını  açıklıyor Pat.

Yürüyoruz. Sağda, taş bir höyükte bir bidon. Bidonun üzerinde tahta tuvalet oturağı. Duvarda mum. “Külçeler halinde altın çıkan bu mağarayı tuvalet yaptılar,” diyor Pat. “Bu oturağa oturan her madencinin altın hayali zenginleşti.” Daha ileride, yine sağda, bir yeraltı Pub’una sokuyor bizi Pat. Elli kişinin eğlenebileceği bir yer. Tahta oturaklar, küçük bir sahne ve köşede bir büfe. Yemek zamanı işçiler geliyor, hem torbalarındaki yemekleri yiyor, hem büfeden bir şey alıp içiyor, hem de yerüstünden gelen amatör bir şarkıcıyı dinliyorlarmış. Bir saatlik eğlence yeri.

Sulu zeminde sürdürüyoruz yürüyüşü. Başımıza, sırtımıza tavandan sular damlıyor. Değişme ve zenginleşme hırsının parçaladığı, insan ufantıları haline getirdiği altı bin kişinin köstebek yollarında gezdire gezdire iflahımızı kesiyor Pat. Sonunda, çıkış asansörün önüne geliyoruz. Biçimi özle özleştiren kara bir ışığın altında duruyor, bilincinin önünü arkasına getiriyor ve onu oradan yönetmek için ihtiyaç duyduğu kendince en önemli sözünü söylüyor:

“Uzağın ötesine bakın. Yukarıda özgürce soluk aldığımız altın yaşam,  altın şehir, gezdiğiniz bu karanlık galerilerin eseridir.”                                                              

 

Önceki İçerik3. KONGRE
Sonraki İçerikUNUTULMAYACAK DİRENİŞ TARİHİ; 19-22 ARALIK