Bir devrim tartışması; Rojava

Rojava ve özellikle Kobane tam bir yıkım halindedir. Gerici kuşatma ve savaşın, katliamların izleri şimdi daha net bir şekilde ortaya çıkmış durumda. İnşa süreci olarak adlandırılan yeni süreç, elbette Rojava’da yaşananlara dair de bazı tartışmaların yürütülmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Böylesi bir tartışma yürütmek birçok açıdan gerekli ve faydalıdır. İlk olarak bütün komünist-devrimcilerin Rojava’da yaşananlara dair berrak bir fikri ve söz konusu gelişmeleri pozitif yönde ilerlemesi açısından sürekli bir itilimi, teması ve gayreti, görevi olmalıdır

HABER MERKEZİ (02.04.2015)- Dünya halkları, son birkaç yıllık süreçte Batı Kürdistan(Rojava) genelinde, son bir yıldır ise Kobane’de, Kürt ulusal hareketi öncülüğünde, devrimci-demokratik-ilerici güç ve bireylerinde yoğun katılım sağladığı muazzam bir direniş ve değişim sürecine tanıklık etti, ediyor. Suriye’de yaklaşık beş yıl önce başlayan olaylar ve iç savaş sonrası, Batı Kürdistan’ın önemli bir bölümünü kontrolüne alan PYD önderliğinde, PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından geliştirilen Demokratik Özerklik-Konfederalizm anlayışına bağlı olarak yeni bir inşa süreci oluşturulmaya çalışılıyor. İnşa süreci ve yaşanan gelişmelere dair yeni yeni tartışmalar yürütülmeye başlandı. Büyük bir işgal ve katliam tehdidi altında, tarihin önemli direniş örneklerinden biri sergilenerek, gerici-faşist bölge devletlerine ve emperyalizmin son karanlık çocuklarından olan DAİŞ çetelerine karşı süregiden direniş ve yaşanan katliamlar, zulüm ve baskı şartlarında temel, öncelikli görev elbette bizzat bu sürece müdahil olup, ezilenden, katliama uğrayıp, baskı görenden yana, ezen, zulmeden, sömürene karşı direnişe ortak olmaktır. Rojava ve özellikle Kobane tam bir yıkım halindedir. Gerici kuşatma ve savaşın, katliamların izleri şimdi daha net bir şekilde ortaya çıkmış durumda. İnşa süreci olarak adlandırılan yeni süreç, elbette Rojava’da yaşananlara dair de bazı tartışmaların yürütülmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Böylesi bir tartışma yürütmek birçok açıdan gerekli ve faydalıdır. İlk olarak bütün komünist-devrimcilerin Rojava’da yaşananlara dair berrak bir fikri ve söz konusu gelişmeleri pozitif yönde ilerlemesi açısından sürekli bir itilimi, teması ve gayreti, görevi olmalıdır. Hiçbirimizin Rojava’da yaşananlara kayıtsız kalması, sırt dönmesi ya da görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Biz görmesek de, duymasak da orada bir şeyler olmakta ve bu olanlar milyonların kaderini, yaşamını ve geleceğini etkilemektedir. Ayrıca hem Türkiye-Kuzey Kürdistan hem de Ortadoğu coğrafyasında oldukça önemli ve güçlü bir aktör olarak PKK, sadece Kürt ulusu için değil, bütün Ortadoğu halkları için bir çözüm modeli sunmakta ve bu modeli hayata geçirmek için de Rojava’da pratik adımlarını inşa etmektedir. Özcesi bizleri her açıdan; ideolojik-siyasi-örgütsel-askeri-kültürel olarak ilgilendiren bir olguyla karşı karşıyayız ve bu olguya dair bir pozisyon belirlemek, buna bir isim vermek gerekiyor. Bunu yaparken elbette politik-pratik sahadan soyutlanmış, masa başı reçeteler ya da üstten akıl vermelerle hareket edemeyiz. Her şeyden önce başta ezilen Kürt ulusu olmak üzere, bütün ezilen, yok sayılan, baskı altında tutulup, zulme uğrayan bütün ulus, milliyet, inanç ve farklılıklara dönük sorumluluklarımızı bir an dahi unutmadan, bu sorumluluklarımızın gereklerini yerine getirmekten, bu uğurda bedel ödemekten bir an dahi imtina etmeden hareket etmemiz gerektiğini ve edeceğimizi bir kez daha beyan etmeyi gerekli duyuyoruz. Bu beyan aynı zamanda söz konusu görev ve sorumluluklarımızı yeteri düzeyde, nitelikli bir şekilde ele almamış olduğumuzun bir özeleştirisi olarak da kabul edilmelidir. Konuya böylesi bir giriş yapmamızın en önemli sebeplerinden birisi, son zamanlarda Rojava’da yaşananlara ve PKK’ye dair yürütülen eleştirilere karşı belli bir kesim tarafından gösterilen tahammülsüzlük ve saldırı algısıdır. Yapılan eleştirilerin doğruluğuna yanlışlığına bakmadan; devrimci üslup ve metodu bir kenara bırakan duygusal refleksler ile dost-düşman ayrımını silikleştiren anlayışlara tekabül eden yaklaşımlara kesinlikle müsamaha gösterilmeden, bir an dahi olsa ideolojik mücadeleden vazgeçilmeyeceğini ifade etmek gerekiyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan komünist-devrimci hareketinin son 10-15 yıllık süreçte ideolojik mücadeleyi önemli derecede askıya aldığı, güncel bazı meseleler dışında, önemli teorik-siyasi meselelere dair esasta liberal bir tavır içerisine girdiği gözden kaçırılmaması gereken, oldukça önemli bir durumdur. Bu liberal tavır özellikle Kürt ulusal hareketine karşı sergilenmekte ve kendisini komünist-devrimci olarak adlandıran bazı politik aktörlerin adeta PKK’nin söylem ve eylemlerine göre tavır belirler duruma düştüklerini gözlemlemekteyiz. Bu konuya dair başkan Mao’dan bir alıntı yaparak konumuza devam edelim; ‘’Biz aktif ideolojik mücadeleden yanayız; çünkü bu mücadele, Parti ve devrimci örgütler içinde savaşımızın yararına olan birliği sağlayan silahtır. Her komünist ve her devrimci bu silaha sarılmalıdır. Buna karşılık liberalizm, ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yanadır; bu yüzden yozlaşmış ve bayağı bir tavra yol açar, Parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasi soysuzlaşmayı doğurur.’’ 

Post-Marksizme Karşı Marksizm!

Kürt Ulusal Hareketi(PKK)’nin gelinen aşamada ideolojik-siyasi yönelimini belirleyen temel, anarşizmle soslanmış Post-Marksizmdir. Post-Marksizmi en güzel ve kısa şekilde örnekleyen bir alıntıyla devam edelim; ‘’Post-Marksizm denince aklıma Avrupa’nın 1968 gençlik kuşağı ve 1970-1980 dönemi geliyor. Eylemci, eylem içinde o günün koşullarında devrimcileşen ve anladığı kadar devrimciliğin hakkını veren gençlikten bahsetmiyorum. O gençlik mücadele ederken, kısmen onun içinde, ama sürekli dışında kalan ve ‘tartışma kulüpleri’nde dünyayı ben yarattım tartışmalarını yapan ‘entel’ takımından bahsediyorum. Gençlik mücadelesi, ‘komünist parti’ örgütlenmeleriyle örgütlenmesinin doruk noktasına vardı; sonrasında Anadolu coğrafyasının da tanıdığı görüş ayrılıkları, bölünmeler, parçalanmalar derken geriye, bugünlere pek fazla bir şey kalmadı. Ama ‘entel’ takımı Marksizmi başkalaştırma; Marksizm diyerek Marksizmin içini boşaltma mücadelesini sürdürdü. Bu süreçte ‘üstat’lar, öğrencilerini yetiştirdiler ve yaşama veda ettiler, ama öğrencileri Marksizmin içini boşaltma davalarını inatla sürdürdüler. Gündüzleri amfilerde sürdürülen şiddetli tartışmalar akşamları tartışma kulübüne çevrilen ‘kırmızı şaraplı, biralı’ salonlarda, öğrenci yurtlarının ‘kafe’lerinde, ‘komün’lerde (öğrenci evleri) devam ettirildi. Burjuvazi uyanıktır, bu tartışmaların önderlerinin önünü açtı. Üniversiteleri, bir biçimde ‘K’cı olanlardan (‘komünist’ olanlardan) temizledi, ama ‘Marksizmi yenileyenler’e; Marksizmi yeni koşullara göre geliştirenlere dokunmadı. Bu arada dünyanın ‘hal ve gidişi’ de değişti. Kapitalist dünyada bu değişimin kaçınılmazlığı 1974/75 ekonomik krizi sürecinde görüldü; Keynescilik artık gereksizdi ve yerini 1980’li yıllarla birlikte neoliberalizm almaya başladı (ABD, İngiltere). Sonra ’90’lı yılların hemen başında Sovyetler Birliği ve revizyonist blok dağıldı. Emperyalist burjuvazinin yoğun anti-komünist saldırısı, aynı zamanda yönlendirmeyi de içeriyordu. Teori dünyası altüst oldu; Marksizm-Leninizm her alanında tarihinde görülmemiş bir bombardımana tutuldu; ortalık Markizm-Leninizmi değil, ama nedense sadece Marksizmi geliştirenlerden, ona katkıda bulunanlardan geçilmez oldu. Bu uğraşının toplamına Post-Marksizm deniyor.’’ (İbrahim Okçuoğlu, POST-MARKSİZMİN KAYNAĞI, YÖNTEMİ VE SAVLARI, SF. 01)

Post-Marksizm denilince akla aynı zamanda bu teorinin fikir babaları ve yürütücüleri olarak Althusser ve Gramsci, Ernesto Laclau, Chantal Moueffe, Hardt, Negri, Balibar, Slovaj Zizek, Alain Badiou… gelmektedir. Bu teorinin ülkemizdeki yaman savunucuları ise esas olarak Teori ve Politika dergisi ile Abdullah Öcalan ve PKK’dir. Konumuz bir bütün Post-Marksizm’e dair bir çalışma olmadığı için kısa bir şekilde bu teorinin ne olduğuna ve özellikle ülkemizdeki siyasi yansımalarına dair vurgularda bulunup geçeceğiz. Büyük ‘’üstad’’ Althusser tarafından teorik temelleri atılan Post-Marksizm’in en önemli ve özlü eseri ise Chantal Moueffe-Ernesto Laclau tarafından 1985 yılında yayımlanan ‘’ Hegemonya ve Sosyalist Strateji; Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru’’ kitabıdır. Marksizm’in ‘’krizine’’ bir cevap olarak sahneye sürülen ve sınıf mücadelesinden işçi sınıfının rolüne kadar geniş bir alanda Marksizm’e dair ne varsa çöpe atılan, ‘’kimliklerin, çoğulculuğun, ezilenlerin’’ politikanın merkezine yerleştirildiği ve nihayetinde kendisini ‘’Radikal Demokrasi’’ önermesiyle ifadelendiren bu anti-Marksist bir akımın ülkemizdeki en yaman savunuculuğunu kuşkusuz Abdullah Öcalan üstlenmektedir. PKK kadrolarından, tabanına kadar büyük bir kıvanç şeklinde ‘’başkan Apo’nun yeni teorik buluşları olarak’’ ifade edilen çalışmaların hiçbirinin herhangi bir özgünlüğü ya da yeniliği söz konusu değildir. Öcalan, yukarıda kısaca bahsini ettiğimiz ve isimlerini saydığımız Post-Marksizm’in ‘’Üstadlarının’’ eserlerine yoğunlaşarak, Post-Marksizmi yaşadığı coğrafyaya uyarlamaya çalışmaktadır. Öcalan’ı ‘’üstadlarından’’ ayıran en önemli ayraç ise, ‘’üstadların’’ aksine Öcalan’ın kendisini tartışmasız önder olarak kabul eden ve Ortadoğu coğrafyasında oldukça etkili politik bir aktör olan PKK’nin kendisidir. PKK’siz bir Öcalan ve Post-Marksizm’in kuşkusuz ‘’üstadların’’ teorik belirlemeleri ve etkisi dışında bir ayrıcalığı olmayacaktır. Evet, ülkemizdeki Post-Marksizm’in en önemli ayracı, politik arenada oldukça güçlü bir hareket tarafından bütünlüklü olarak savunulup, uygulanmaya çalışılmasıdır. Bundandır ki Öcalan tarafından İmralı süreci boyunca geliştirilen ve hepsinin başına ‘’demokrasi’’ ve ‘’demokratik’’ liğin eklendiği ‘’cumhuriyet, konfederalizm, özerklik, radikalizm’’ tezlerinin tamamı, uluslararası arenada ‘’üstadları’’ tarafından oluşturulan tezlerdir. Abdullah Öcalan’ın İmralı süreci boyunca okuduğu kitapların bir dökümü yapıldığında dahi nasıl bir yönelim ve çaba içerisine girildiği net olarak görülecektir. Dicle Haber Ajansı(DİHA) tarafından bundan birkaç yıl önce yayınlanan, Abdulah Öcalan’ın okuduğu kitaplar listesinde, neredeyse Marksist tek bir eser bile bulunmazken, Post-Marksist, Anarşist, Revizyonist, Liberal bütün önemli eserlerin okunduğunu, son 15 yıllık teorik tezlerin hepsinin bu anti-Marksist eser okumaları üzerinden oluşturulduğunu görürüz. Bugün Rojava’da uygulanmaya çalışılan, dönem dönem Kuzey Kürdistan’da denenen (öne çıkan yer olarak Cizre) Demokratik Özerklik, Kanton sistemi, Radikal Demokrasi tezlerinin hepsi yukarıda bahsini ettiğimiz gerçekliklerin ürünüdür. Bugün Rojava’da yaşanan gelişmeleri de bu pencereden okumak gerekiyor. Ne sadece pratiğe ne de sadece teorik önermelere bakıp bir değerlendirme yapamayız. Teorik-pratik diyalektiği içerisinde Rojava’ya dair bir değerlendirme bilimsel, doğru olandır. Bunu yaparken de sürece önderlik eden gücün ideolojik-siyasi-pratik duruşundan hareket edilecektir.

Rojava Devrimi ya da Radikal Demokrasi!

Rojava’da yaşananlar bir devrim midir? sorunsalı son birkaç yıldır çok belirgin bir şekilde olmasa da zaman zaman tartışılan bir konuydu. Son olarak, yapılan bir söyleşide Grup Yorum’a yöneltilen bir soru sonrası Yorum üyelerinden birisinin, yaşananları devrim olarak görmediklerini ifade etmesi üzerine, yöntem olarak tasvip etmediğimiz bir tarzda da olsa hararetli bir tartışmaya yol açtı. Konunun özüne dair fikirlerimizi ifade etmeden önce, yönteme dair birkaç şey söylemeyi gerekli görüyoruz. Grup Yorum şahsında gerçekleştirilen tartışmaları, küfür ve hakaretten fiili olarak Grup Yorum’un çalışmalarının engellenmesine varan anlayış ve pratikleri mahkum edip, kararlılıkla karşı durmak gerekiyor. Grup Yorum ve içerisinde bulunduğu siyasi geleneğin (Parti-Cephe), ulusal mesele ve Kürt ulusal hareketi ile olan ilişkileri ya da buraya dair olan yaklaşımları elbette tartışılması ve değerlendirilmesi gereken konulardandır. Ve fakat bu durum asla ve kat’a fikir mücadelesinin, ideolojik mücadelenin engellenmesi, hakaret ve küfürle karşılanmasına gerekçe olmamalıdır. Söz konusu söyleşinin kaydından anlaşılacağı üzere Grup Yorum üyesi gayet normal bir şekilde, herhangi bir hakaret, küfür ve aşağılamada bulunmadan bir meseleye dair kendi fikrini beyan ediyor. Devrimci-demokratik kurum ve kişiler arasındaki sorunların ele alınış tarzı, dost düşman meselesine dair ayrım, ideolojik mücadele vb. konulara dair Maoist hareketin anlayış ve tavrı gayet net ve anlaşılır bir şekilde hem teoride ve hem de pratikte kerelerce ifade edilmiştir. Bu konu özgülünde de aynı tavırla hareket etmekteyiz. Grup Yorum’a dönük adeta bir linç kampanyasına dönüştürülen anlayış ve pratikleri bu makale vesilesiyle bir kez daha mahkum ettiğimizi vurgulamak isteriz. Grup Yorum ve içerisinde bulunduğu politik aktör devrimci bir öznedir. Yürütülen bütün tartışmalar bu gerçeklik minvalinde ele alınmalıdır. Bu konuda özellikle MLKP’nin adeta kraldan daha kralcı bir tarzda, devrimci-demokratik güçler arasındaki sorunları doğru tarzda ele alıp, çözme yönelimi yerine yangına körükle gitme tavrı da mahkum edilmesi gereken önemli sorunsallardan birisidir. DHKP-C’nin özellikle devrimci-demokratik güçlerle ilişkisi, ulusal mesele, Kemalizm vb. konularda içerisinde bulunduğu problemli duruma dair elbette ideolojik mücadele yürütülmelidir ki bu mücadele birçok alanda çeşitli vesilelerle sık sık yapılmaktadır. Ne var ki devrimci bir güce karşı ideolojik mücadelenin yerine yukarıda kısaca bahsini ettiğimiz anlayış ve tavırların geliştirilmesi oldukça problemli, aşılması gereken şeylerdir.

Bu kısa vurgulardan sonra ‘’Devrim’’ meselesine dair fikirlerimizi ifade etmek istiyoruz. ‘’Rojava’da yaşananlar devrim midir değil midir?’’ sorusu cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Bu konuda bir kavram kargaşasının olduğunu ifade etmeliyiz. Rojava’daki durumu değerlendirirken iki önemli parametre üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Bunlardan birincisi Rojava Anayasası’dır. Rojava Anayasasını inceleyip bu anayasanın nasıl bir öze sahip olduğunu tespit etmek gerekiyor. İkinci parametremiz ise politik-pratik sahada yaşananlardır. Rojava(Batı Kürdistan) Efrin, Cezire ve Kobane kantonlarından oluşan ve Demokratik Özerklik esasları üzerinden yönetilmeye çalışılan bir bölgedir. Geçen yıl ilan edilen Rojava Toplumsal Sözleşmesi (RTS) 91 maddeden oluşuyor. RTS, kendisine model olarak İsviçre Anayasası’nı almıştır. İki Anayasa incelendiğinde birçok açıdan büyük bir benzerlik olduğu ortaya çıkacaktır. Ki RTS oluşturulurken uluslararası burjuva kurumların kıstasları esas alınmıştır. Bu kıstaslar içerisinde de gerek yönetim biçimi olarak gerekse en ileri burjuva demokrasisi olarak İsviçre modeli rehber alınmıştır. Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin ‘Hak ve Özgürlükler’ bölümündeki 21 ve 22. Maddeleri şöyledir; ‘’21. Madde: Yönetimler, uluslararası anlaşma ve sözleşmelere göre insan haklarını ve değerlerini güvence altına alır. Yönetimlerde en değerli şey kişi ve grupların özgürlüğüdür. 22. Madde: Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin sivil, siyasi, kültürel, toplumsal, ekonomik maddeleri ve ilgili tüm bildiriler bu Toplumsal Sözleşme’nin bir parçasıdır.’’

Bizim bildiğimiz, bahsi geçen anlaşma ve sözleşmelerin tümü emperyalist-kapitalist güçlerin kurdukları uluslararası oluşumların (AİHM, BMGK vb.) burjuva dünyaya ait yasalarıdır ve amacı da emperyalist-kapitalist güçler arasındaki ilişkileri belirli bir dengede tutup, ortak bir paydada birleştirmektir. Komünist-devrimcilerin temel alacağı kıstaslar burjuva hukuk ya da yasaları değil, enternasyonal proletaryanın ve dünya emekçilerinin çıkarlarıdır. Bu çıkarlarla söz konusu kuruluşların ortaya koyduğu anlaşma ve kıstasların kesişmesi söz konusu değildir. RTS ve sözleşmeyi hazırlayanların burjuva demokrasi sınırlarının ötesine geçemedikleri aşikardır. RTS’nin kişi hak ve hürriyetleri bölümünde yazdıkları bugün tam da söz konusu uluslararası standartlar ekseninde hareket eden bütün burjuva ülke anayasalarında aynı şekilde yer almaktadır. Eğitim, sağlık, barınma, iletişim, ulaşım, yasalar önünde eşitlik vb. bütün yasal ve anayasal haklar, burjuvazinin sözde demokratik yönetimlerinin birer lütfu olarak neredeyse bütün anayasalarda bulunmaktadır. Fakat bunların pratikte uygulanıp uygulanmadığı sorusuna en iyi cevap yaşamın kendisi tarafından her an verilmektedir.

RTS’nin önemli özelliklerinden birisi yine giriş bölümde yer alan şu cümlede saklıdır ‘’ Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez.’’ Bu maddeye kaynaklık eden anlayışın makalenin başında vurguladığımız ideolojik özün yansıması olduğu aşikar. Fakat söz konusu tezler kendi içerisinde bile problemlidir. Bu cümleden birkaç paragraf sonra şu ifadelere yer verilmektedir; ‘’a- Kürt Halk Savunma Birlikleri (YPG) ulusal bir kurum olarak her üç kantonun güvenliğinden ve toprak savunmasından sorumludur. Halkın çıkarlarına hizmet eder ve halkın güvenliği ile çıkarlarını korur. YPG özsavunma ilkesine göre hareket eder, merkezi ordu ile ilişkilerini Yasama Meclisi’nin çıkardığı yasalar belirler. İç güvenliğe ve merkezi sisteme yönelik tehditlere karşı da sivil yönetimleri destekler. Emirlerini de Halk Savunma Birlikleri’nden (YPG) alır.’’  Ulus-devlet paradigmasının aşıldığının iddia edildiği bir yerde merkezi-ulusal bir askeri kurumun yeri nasıl açıklanacaktır. Yine üç kanton arasında merkezi bir yönetim ve organizasyonun olduğu bilinmektedir. Burada karşımıza çıkan şey şudur; Abdullah Öcalan tarafından önerilen ütopik fikirlerle yaşamın kendisi arasındaki çelişki. Bu çelişki her geçen gün daha fazla gündeme gelmeye başlayacaktır. RTS buna benzer birçok çelişkiyi bağrında taşımaktadır. Bu çelişkili durum en çok da mülkiyet meselesinde ortaya çıkmaktadır. RTS’inde bir kez dahi emperyalizm, kapitalizm ve bu sistemlerin yarattığı sorunlara dair herhangi bir vurgu söz konusu değildir. Israrlı bir şekilde sınıfsal farklılıklar silinmeye, ‘’toplumsallık’’ vurgusu öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. Bu haliyle RTS iki dünya sistemi arasında kalmış bir görünüm sergilemektedir. RTS’nin 39. Maddesi ‘’Yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikler bütün toplumundur. Bunların kullanımı, harcanması ve işletilmesi ilgili yasalarca düzenlenir.’’ şeklinde bir hüküm de bulunmakta. Buradaki ‘’Bütün Toplum’’ kimdir, hangi güçlerden, hangi sınıfsal katmanlardan oluşmaktadır. Bu dağılım nasıl gerçekleştirilecektir? Bunlara dair herhangi bir açıklama söz konusu değil. Ki bu maddeden sonraki üç madde meselenin özüne dair hem kafa karışıklığını hem de niteliği ele veriyor. RTS’nin 40, 41 ve 42. Maddeleri şöyle; ‘’40. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki tüm emlak ve topraklar halkındır. Bunların kullanımı ve dağılımı ilgili yasalarca düzenlenir.

41. Madde: Mülkiyet ve özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır. Yasadışı olarak hiç kimse mal ve mülklerini kullanım hakkından mahrum bırakılamaz. Hiç kimsenin toprağı ve mülkü elinden alınamaz. Kamu çıkarı için alınması gerekiyorsa da karşılığı ödenmelidir.

42. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki ekonomik sistem; toplumsal gelişim, adalet ve üretimin devamı üzerine kuruludur ve bilimsel-teknolojik imkânlara dayanır. Üretimin geliştirilmesi ve ekonomik icraatların amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak ve onurlu bir yaşamı tesis etmektir. Demokratik Özerk Yönetimler “Herkes çalışmasına göre kazanacak” esasına göre ortak bir ekonomi ve meşru bir yarışı kabul eder, tek elde toplamayı (stoklama) yasaklar ve toplumsal adaleti tesis eder. Ulusal üretim araçlarının mülkiyeti tesis edilir, yurttaş, işçi ve doğa hakları korunur ve ulusal egemenlik güçlendirilir.’’

Bu üç madde yaşanan kafa karışıklığının en bariz örnekleridir. 39. Maddedeki ‘’bütün toplum’’ yerini 40. Maddede ‘’tüm emlak ve topraklar halkındır’’ önermesine bırakıyor. Burada pozitif bir gelişmenin olduğu sanıldığı anda 41. Maddede mülkiyet ve özel mülkiyet hakkının güvencesinden bahsediliyor. Buradaki özel mülkiyetten emekçi halk kitlelerinin elinde bulunan ev, araba, buzdolabı…’nın kastedilmediği malum. Ki söz konusu sistemin özünü belirleyecek olan da esasta bu 4 maddedir. Gerisi sosyal, kültürel, etnik ve inançsal hak ve özgürlükler ile yönetim şemasına dair maddelerdir. Misal Rojava’da özel bir mülkiyet şeklinde kurulan bir fabrikada emek-sermaye çelişkisi nasıl ele alınacaktır? Büyük toprak sahiplerinin işlettiği topraklarda çalışan yoksul köylülerin (kır proleterlerinin) emeği ya da daha doğrusu sömürü durumları nasıl giderilecektir. RTS’nin bunlara dair herhangi bir cevabı yoktur. Çünkü söz konusu Sözleşme bir bütün kapitalizme karşı değildir, ‘’ahlaklı, ılımlı’’ kapitalizmden yanadır. Şayet RTS’ne bakarak Rovaja’yı olumlayacaksak, yıllardır aynı modeli uygulayan İsviçre’yi ayakta alkışlamamız gerekirdi.

RTS’ni incelediğimizde kendisine model olarak İsviçre Anayasası’nı seçen, ‘’ileri burjuva demokratik’’ bir yönetim modeli görürüz. Bu model Ortadoğu gibi gerici-faşist iktidarların ezilen, baskı altında tutulup her gün zulme uğrayan milyonların yaşadıkları cehennem göz önüne alınınca elbette ileri, olumlu bir duruma işaret eder. Bir reformlar hareketi olarak elbette desteklenmesi gerekir, daha ileri mevzilerin elde edilmesi için elbette çaba harcanması gerekir. Fakat bölge ve dünya halklarına gerçek çözüm ve kurtuluş umudu olarak böylesine bir sistemin sunulması karşısında da kararlı bir doğru yanlış temelinde ideolojik mücadele yürütülmesi gerekir. Hedefimiz gayet açık ve nettir. Bizler dünya halklarını kurtuluşa götürecek yegane çözüm olarak sosyalizm ve durmaksızın ilerleyeceğimiz komünizmi hedeflemekteyiz. Emperyalizm ve proleter devrimler çağındayız ve çağın dünya halkları açısından ihtiyacı burjuva dünyanın sınırlılıklarını aşmayan iyileştirmeler değil, sosyalizmin kendisidir. Ya Sosyalizm Ya Barbarlık sözünün bu kadar güncel, yakıcı bir sorun olarak karşımızda durduğu bir süreçte emperyalist-kapitalist sistemi hedeflememek, burjuva düzende bazı iyileştirmeleri savunmak oportünist-liberal sınıf uzlaşmacılığından başka bir anlam ifade etmez. Dikkat edilirse ne Abdullah Öcalan ne de Öcalan’ın fikirlerini yaşamsallaştırmaya çalışan PYD’nin emperyalist-kapitalist sistemle, bölgedeki gerici-faşist devletlerle bir sorunları yoktur. Bütün açıklamalarında ve hazırladıkları yasalarda bütün bu güçlere saygı duyulacağı, bunlarla barış içerisinde birarada yaşanılacağı ifade edilmektedir. Unutmamak lazım, gerçekleştirilen her devrimin sınıfsal karakterini belirleyecek olan mülkiyete karşı bakış açısı ve tavrıdır. Bu anlamıyla RTS’nin anlayışı mülkiyeti ortadan kaldırmak, sömürüyü sona erdirmek değil, bunları ‘’ahlaki’’ bir şekilde muhafaza etmektir.

Rojava’da yazılan anayasa dışında politik-pratik sahaya baktığımızda da anayasaya uygun bir hattın izlendiğini göreceğiz. Gerek PYD eş başkanları ve yöneticilerinin zaman zaman gerçekleştirdikleri açıklamalar ve girilen ilişkiler gerekse de bu gücün başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist blok güçlerle geliştirdikleri ilişkiler önemli problemleri içermektedir. Burada gerici kuşatma ve katliam tehdidi altında, taktik olarak düşman güçlerle girilen ittifakları, ilişkilenmeleri kastetmiyoruz. Bu durum her devrim, savaş sürecinde yaşanabilecek şeylerdir. Fakat Rojava’daki sorun esas olarak bu değil, birçok kez açıklanan ve pratikleştirilmeye çalışılan emperyalizm algısıdır. Bu konuda PKK-PYD’nin yönelimi oldukça sorunludur. Emperyalist-kapitalist sisteme dair herhangi bir rahatsızlık yoktur. Abdullah Öcalan’ın ABD ve AB’yi örnek ve model demokrasiler olarak göstermesi bu tavrın sağlamasıdır aynı zamanda. PYD önderliğinde özellikle son iki yıldır, bütün gerici kuşatmalara ve katliam tehditlerine karşı gösterilen muazzam direniş ve elde edilen kazanımlar bu gerçeklerin üstünü örtmemelidir. Rojava’da özellikle kadınların yaşamlarında gerçekleşen muazzam değişimler elbette hakkıyla ifade edilmeli ve örnek alınmalıdır. Kürt ulusunun daha birkaç yıl öncesine kadar yok sayıldığı bir bölgede şimdi elde edilen kazanımlar, yaşanan değişim elbette bizimde kazanımlarımızdır ve bu kazanımları desteklemek, ilerletmek için her türlü destek ve çalışma yapılmalıdır. Tüm bu yaşananlardan sonra Rojava’da demokratik-ulusal bir devrimin gerçekleştirildiğini vurgulamak gerekiyor. Rojava’da eski sınıfın (BAAS Rejimi) egemenliğinin sona erip yerine başka, yeni bir sınıfın egemenliğinin geçtiği SİYASAL bir devrim gerçekleştirilmiştir. Bu geçiş başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulus ve azınlıklar, kadınlar için çok önemli iyileşme ve avantajları da beraberinde  getirmiştir. Fakat bir toplumsal sistemin topyekün alt üst oluş yaşayıp başka bir toplumsal sisteme dönüştüğü bir devrim söz konusu değildir. Ki PYD sözcüleri de yaptıkları açıklamalarda sık sık yaşananların bir devrim olmadığı vurgusunu yapmaktadırlar. Zaten Abdullah Öcalan ve PKK’de bilindik tarzda devrimler döneminin kapandığını, kendilerinin de devrimden yana değil, devleti demokrasiye duyarlı hale getirme çabası içerisinde olduklarını sık sık vurgulamaktadırlar. ‘’Üçüncü Yol’’ olarak ifadelendirilen bu görüşlerin yaşamda bir karşılığı söz konusu değildir. Bugün üçüncü bir yol ya da tarafsızlık söz konusu olamaz. Emperyalist-kapitalist sistemin geldiği aşama bunu dayatmaktadır. Ya o ya da bu düzeyde bu sistem içerisinde yer alınacaktır ya da bu sistemden köklü bir kopuş perspektifiyle sosyalizm mücadelesi tarafında durulacaktır. Ara ve orta yol yoktur. Zira orta yol, her kime aitse onun tükenişinin yolduru aynı zamanda.  

Karşılaştırmalı Anayasa Taslakları!

Bu başlık altında İsviçre ve SSCB anayasası ile Rojava Toplumsal Sözleşmesi’ni mülkiyet meselesine dair maddeler üzerinden ele alıp, Maoist Komünist Partisi’nin ilan etttiği Sosyalist Cumhuriyetler Birliği programından bazı maddelere yer vereceğiz. Söz konusu karşılaştırmalar hem mevcut durumu hem de dün ve bugün savunduğumuz Anayasaları daha iyi anlamamız için faydalı olacaktır.

‘’Madde 3: Temel amacı insanın insan tarafından sömürülmesini ve toplumun sınıflara ayrılmasını tamamen yok etmek, sömürücüleri acımaksızın ezmek, toplumu sosyalist bir temelde örgütlemek ve sosyalizmin bütün ülkelerde zaferini kazanmak olan Asker, İşçi ve

Köylü Temsilcileri Sovyetlerinin Üçüncü Tüm-Rusya Kongresi aynı zamanda şunları da karara bağlar:

a. Bütün toprakların toplumsallaştırılmasının ardından toprakta özel mülkiyet lağvedilmiştir; bütün topraklar halkın tümüne aittir; toprak hiçbir karşılık beklemeden ve eşit toprak kullanım ilkesi ışığında tüm emekçi halka dağıtılacaktır.

b. Bütün ormanlar, maden kaynakları ve ulusal öneme sahip su kaynakları, bütün büyük ve küçükbaş hayvanlar, çiftlik demirbaşları, taşınamaz mülkler ve tarımsal teşebbüsler halkın malıdır.

c. İşçilerin kontrolü ve Yüksek Ekonomik Konsey’e dair Sovyet yasaları, emekçilerin sömürenleri üzerindeki iktidarını güvence altına almak için ve bütün fabrikaların, madenlerin, tren yollarının ve bunun dışındaki üretim ve taşıma araçlarının İşçi ve Köylü

Sovyetleri Birliği’ne devrinin bir ilk adımı olarak, burada tasdik olunur.

d. Sovyetlerin Üçüncü Kongresi, çarlık hükümetleri, toprak sahipleri ve burjuvazi tarafından pazarlık edilmiş bütün kredileri fesheder ve bu hareketi uluslararası bankacılık ve finans kapitale vurulmuş ilk darbe olarak addeder. Aynı zamanda bu Kongre, Sovyet egemenliğinin, işçilerin sermaye düzenine karşı uluslararası ayaklanması nihai zafere ulaşana kadar, bu yol boyunca hızla yükseleceğine dair güvenini tekrar ifade eder.

e. Emekçilerin egemenliğinin güvenceye alınması ve sömürenlerin tekrar başa gelebilmesinin tüm ihtimallerinin ortadan kaldırılması için emekçilerin derhal silahlanması, işçilerin ve köylülerin sosyalist Kızıl Ordusunun kurulması ve varlıklı sınıfların derhal ve tamamıyla silahsızlandırılması burada karara bağlanır.( Sovyet Anayasası-1918)’’

 

‘’Mülkiyet Güvencesi (Md. 26):

1. Mülkiyet hakkı tanınmıştır.

2. Kamulaştırmalar veya kamulaştırma benzeri mülkiyet sınırlandırılmaları halinde, hak sahiplerine tam tazminat ödenecektir.

Ekonomik Özgürlük (Md. 27):

1. Ekonomik özgürlük tanınmıştır.

2. Bu çerçevede özgür meslek seçimi ve bunun gibi kazanç getiren özel işe girme ve bu işte faaliyet gösterme özgürlüğü anlaşılır.(İsviçre Anayasası-1999)’’

 

’39. Madde: Yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikler bütün toplumundur. Bunların kullanımı, harcanması ve işletilmesi ilgili yasalarca düzenlenir.

40. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki tüm emlak ve topraklar halkındır. Bunların kullanımı ve dağılımı ilgili yasalarca düzenlenir.

41. Madde: Mülkiyet ve özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır. Yasadışı olarak hiç kimse mal ve mülklerini kullanım hakkından mahrum bırakılamaz. Hiç kimsenin toprağı ve mülkü elinden alınamaz. Kamu çıkarı için alınması gerekiyorsa da karşılığı ödenmelidir.

42. Madde: Demokratik Özerk Yönetimler’deki ekonomik sistem; toplumsal gelişim, adalet ve üretimin devamı üzerine kuruludur ve bilimsel-teknolojik imkanlara dayanır. Üretimin geliştirilmesi ve ekonomik icraatların amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak ve onurlu bir yaşamı tesis etmektir. Demokratik Özerk Yönetimler ‘Herkes çalışmasına göre kazanacak’ esasına göre ortak bir ekonomi ve meşru bir yarışı kabul eder, tek elde toplamayı (stoklama) yasaklar ve toplumsal adaleti tesis eder. Ulusal üretim araçlarının mülkiyeti tesis edilir, yurttaş, işçi ve doğa hakları korunur ve ulusal egemenlik güçlendirilir.’’(Rojava Anayasası-2014)

‘’ 78) Büyük bankalar tasfiye edilecek, büyük sanayi ve ticaret işletmeleri devletleştirilecek yer altı, yer üstü zenginlik kaynaklarının tümü sosyalist kamu mülkiyetine dönüştürülecektir.

Nitelik bakımından komprador tekelci kapitalist olan ya da özel kişiler tarafından yönetilemeyecek boyutta büyük olan girişimler ister yerli ister yabancılara ait olsun sosyalist devlet tarafından el konularak işletilip yönetilecektir. Yine emperyalist ve yabancı kapitalist devletlere, komprador bürokratik tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerine özelleştirme adı altında peşkeş çekilen kamu iktisadi teşekküllerinin tümü sosyalist kamu mülkiyeti haline getirilecektir.

 

79) Emperyalist devletlere, Dünya Bankasına, OECD, IMF, çok uluslu şirketler vb. gibi emperyalist mali sermaye kuruluşlarına olan borçlar ve yükümlülükler tek taraflı iptal edilecek, emperyalist tekelci sermayeye ait kapitalist işletmelere el konulacak, emperyalistlerin ülkede bulunan askeri üs vb. kuruluşlarına el konulacaktır.

 

80) Devlet girişimleri sosyalist niteliğe sahip olacak. Bu, aynı zamanda bütün toplumsal ekonominin önder gücünü yaratacaktır. Bu cumhuriyetin ekonomisi; sosyalist kamu sektörü ve kooperatif sektöründen oluşacaktır.

81) Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulacak ve topraklar sosyalist kamu mülkiyeti ve kooperatiflerin denetimine devredilecektir. Devletin mülkiyetinde olup işletilmeyen tarıma elverişli bütün araziler üzerinde sosyalist nitelikte devlet üretim çiftlikleri kurulacaktır.

92) İşçi ve emekçiler devletinde, işçi sınıfı ve diğer emekçileri sadece çalışan derekesine düşüren, kendi iktidarlarından dışlayan, proletarya adına bu işi birilerinin yürüttüğü anlayışlardan kesinlikle kopulmakta, işçi ve emekçilerin çalışma koşulları, bir zat kendileri tarafından, yasama, yürütme, yargı, üretim, denetim ve yönetimde söz sahibi olacakları ve pratik rol oynayacakları biçimde düzenlenecektir. Dünyada ulaşılan bu günkü teknikle, işçi ve emekçilerin 4 saatlik bir çalışmayla gerekli olan toplumsal üretimi gerçekleştirecekleri kabul edilen bir gerçektir. Bu gün savunulan 4 saatlik çalışma süresini insan merkezli hale getirme ve sürekli azaltma siyasetinde ısrar edilecek, bu noktadaki kararlar işçi ve emekçiler tarafından alınacaktır. Çalışanların düzenli bir planlamayla ücretli dinlenme hakkı garanti edilecek, fazla mesai ve gece çalışma zorunlu haller dışında yasaklanacaktır. Üretimde erkek ve kadınlar için aynı emeğe, aynı ücret karşılığı prensibi uygulanacaktır.

95) Proletarya ve tüm emekçilerin Sosyalist devletine ait olan fabrika ve işyerlerinin her türlü yönetimi çalışanların seçtiği, görevden aldığı toplantı ve kongrelerde denetlediği işçi-emekçi meclislerine devredilecek, her fabrika ve iş yerinde merkezi planlamanın öngördüğü üretimden fazla gerçekleştirilen bölümü ise, çalışanların hakkı olarak genel halk meclisine devredilecek, bu hakkın hangi yönde kullanılacağına tamamen meclis karar verecektir. (Maoist Komünist Partisi, Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Programı- 2013)

 

Önceki İçerikYemen’deki savaş bizlere neyi göstermektedir!
Sonraki İçerikYDSB’den faşizmin baskı ve itibarsızlaştırma politikalarına karşı açıklama