Can dost – 3

Yüksel Cihan

Bugün hazirana da, sana da “merhaba”  diyorum. Ama ilkbahar daha son demlerini sürüyor. Geçen gün “bu yıl ilkbahar çok nazlı” demiştim, ama “sindire sindire geldi” demek daha doğru olurdu herhalde. Böylelikle de aslında, uzun bir ilkbahar yaşamış olduk. Gerçekten de, belki de henüz şubat ayındaydı, ilk çiğdemlerin boyunlarını topraktan mahzun ve usuldan uzatmaları. Buna karşın, güneş hiç kışkırtıcı davranmadı, badem çiçeklerine. Erik, şeftali, kayısı ve diğer meyve ağaçları birbiri ardına çiçeğe durduğunda kasıp kavurmadı. Sevdalı bir yürek gibi kabardı toprak, yağmur içine işledikçe. Mayısın birkaç günlük boğucu sıcağını saymazsak, bol yağışlı ve bol çiçekli günleri ve kokularıyla hiç gitmeyecek gibi duruyor. Biz de balkonda saksılara çiçek diktik, ikisi mor menekşe; kurutulmuş menekşe bezeli mektupları anımsadım, koygun karanlıklara direnen yaşama sevincinin belirtisi…

Belli ki, bereketli bir yıl olacak; ama, kimsesizliğin ve ilgisizliğin çoraklığında kalmış köylümüzün yüzü hiç gülecek gibi görünmüyor. Büyük emperyalist “küresel” kriz, doğanın bu cömertliğinden hiç mi hiç eser bırakmayacak gibi görünüyor. Özellikle son yıllarda IMF ve Dünya Bankası programlarıyla geliştirilen, ülkemiz tarımının dışa-bağımlılığındaki artış, “küresel” krizin etkilerinin de daha yakıcı ve yıkıcı biçimde yansımasına yol açacaktır. Bugünlerde elimde, Dr. Necdet Oral’ın yazdığı ve Ziraat Mühendisleri Odası tarafından 2006 yılında yayınlanan, Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar adlı kitap var. Çalışma, “IMF ve Dünya Bankası Programlarının Türkiye Tarımına Etkileri”ni inceleme konusu yapıyor. Kitaptan, bu yöndeki kimi bilgileri, seninle paylaşmak istiyorum.

Burada da belirtildiği üzere, emperyalist güçler, daha 19.yy’da Osmanlı döneminde ülke tarımının kanını emmeye başlıyorlar. Özellikle Ege kıyı bölgesi ve Çukurova, bahçe ürünleri ve sanayi bitkilerinin üretiminde ve dış-satımında dışa-bağımlılığın ilk halkalarını oluşturuyordu. Tarımın kimi kesimlerinin demiryolları ve limanlarla uluslararası pazarlara açılması, üretimde ve tarımsal yapıda değişimlere kaynaklık etmiştir. Ama tarımdaki bu değişimler, asıl olarak emperyalistlerin gereksinmelerine bağlı kalmıştır. Örneğin, aktarılan bilgilere göre, 1861’de Amerikan iç savaşının çıkmasıyla, İngiliz sanayisinin ham pamuk gereksinimini karşılamak üzere Batı Anadolu’da üretimin yoğunlaştırılması yoluna gidilmiş ve bu yönde çıkartılan bir fermanla sağlanan teşvik ve kolaylıklar sayesinde, 1863-67 döneminde üretim on kat arttırılabilmişken; Amerikan pamuğunun yeniden devreye girmesiyle, üretimdeki düşüşün bedelini ödeyen yine yoksul üretici köylü olmuş, tüccarlara ödeyemedikleri borçları nedeniyle topraklarına el konulmuş bulunuyor.

Cumhuriyet döneminde, ekonomik yapıda hemen hemen önemli bir değişimin ortaya çıkmadığı; 1929 Büyük Bunalımı’nın da tarımsal kesimin ve yoksul köylülüğün üzerine ağır bir yük bindirerek yansımasına yol açtığı görülüyor. Ekonomik bunalıma girilmesiyle, tarımsal ürün fiyatlarında, resmi fiyatlara göre, 1927-35 kesitinde %30 ile %70 arasında değişen oranlarda varan “büyük ölçülerde ve sürekli bir düşüş yaşanmış” olduğu saptanıyor. Aynı dönemde, sanayi ürünleri fiyatları, dünya piyasasına göre çok daha yavaş bir düşme eğilimi göstererek yaklaşık %20 gibi kalınca, fiyat makası köylü aleyhine açılınca, yine tefeciye el avuç açmak durumunda kalmış ve karşılığında rehine verdiği topraklarından olarak, eski mülklerinde yarıcı ya da işçi olarak çalışmak durumunda kalmışlardır.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemi, emekçi köylülük açısından ekonomik yükün daha da ağırlaşması anlamına gelmiştir: Bir yandan, bir milyona yakın yetişkin erkeğin orduya alınması sonucu, tarımsal işgücü azalırken; diğer yandan çıkartılan Milli Koruma Kanunu’yla getirilen; (a) emek yükümlülükleri, (b) para olarak vergileme, (c) tarımsal ürüne el koyma yoluna gidilmiştir. “Her türlü vurgun, karaborsa ve tefeciliğin yaygın biçim aldığı bu yıllarda, kır ve kent emekçileri, küçük üreticiler ve sonuçta çalışan tüm yığınlar, en temel biyolojik gereksinmelerini bile karşılayamayacak bir yaşam düzeyine indirilirken, bir avuç tüccar ve tefeci, belki de tarihimizin en büyük soygununu bu dönemde yapmış oluyorlardı. Üretim ve yatırım düzeyi gerileme noktasında olmasına karşın, bu dönem belli ellerde büyük sermayelerin toplandığı”, toplumumuzda -yaygın deyimle- “hacıağalar”ın boy gösterdiği yıllar olduğu aktarılmaktadır. Yine o yıllara özgü bir başka söylenti de, geniş halk kesimleri kıtlık içerisindeyken, silolarda stoklanan buğdayların çürüyüp kurtlandığıdır. Açıkçası, sözkonusu buğdayların, istatistiklerde görülmemekle birlikte, faşist Almanya’ya satılmış olabileceğini düşünüyorum, tıpkı savaş sanayiinde kullanılan krom madeni gibi. Çünkü o yıllarda, Türkiye’nin dış ticareti %100’ün üzerinde fazla vermektedir ve bu ticaret içerisinde Almanya hemen hemen en büyük payı almaktadır (her ne kadar İngiltere’nin baskılarıyla azalarak %20’lere inse de).

Paylaşım Savaşı sonrası yıllar, ülkemiz tarımının emperyalist metropollerin gereksinmelerine göre yeniden düzenlendiği dönem olarak, köklü değişimlere tanıklık etmektedir. Uluslararası kapitalizmin baş egemeni, artık ABD olmuştur; savaş öncesinin efendilerinden Fransa, Alman faşizmine teslim olmuş, İngiltere ise tüyleri yolunmuş aslana dönmüştür. ABD, sözüm ona Almanya’ya karşı 6 Haziran 1944’de Normandiya çıkarmasını yaptığında, aslında Avrupa’nın hemen hemen her köşesi, gerek partizanlar gerekse de Kızıl Ordu’nun ellerindeki  kızıl bayrakların gölgesi altına girmişti. Başka bir deyişle, ABD, Normandiya çıkarmasıyla Avrupa’yı Nazilerden değil, “Kızıllar”dan kurtarmıştı. Yine bu yönde savaş sonrasında da, Avrupa kapitalizminin yeniden yapılandırılmasını görev bilmişti. “ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın, Avrupa’nın ekonomik canlanmasına desteğin ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu belirten açıklamasıyla açıklanan Marshall Planı’nı yürütmek amacıyla ve 16 Avrupa ülkesinin katılımıyla 22 Eylül 1947’de OEEC (1961’den sonra OECD) kurulmuştur.”

Kapitalizmin uluslararası işbölümünde, yarı-sömürge ülkemize de, sanayisini yeniden kuracak Avrupa’nın tarımsal gereksinimlerini karşılamak ve sanayi ürünleri için pazar oluşturmak görevi verilecektir. Kemalist CHP’ye toz kondurmaya yanaşmayan Türkiye solundaki yaygın kanının tersine, emperyalizmin politikalarının yürütülmesi, 1950’de Demokrat Parti’nin hükümete gelmesiyle başlamamıştır. CHP hükümetinin 1947’de -Şevket Süreyya’nın hazırladığı planı rafa kaldırarak-, kabul ettiği Kalkınma Planı ABD hükümet uzmanı Thornburg’un raporu doğrultusunda oluşturulmuştu. ABD ile “Askeri Yardım” anlaşması yine aynı yıl, “Ekonomik İşbirliği” anlaşması ise 1948’de imzalanmıştır. “Katılan ülkelerde sınai ve tarımsal üretimi artırmak”, Marshall Planı’nda temel ilke olarak konulmasına karşın, toplam 13 milyar dolarlık Marshall Planı’ndan, 1948-52 yılları arasında aldığı 354 bin dolarlık payı, tarımın makineleşmesi, madencilik, enerji, ulaşım gibi altyapı yatırımlarında kullanmıştır.

Bu dönemde, tarımsal kesimde en belirgin göstergelerden başta geleni, tarım makinelerinin sayısında görülen artıştır: 1936’da 961 adet olan traktör sayısı 1948’de 1.756’ya, 1952’de 31.415’e yükselirken; yine 1936’da 104, 1948’de 994 olan biçer-döver sayısının 1956’da 6 bini geçtiği, aktarılan bilgiler arasında yer almaktadır. Bunun sonucu, 1948 yılında ekilen arazinin %0.6’sı traktörle işlenirken, bu oran 1950’de %8.6’ya, 1955’de 14.4’e çıkmıştır. Yine bu dönemde, aynı yönde 1950 yılında sulanabilen tarım arazisi 50 bin hektar iken 1 milyon hektarı aştığı; ekilen arazinin 1928’de 6.6 milyon, 1948’de 13.9 milyon hektar iken 1956’da 22.5 milyon hektara ulaştığı; tarımda girdi kullanımının arttığı, örneğin kimyasal gübre kullanımının 1948’de 14 bin ton iken 1956 yılında 82 bin tona çıktığı; tarımsal üretimde verimlilikte de artış gözlendiği aktarılan bilgiler arasında bulunuyor. 1946-53 yılları arasında tarımsal gelişme, ortalama yıllık büyüme hızı 13.2 olarak gerçekleşirken, milli gelir içerisindeki tarımın payı da %43.6’dan %44.7’ye çıkmakla birlikte; iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine geliştiği bilgisi aktarılmaktadır.

Buna karşın, tarımsal kesimdeki gelişmelerden asıl yararlananlar küçük üretici emekçi köylülük değil, büyük toprak sahipleri olmuştur. 1951 yılında hazırladığı raporda “tarıma öncelik” politikasını öğütleyen Dünya Bankası Misyonu üyelerinden William H. Nicholls’ın 1955’lerde yaptığı, D. Avcıoğlu’ndan aktarılan, değerlendirme şöyledir: “1953’te Türkiye’nin tarımı makineleştirme programından doğrudan doğruya yalnızca 25-27 bin kadar çiftçi ailesi yararlanmıştır ki, bu, %1’den biraz daha yüksek bir oranı ifade eder. (…) Türkiye –önce sanayide, sonra tarımda- “vitrin” gösteriş tipi diyebileceğim bir ekonomik kalkınma politikası izlemiş, yani geniş halk kitleleri aleyhine, küçük bir üretici grubu son derece korumuş, yardım etmiş, şu ya da bu biçimde imtiyazlandırmış ve böylece bunları halkın pek azının katıldığı bir ilerlemenin simgesi haline getirmiştir.” Bu dönemde, özellikle makine ile tarım yapılan tarım işletmelerinde, mülkiyet yoğunlaşmasının %77 düzeylerine ulaştığı bilgisi, yine Avcıoğlu’ndan aktarılıyor.

Dr. Necdet Oral kitabında, 1960’lı yıllarda ülkemizde tarımsal kesimin emperyalizmin çeşitli programlarının uygulama alanını oluşturduğunu, bu programlarda; birincisi pazarın en geniş biçimde büyütülmesi, ikincisi de yoksul köylülüğün devrimci potansiyelinin düzen sınırları içerisinde etkisizleştirilmesinin hedeflendiğini ileri sürmekte; kooperatifçiliğin, bu doğrultuda kullanılan en önemli araçlardan birisi olduğunu ortaya koymaktadır. 1961 yılına değin devlete bağımlı kılınan kooperatifçiliğin gelişme gösteremediği; 1961 Anayasası ile başlayan yasal ve yönetsel düzenlemelerin de, devlete tam bağımlı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri eliyle geniş üretici yığınların egemen sınıflar adına denetim altına alınması ve toplumsal muhalefetin kırılması işlevi yüklendiği, kitapta ilginç bir bilgi olarak yer alıyor ve 1980’lere kadar bu alanda yaşanan gelişmeler anlatılıyor.

1960’lardan 1980’e kadar uygulanan ithal ikameci sanayileşme, kuşkusuz dışa bağımlılığın başka bir bicce dilimini oluşturmaktan öte gidememiştir. Başka bir deyişle, ithal ikameci sanayileşmeyi, “yerli sanayileşme” saymak yanıltıcı olmaktadır. Ara malları ve sermaye malları yönünden, büyük ölçüde dışalıma dayanan ithal ikameci sanayileşmenin hedefi de iç pazar olarak belirlenmiştir. Bu dönemde tarımın GSMH içindeki payının %36’lardan %27’ye gerilerken, sanayinin payı %17.5’tan %21.2’ye yükseldiği hesaplanıyor. Buna karşın, bu dönemde desteklenen tarım ürünleri sayısı ve tarıma verilen sübvansiyonların çeşitli biçimlerde artış gösterdiği, iç ticaret hadlerinin de tarım lehine geliştiği hesaplanmaktadır. Kuşkusuz, ekonomideki bu gelişmeler köylülüğün tüm sınıf ve tabakalarına aynı biçimde yansımamaktadır. Dünya Bankası’nın 1977’de yayınladığı raporda, bu gerçeklik şöyle aktarılıyor: (a) Kırsal kesim kamu yatırımları, kırsal gelir dağılımındaki adaletsizliği arttırmış, Türkiye, Meksika ve Brezilya ile birlikte dünyada en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkelerden birisi olmuştur.  (b) Destekleme politikaları zengin çiftçilerin yararına, yoksul köylülerin aleyhine olmuştur. (c) Kredi politikaları en çok büyük ölçekli ticari tarım işletmelerine yaramıştır.

Ülkemiz tarımında emperyalizme bağımlılık üzerine yaptığım incelemeye de, mektuba da uzun zamandır ara verdim. Gündemle ilgili başka konulara yönelmek durumunda kaldım. Bunları da, yeri geldikçe seninle paylaşmak istiyorum; ama uzattığımın da ayrımındayım ve merakını gidermek için kısaca değineyim.

2009 Yerel seçimlerinde, Kuzey Kürdistan’da tam bir hezimete uğrayan devlet, zaman geçirmeden saldırı politikasını tırmandırdı. Bir yandan DTP yöneticilerine yönelik yaygın tutuklamalara giderken, Kürt parlamenterler üzerindeki tehditlerini yoğunlaştırdı; kuşkusuz askeri operasyonlarla halka yönelik şiddeti de eksik etmeden. Kürt ulusunun iradesini yok etmeye çalışarak, “Kürt Açılımları”na yönelen devlet, Obama’nın bölge politikalarında aktörlük yapmayı sürdüreceğini ortaya koyuyor. Kürt politik önderliği de, bölgesel sorunların ve bu kapsamda Kürt sorununun da, barışçıl çözümünden yana beklentisini sürdürüyor.

Türkiye sosyalist hareketi, Kürt sorununda bağımsız bir duruş geliştirme özelliğini giderek yitiriyor. Bir kesimi ezilen ulusun mücadelesini desteklemeyi, her ne olursa olsun DTP’nin politikalarını desteklemeye indirgerken; bir diğer kesimi de öteden beri egemen olan ezen ulus şovenizminin iyiden iyiye etkisi altına girmiş görünüyor. Öyle ki, bazı çevreler Lenin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesini, Wilson’un “self-determinasyon” ilkesiyle özdeştirebiliyor ve taktik bir ilke olarak her zaman geçerli olamayacağını ileri sürebiliyorlar. Yine benzer  yönde, TKP yöneticilerinden Aydemir Güler (Yolları Birleştirmek, Yazılama Y., 2009), “reel sosyalizmin çökmesiyle, ulusal sorunda emperyalizmin belirleyici konuma geldiği”, Kürt politik önderliğinin burjuva kesimlerle ve emperyalizmle uzlaştığı gerekçesini, düşüncelerine dayanak yapabiliyor.

Elbette ki, Lenin’in de ortaya koyduğu gibi,  ulusal sorun özünde burjuva-demokratik bir sorundur; ama emperyalizm çağında bu sorunun çözümü de, proleter devrimin bir parçası durumuna gelmiş, çözümü de işçi sınıfının omuzlarına kalmıştır. Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, ulusal sorunun bu yönde proleter çözümünün temel ilkesi olarak görülmelidir. Wilson’un “self-determinasyon”u ise emperyalist güçler tarafından sömürgeler biçiminde paylaşılan dünya pazarlarının yeniden bir paylaşıma bağlanması politikasının gereği olarak ileri sürülmüştür. Başka bir deyişle “yeni sömürgeci” emperyalist politikadır.

Böylesi bir süreçte, 27-28 Haziran’da DHF tarafından İbrahim Kaypakkaya anısına düzenlenen Sempozyum’un konusunun “Ulusal Sorun-Kürt Sorunu” olarak belirlenmesi özel bir önem kazanmıştı. Kaypakkaya’nın başta ulusal sorun ve Kemalizm üzerine görüşleri olmak üzere, Türkiye sosyalist hareketi tarafından daha yaygın biçimde benimsenmeye başlandığını görüyoruz. Bu yıl Çorum, Ankara ve İstanbul’da kitlesel olarak yapılan Kaypakkaya anmalarında, Denizler ve Mahirlerle birlikte ‘71 devrimci çıkışının önderleri olarak Türkiye devrimci hareketinin ortak değeri olarak geleceğe taşınırken, O’nun politik özgünlüğü belirginleşmeye başladı.

İbrahim Kaypakkaya, ser verip sır vermeyen bir “önder” olarak insanlığın belleğine işlenirken; O’nun katledilmesine uşaklık edenlerin sonu bellidir. İşte bu uşaklardan birisi, Fehmi Altınbilek, yıllarca gözden uzak tutulmuş ve “üstün hizmetleri” karşılığında korunmuşken; eski Susurluk, yeni Ergenekon çetecileriyle birlikte çalıştığı (Çanakkale’de İbrahim Şahin, Korkut Eken, Veli Küçük’le gizli toplantılar yaptığı ) ortaya çıkarılmıştı. Ergenekon’un Çöküşü 1 ve 2 ile Kod Adı Darbe kitabının yazarı Zihni Çakır, tutukluyken yazdığı bir mektupta ise: 28 Şubat darbesinde devlet tarafından kullanıldığı açığa çıkan aczmendilerin askeri kışlada kimler tarafından eğitildiğini araştırırken (liderleri Müslüm Gündüz’le basılan Fadime Şahin’în aslında bir tele-kız olduğu ve devlete çalıştığı da, basında yer aldı); Ergenekon sanığı eski JİTEM başkanı Arif Doğan’la birlikte, Altınbilek’e de dikkat çekmekte ve sorgulanması gerektiğini belirtmektedir.

Bir can dostu daha sonsuzluğa uğurladık, sevgili Kutsiye’yi: “Candır/ can dost!/ Bakışının karası/ Bende kurşun/ Sende yürek yarası./ Candır/ Can dost/ İki kaşın arası/ Sende sevda/ Bende kavga yarası./ Candır/ Can dost/ Gülüşünün alası/ Sende yeşil/ Bende ilk tan alası” diyen, O duygu ve bilgi yüklü kadını; sitemsiz ve yalın kişiliğiyle, O saygın insanı. Özellikle 12 Eylül sonrasında çözülmenin, yılgınlığın, teslimiyetin, kaçkınlığın karşısında ideolojik mücadeleyi yükselten Kutsiye Bozoklar; mücadelenin her somut koşulda sürdürülebileceğinin canlı bir örneği, ülkemizin Ostrovskisi oldu. Mücadele kaçkınlarından koşulların elverişsizliği gerekçesine sığınanlara karşı, somut koşulların mücadelenin sürdürülüp sürdürülmeyeceğini değil, mücadelenin somut biçimini belirleyebileceğini gösterdi.

Haziranın ilk günlerinde başlamışım yazmaya, temmuzun sonlarına geldik. Yaz sıcakları, daha da bastıracakmış. Bu yıl, beş-altı günlük bir kaçamak dışında, tatile de gidemeyeceğim. Oysa, bu yıl Munzur Festivali’ne gitmek muradındaydım. Geçen yıl, Festival’den hemen önce bir haftalığına gitmiş, bu yıl için de Festival’e katılmaya karar vermiştik, “kısmet değilmiş”…

Birlikte gitmek için sözleşmiştik, anımsarsın, ama… Sonunda, geçen yıl Dersim’e gittim. Gözelerinde Munzur suyunu yudumladım, Mercan Çayı’nda yundum, Düzgün Baba’nın çiçeklerinin renk ve kokusunu güneşte yanan tenime sürdüm, elleri bereketli köylü kızlarıyla söyleştim, çıkında felsefe ve şiir kitabı taşıyan çobanıyla tanıştım, toprak kokulu yüzlerine acıyı işlemiş yaşlılarından klamlar dinledim, karanlığın olası konuk adımlarına kulak kabarttım, gece yangınlarının yakıcılığında korlandı yüreğim, yıkılası Mercan kayalıklarına ilendim, Siheng’e vardım. Yine, dağ rüzgarlarının türküleri sarıyordu çevreni…  Can dost, mermerin soğuğuna işler mi öpüşlerin sıcaklığı, duydun mu geldiğimi başucuna…?

Özlemle…

Önceki İçerikCan dost – 2
Sonraki İçerikCan dost – 4