Can dost – 5

Yüksel Cihan

Yine yağmurlu bir gün, gri bulutlar kaplamış gökyüzünü, güneş arada bir görünüp gözden yitiyor. Aylardır kentin kuşatan bu kurşuni ağırlık, sanki benim üzerime de çöküyor. Her şey yorucu geliyor, zorunluluklar dışında yerimden kıpırdamak bile gelmiyor içimden. Kendimle baş başa kaldığım zamanlarda, seninle koyulduğum söyleşilerimi de aktaramadım bu sürede. Yoksa, tembelliğime gerekçe aradığımı mı düşünüyorsun(?)

Sabah sokağa çıktım, gece yine yağmur yağmış. Yağmurdan değil yakınmam, hele nisan yağmurlarını severim. Çocukluğumda, nisan yağmurunu içtiğimizi bile anımsıyorum, doğanın ve benliğimin yunup arındığını duyumsuyorum. Hem toprak, nisan yağmurlarıyla en güzel kokularına kavuşuyor sanki. Ne zaman genzimi yakan bir toprak kokusu alsam, Hasan’ı anımsıyorum; koğuşun karşı penceresine oturmuş, esrik biçimde toprak kokusuna kendisini kaptırmışken, kırların özlemiyle…

Kırları senin de nasıl sevdiğini anımsıyorum. Şimdi, uzak dağların menevişlenen kuytuluklarında bir rüzgar gibi dolaşsam da, sana anlatsam istiyorum. Tarla kuşlarının ezgilerinde dans eden ekinleri, dost gözlerin duruluğunda derenin çağıltısını, leylakların yağmur sonrası çıldırmış kokusunu, papatyaların gelinlik beyazlığında sevincini, mart ayazlarında çiçekleri kavrulan zerdali ve erik ağaçlarının mahzunluğunu…

Bu yıl da, köylünün umuduna gölge düştü, şimdiden; hasat mevsimini kaygıyla beklemekte, o zamana kadar nelerle karşılaşacağını bilmeden; doğaya bağımlılıktan kurtulamamış, yazgısını eline alamamışlık içerisinde. Yalnızca doğaya olsa bağımlılığı keşke; emperyalist boyunduruk altında, her geçen gün biraz daha bükülüyor halkımızın beli…

Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, borç cenderesine sokulmuş bir ekonomi, emperyalist güçler tarafından rahatlıkla yönlendirilebiliyor. IMF ve Dünya Bankası tarafından, özellikle 24 Ocak 1980’den sonra dayatılan programlarla tarımsal üreticilerin yıkıma sürükleyen politikaların, 5 Nisan’94 kararlarıyla yeni bir boyuta ulaştığı görülüyor. Necdet Oral’ın “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” kitabını incelemeyi sürdürüyorum. Bu kararlarda, tarımsal destekleme alımlarının kapsamının (şeker pancarı, hububat, tütün) daraltılması, bu kapsamdaki ürünlerin fiyatının belirlenmesinde değişikliğe gidilmesi ve fiyat desteği yerine doğrudan ödeme ve kredi kolaylıkları sağlanması yoluna gidilmesinin yanı sıra, tarımsal girdilerle ilgili sübvansiyonların da sınırlanması öngörülmüştü. Ayrıca, tarımla ilgili kamu kuruluşlarının finansman kolaylıklarının daraltılması; arz fazlası olan ürünlerde (öncelikle tütün) ekim alanlarının sınırlandırılması ve üretimi azaltıcı önlemlerin alınması ile özelleştirmeye yönelik taahhütler de, 5 Nisan kararlarında yer alıyordu. Bu kararların uygulanması sonucu destekleme alım miktarlarının toplam üretime oranının buğdayda %0,23 (1995), tütünde %51,5 (1995), kütlü pamukta %9,7 (1994), fındıkta %7,5 (1995), ayçiçeğinde %15,4 (1994)’e değin düştüğü saptanmış bulunuyor. Sermaye yanlısı bu kararların uygulanması sonucu, iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine değişimi sürdü ve tarım sektörünün göreli fiyatları %10 dolayında aşındı. Yine bu kararlara bağlı olarak, tarımsal KİT’ler yönelik özelleştirmeler yoğunlaştırıldı; YEMSAN’a ait 12 fabrika, SEK işletmelerinin hemen hemen tamamı, EBK işletmelerinin 12 tanesi 1994-95 yıllarında özelleştirildi.

24 Ocak Kararları, “Ekonomik İstikrar Paketi” olarak açıklanmıştı, aslında bozulmuş ekonomik istikrarı sağlamaktan öte, ekonomiyi yeniden düzenleyen bir politika olduğu ortaya çıktı. Benzer biçimde 5 Nisan Kararlarının da, sistemli bir politikanın adımlarını, emperyalist zincirin halkalarını oluşturduğu görülüyor.

Emperyalist zincirin ana halkalarından birisi olan, 1948’de yürürlüğe giren GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması)’nın işlevi, dünya ticaretinde serbestleşmeyi sağlamak olmakla birlikte, 1986’da başlayan ve çetin pazarlıklar sonucu Aralık 1993’te sonuçlandırılarak Eylül 1994’te imzalanan Uruguay Turu’na gelene değin; temelde sanayi malları ticaretine getirilen engellerin kaldırılmasını öngörmüş ve başlangıçta tarım, tekstil ve giyim ile hizmetler sektörü kapsam-dışında tutulmuştu. Uruguay Turu ile gidilen köklü değişikliğin nedenini ise N.Oral şöyle açıklıyor: “Atlantik’in her iki yakasındaki aşkın üretim kapasitesidir. ABD ve AB, her türlü destekleme aracını cömertçe kullanarak eriştikleri ve ulusal gereksinmelerinin çok üzerindeki tarımsal üretimlerini ihracatla eritmek konusunda karşılaştıkları güçlükleri aşmak için, öncelikle tarım ticaretini serbestleştirmeyi amaçlamışlardır”. GATT’ın ülkemiz tarımına olası, öngörülen başlıca etkileri şöyle sıralanıyor: i) Tarım ürünü ticareti uluslar arası kurallarla bağlanacak, ii) Destek fiyatlarının yerini borsa fiyatları alacak, iii) İç destekler aşamalı olarak kalkacak, iv) İhracat sübvansiyonları azalacak, dolayısıyla tarım ürünleri fiyatları artacak, hayvansal ürünler ithalatı faturası artacak, v) İç tüketimin bir kısmı ithalatla karşılanacak) Zamanla rekabet gücü olmayan kimi ürünler tasfiye olacaktır.

AB ile ilişkiler, emperyalizme bağımlılığın, bir diğer ana halkasıdır. Türkiye’nin ithalat ve ihracatının yarısına yakın bölümünü AB ile yapılan ticaret oluştururken; AB tarım ürünleri ithalatında yaklaşık beşte bir, ihracatında ise beşte ikilik bir paya sahiptir. Gümrük Birliği Anlaşması, sanayide olduğu gibi tarım alanında da yükümlülükler getirmiş; Türkiye AB’nin ortak gümrük politikasını uygulama zorunluluğu altına girmişti. Gümrük Birliği’nin yol açtığı ekonomik sonuçlar, dış ticaret açığının büyümesi, gerileyen sanayi ve tarım, hızla artan işsizlik ve yoksulluk olarak sıralanıyor. Bu sürecin belirgin bir göstergesi, AB ile ticaretteki açığın %65 oranında artması oluşturuyor. AB’ne yapılan ihracatta tarımın payı 1996 yılında %16,1 iken 2003 yılında %8,1’e gerilerken; aynı yıllar arasında, Türkiye AB ticaretinde toplam 67,8 milyar dolar açık verdiği hesaplanmış bulunuyor. Ortak Tarım Politikası (OTP)’na uyum sürecinde, “Türkiye; tarım işletmelerinin yapısındaki bozukluk, teknoloji kullanımındaki yetersizlik, düşük verimlilik gibi sorunlara bağlı olarak doğal kaynakları nedeniyle avantajlı olduğu ve meyve-sebze, tütün, pamuk gibi Topluluk tarımının tamamlayıcı nitelikte olabilecek ürünler dışında, çoğu tarımsal üründe, özellikle hayvansal ürünlerde toplulukla rekabet edemeyecektir. Tarımsal üretimde ve üretici gelirlerinde beklenen artış sağlanamayacak, hatta azalmalar ortaya çıkabilecektir. Ayrıca Türkiye çoğu stratejik tarım ürününde dışa bağımlı bir hale gelecektir.”

AB’nin genişlemeden sorumlu komisyon üyesi Verheugen’den aktarılan şu sözler, Türkiye’nin AB şirketlerinin tarım yatırımlarını kolaylıkla yapacağı ve pazarlayacağı bir ülke olarak görüldüğüne kanıt sayılmaktadır: “…10-15 yıl içerisinde AB’nin en güney ülkelerindeki pazarlarının yerine, önüne Türkiye çıkacak, Türkiye AB’nin en büyük pazarı olacak.” Bu yaklaşımın bir başka kanıtı olarak görülebilir: Dr. Necdet Oral, “AB’nin ortak piyasa düzenleri ve DGD [Doğrudan Gelir Desteği-b.n.] uygulaması, Türkiye’de sürdürülen tarımsal uygulamalara oranla, çok daha fazla müdahalecidir. Bu bağlamda da, Türkiye’nin uymakla olumlu etkileneceği” bir süreç olarak ileri sürdüğü OTP’ye uyması yerine, AB’nin ortak üye adayı olarak Türkiye’ye IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı politikaları sürdürmesini önerdiğini belirtmektedir.

IMF ve Dünya Bankası tarafından uluslar arası sermayenin çıkarları doğrultusunda dayatılan (stand-by düzenlemesi çerçevesinde Aralık 1999’da IMF’ye verilen niyet mektubu ve adı geçen banka ile imzalanan İkraz Anlaşmasında yer alan) ve siyasi iktidarlar tarafından adım adım uygulamaya konularak, tarım kesimini dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakarak çökertmeyi amaçlayan sözde “Tarım Reformu”nun içerdiği temel ögeler, şöyle sıralanıyor:

(a) Destekleme Fiyatları Reformu ve Doğrudan Gelir Desteği Sistemi: Hükümetin sübvanse ettiği girdi, kredi ve temel ürünleri fiyat desteklerine dayanan mevcut destekleme politikalarının aşama aşama ortadan kaldırılarak, DGD (Doğrudan Gelir Desteği) sistemiyle değiştirilmesi; bu süreç içerisinde destekleme fiyatlarının ilgili dünya fiyatlarına bağlı olarak ve hedeflenen enflasyon düzeyini aşmayacak oranda arttırılması temeline dayanan destekleme fiyatları reformunun uygulanması. Kamu kaynaklarından hedef tarım üreticilerinin gelir düzeyini etkilemek amacıyla yapılan transferler olarak tanımlanan DGD; üretimden bağımsız ya da üretimle belli derecede bağımlı doğrudan gelir ödemeleri olmak üzere iki biçimde uygulanabilmektedir. Türkiye’de arazi mülkiyetine göre uygulanan DGD’nin sakıncaları; i) işleyiş itibariyle, toprağı işleyeni değil mülk sahibini desteklediği, ii) sistemden aslan payını büyük çiftçilerin aldığı, iii) başvuru sayısı ve ödeme miktarındaki göreli artışa karşın, bütçeden DGD için ayrılan kaynakların azaltıldığı, iv) köylüyü üretime yabancılaştırdığı, v) üretim için gerekli finasın tarımdan daha uzaklaştığı, bu sistem çerçevesinde tarımda üretim planlamasını gerçekleştirmenin olanaksızlaştığı biçiminde sıralanmaktadır. Bu yolla fiyat destekleme sistemi bitirilince, düşen fiyatlarla tarım ürünlerini üretmek yerine ithal etmenin daha karlı olacağı; böylece ABD’nin ve AB’nin büyük tarım stoklarını Türkiye’ye ihraç etme olanağına kavuşacakları ortaya konulmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye’de uygulanan biçimiyle DGD, çiftçiyi verilen bir tür sadakaya dönüşmektedir.

(b) Girdi ve Kredi Sübvansiyonları: Gübre ve diğer girdi sübvansiyonlarının belirli bir süre nominal olarak sabit tutulması, kredi sübvansiyonlarının da aşama aşama ortadan kaldırılması getirilmektedir.

(c) Tarımsal KiT’ler ve Kooperatifler: Tarım satış kooperatifleri ve birliklerinin özerk hale getirilerek işletmesinde öncelik haklarının ve hükümetin rolünün ortadan kaldırılması; sektördeki devlet varlıklarının (TEKEL, ÇAYKUR, TŞFAŞ, EBK, TZDK, İGSAŞ, vb.) ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi; tarımsal KİT ve kooperatiflerin ürün alım miktarlarının azaltılması.

2000 Yılı başında uygulamaya konulan bu politikaların sonuçları, ülkemiz tarımındaki olumsuz gelişmeleri de özetlemektedir. Dünya Bankası’nın 2004 yılında yayımladığı Rapor’dan aktarıldığına göre: i) 1999-2002 tarımsal sübvansiyonların GSMH’ye oranının %3,2’den %0,5’e, tarımsal GSMH de 27 milyar dolardan 22 milyar dolara gerilediği, ii) 2002-2003 arasında gübre ve ilaç kullanımının %25-30 azaldığı, iii) 1999-2001 döneminde Türkiye’de üretilen başlıca tarım ürünlerinin brüt değerinin reel olarak %16, hektar başına üretimin dolar eşdeğerinin %28, tarım ürünleri fiyatlarının %40 oranında düştüğü, iv) DGD programının, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak %35-45’ini karşılayabildiği, v) Tarım kredisi faiz oranlarının negatiften pozitife döndüğü ve kredi alan çiftçilerin tarımsal gelirdeki azalma ve yüksek reel faizler nedeniyle borçlarını ödeyemedikleri ortaya konulmaktadır.

Köylümüzün boynunu büken bu yazgısı, ekonomik kriz koşullarında çalışma ve yaşama olanakları daha zorlaşan işçi sınıfımızınkiyle kesişiyor. IMF ve Dünya Bankası’nın programlarının öngördüğü doğrultuda yürütülen tarım politikaları, yalnızca emekçi köylülerin boğazını sıkmakla kalmıyor, tarım ürünleri sanayinde çalışan işçilerin ekmeğine de uzanıyor. Bunun en son örneği, özelleştirilen TEKEL’e bağlı işyerlerinde çalışan işçilerin iş akitleri feshedilerek, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunun 4/C maddesi uyarınca diğer kamu kuruluşlarında geçici işçi olarak çalıştırılmasına ilişkin uygulamaya geçilmek istenmesiyle gündeme geldi. TEKEL İşçilerinin tarihe geçen 78 günlük Ankara Direnişiyle, önce sözüm ona bir miktar iyileştirilen 4/C düzenlemesi, sonra da Danıştay kızağında beklemeye alındı. Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi köylülerinin, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi egemen sınıflar karşısındaki çıkar ortaklığının en somut biçimleri, böyle tarım ve endüstri sektörlerinin kesişim alanlarında ortaya çıkmaktadır. İktidar mücadelesi açısından bakıldığında, işçi ve köylü ittifakının da sağlanmasının da, bu alanlar da nesnel dayanaklarına kavuşabileceğini görebiliriz.

Egemen güçler, ekonomik krizi -başbakanın deyimiyle- “fırsata çevirerek”, işçi sınıfının kazanımlarını elinden almak için kullanmaya çabalarını sürdürüyorlar. “Esnek ve kuralsız çalışma” biçimlerine önceki yıllarda kazandırılan yasal çerçeve, çalışma ilişkilerinde birer birer gerçekliğe dönüştürülüyor. Bu girişimlerdeki ölçüsüzlük şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor ve tam anlamıyla “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma” biçiminde gelişiyor. Örneğin, Hükümetin bu yılın mart ayında yaptığı bir değişiklikle kapsamını daralttığı, Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği’nin bir maddesinde yer alan “Kadın İşçilerin Özel Günleri”ne ilişkin; -sanırım bir işveren kuruluşu toplantısında- Çalışma Bakanı, “Eğer işverenler, bu konudaki düzenlemeden rahatsızsa, gerekli değişikliği yaparız” yönünde açıklama yaptığı bilgisi basında yer aldı. Bu kadar açık biçimde “sermaye” yandaşlığı yapan Çalışma Bakanı görmemiş, duymamıştım –Başbakan örneğini T.Özal’da gördük, ama-. İş Hukuku’na Giriş kitaplarının daha ilk satırlarında belirtilen“işçi-işveren ilişkilerinde güçsüz olan taraf “işçi”nin haklarını korumak” amacıyla, işverenlerin isteğine göre yasal düzenleme yapmak nasıl bağdaştırılabiliyor(?)

Gecenin uykusuzluğu kendini duyumsatıyor. Biraz açılayım diye dışarı çıktım, ama gökyüzü yine iki gündür kapalı. 1 Mayıs’ın öngünlerinde, bahar kendisini saklıyor sanki. Kent sokakları, 1 Mayıs çiçekleriyle bezenmeye başladı oysa.

1 Mayıs güzelliğinde bir Can Yücel şiiriyle, sevgiler yolluyorum…

“Ne kadar çok elimiz varmış meğer
İlkin, senin elinle tutuşan benimki
Sonra çocuklarınki
Gençlerinki
Tekel işçilerininki
Sonra, ellerin elleri…
Ne kadar çok elimiz oldu, baksana
Tutuşa tutuşa
Bir orman yangını gibi”

Önceki İçerikCan dost – 4
Sonraki İçerikEzilenlerin Ortak Dili -I-