COYA

Hava güzel. Papağanlar, kookaburralar çıldırmış, rengarenk. Çatı katından possumların sesleri geliyor . İçimde boğucu parlak dalgalar, nesnelerin duyulmayan iç dilleri ve kaçış tutkusunun binbir çeşidi. Dışarı çıksam mı çıkmasam mı?

Çıksam, gölgeleri hayalime düşen yalnız  kadınlardan biri beni görecek. Mahallede çoğalıyorlar çoğalan gözler gibi. Her birinin yanında ve içinde bir köpek. Gezinip duruyorlar sağda solda. Sue görse gülümseyecek, ‘Gel bahçede bana yardım et,’ diyecek. Kimseyi kırmadığım için mecbur yardım edeceğim. ‘Yoruldun, gel bir kahve iç,’ diyecek. Evin arka bahçesinde, okaliptüs ve badem ağaçlarının altında kahve içeceğim. Kaçamak bakışlarımın kaçamak yerlerine doğru bakacak derin derin. Biliyorum, canlanacak, canlanışının üstüne hayal kuracak. Daha kahve yarılanmadan gelip dizlerime oturacak. ‘Kalk’ desem, kaba olacak. Ses etmesem, terleyen ve yutkunan duygularımı yanlış yorumlayıp süreci uzatacak. Süreç uzayınca da karımı aldatmış olacağım.

Hava gerçekten çok güzel. Soluk alan, ışıldayan canlı harflerle şakıyor kuşlar. Pencereler açılıyor. Düşünme edimi ile düşünce arasında biriken, külçeleşen kavram ve kategorilerim dağılmaya başlıyor. Dışarı çıkmasam, kendimle baş edemiyeceğim; eşyayı onun yarattığı hayalden soyutlayarak seyretmeye başlayacak, benlik içinde benleşecek, dayanılmaz, yalınkat bir hal alacağım. Ne yapsam? Ana yola girip köprüye yönelsem, karşı evin balkonunda oturan İrlandalı Çilli Kadın, kanguru gibi kulaklarını dikip ‘Nereye gidiyorsun?’ diyecek. Ayıkla pirincin taşını. Kocasının boşandıktan sonra Yehova Şahitleri’ne katılıp ev ev gezdiğini, kız kardeşinin ise Tasmanya Şeytanı gibi bilmem kaçıncı kez kendisini ısırdığını anlatacak, hüzünlü konulara girip ağlayacak. Moralini düzeltmek, teskin etmek için güzel sözler söyleyeceğim duygulanacak, ağlayacak, yanlış anlayacak, ‘Ah ne duyarlı, ne anlayışlı insansın,’ deyip boynuma sarılacak, ağlama uzayıp süreç gelişince güç duruma düşeceğim.

Bu güzel havayı doya doya özümleyip dağılmam ve yeniden kendime gelebilmem için dışarı çıkmam gerekiyor. Orman yoluna girsem, hayatın bölünmüş, özgürleşmiş mantığıyla karşılaşacağım; yani Deli Kadın, hovardaları ve yılanlarla… En iyisi evin batısına, tepeye doğru tırmanmak. Yitirilmiş değerlere tapınan ve güzel panflüt çalan o kadın, güneş bakiresi, o yaşlı şaman da mutlaka oradadır.

Çıktım. Hızla tırmandım tepeyi. Baktım her zamanki yerinde, çınar ağacının altında, karmaşık, sessiz bir uyum olarak oturuyor. Bakışları yine her zaman olduğu gibi çimenlere yayılan kanguru sürüsünde. Aynı müziği çala çala çalmaya katlanamamış, Antara (panflüt), ocarina ve tef üçlüsüyle alış veriş merkezlerinin önünü şenlendirmekten vazgeçmiş. Peru’dan getirttiği ayahuasca içkisini yudumlayıp, kara örümceğin hareketlerini gözlemleyerek fala bakmayı da bırakmış.

Beni görünce sağ kolunu kaldırıp gel işareti yapıyor. Kadın, ana dili olan Quechua ile Türkçe arasında eklemeli ve gramer yapısı arasında yakın benzerlikler olduğunu söylediğimden bu yana bana özel bir ilgi duyuyor.  Ayağa kalkıyor, tokalaşıyoruz. Bakışlarında zengin tarih bilinciyle donanmış duyular.

“Beni görmeye mi geldin?”

“Evet,” diyorum ve şaka yollu aşk ilan ediyorum yine. Avucunu alnına bastırıyor, kafasını sallaya sallaya gülüyor. Bu kadını görünce nedendir bilemiyorum, durmadan kavram yaratıyor, yarattığım tek bir kavramda dahi tüm varlığımla kalamıyorum. Bunun anlattıkları ile doğduğum yere dair okuduklarım iç içe geçiyor. Sokakta oyun oynayan çocuklardan bir tanesi elindeki naylon kılıcı kadının sevinçli haline  doğru uzatıyor birden. “Yapma!” diye çıkışıyor çocuğa.  “Kılıçlarınızı başkalarına değil, bana doğru çeviriyorsunuz hep,” diyor ve  Pizarro’nun kılıcından söz ediyor bana. “Boyunlarımızı kılıçlardan kurtarmak için kutsal kartal-aslan Nehaib Izquin’in koruduğu tüm altınları, gümüşleri, elmasları bu çocukların atalarına teslim etmek zorunda kaldık. Bizde bir şey kalmadı. Her şeyi aldılar götürdüler, güzel şehirler kurdular.”

Duygularını damıtarak konuşuyor. Sırtında, çok renkli İnka seramiğini andıran bir şal. Boynunda üç alemli (yılan, puma, kondor) bir gümüş haç. Gülümsüyor, gümüş kolyeler, küpeler, yüzükler, bilezikler içinde… Aklımda haz ışıltıları. Kışkırtıyorum kendi tarihine girmesi için.

“Sende gümüşe tutkunluk mu var?”

“Evet var. Gümüş damarlı Sumac Oroko Dağı’nın yanındaki Potosi kentinden gelmeyim ben. Potosi’yi duydun mu hiç?”

“Duymadım”

“Ben o kenti kuran bir soydan gelmeyim,” diye başlıyor.  “Zamanında şen orospularıyla gümüş bir kentti o. Kilisesi, manastırı, kumarhanesi gümüşle süslüydü. Gümüş özengili, gümüş nallı ve gümüş kantarmalı beyaz atları vardı. O atların çektiği gümüş arabaları vardı. Papazlar, yolları gümüş çubuklarla kaplanmış kiliselere bu arabalarla giderlerdi. Hapishanesinin bile zincirleri, sürgüleri ve anahtarları gümüştendi.”

“Beyazların kurdukları kentlerden söz ediyorsun.”

 “Hayır” diye irkilerek karşı çıkıyor. “Beyazların kurdukları kentlerden değil, bizim gümüşümüzle bizlere kurdurdukları kentlerden söz ediyorum. O kentleri kuranlar Aymaralardır, Kurakalar ve Keçualardır.”

Anlatışını sürdürüyor, sürdürdükçe kent sokakları canlanıyor; kaçaklar, sakatlar, dilenciler, fahişeler, lamalar, vicurolar, alpakalar çoğalıyor, işgal ediyor aklımı.

“Doğrudur, sizin gibi köleleştirilmiş halklar büyük uygarlıklar kurdular,” diye destekliyorum.

“Hayır, biz köleleştirilmiş bir halk değiliz,” diye mırıldanıyor. “Beyazlar gelmeden önce uygarlığımızı kurmuştuk. Onlar geldiklerinde köleliği kabul etmedik, sürekli direndik. Bize karşı çok vahşice davrandılar. Büyük direnişçimiz Tupac Amaru, beyaz atına binip, mita uygulamasının ilga edildiğini açıkladığında  yer yerinden oynadı. Potosideki bütün beyazlar ve onların yerli adamları kenetlendiler. Direniş çok kanlı oldu. Sonunda Tupac Amaru’yu yakaladılar. Önce dilini kestiler, sonra kollarından ve bacaklarından dört ata bağladılar. Gövdesi atlara karşı direndi, parçalanmadı.”

Anlattıklarına inanıyor mu acaba? Gözlerine bakıyorum.Tarihi, süpürülmüş toz zerreciklerinden devşiren cadılar canlanıyor içimde. İnanıyor galiba.

“Gövdesi parçalanmayınca kafasını kestiler, Tinta’ya gönderdiler. Kollarını ve bacaklarını götürüp birer bölgeye attılar. Gövdesini yaktılar, küllerini Huatanay’a savurdular.”

Tam bu sırada motosikletiyle tıfıl bir çocuk beliriyor tepede. Çimenlere yayılan kanguru kolonisini kovalamaya başlıyor korkunç bir gürültüyle. Zengin ve tuhaf tarih bilinciyle donanmış duyular ayaklanıyor birden.

“Ne yapıyorsun gene, çıldırdın mı,” diye bağırıyor, koşmaya başlıyor kovalamacaya doğru. “Daha senin soyun bu kıtaya gelmeden onlar buradalardı.”

Küçük hendeği geçiyor, az ilerde kapaklanıyor yüz üstü. Koşuyorum . Yanına yaklaştığımda kafasını kaldırıyor. Çenesi kanıyor.

“Boşuna koşuyorsun Coya, motosiklete yetişemezsin,” diyorum.

Çaresiz ve yıkıntı bir iklimle motosiklete ve önünde koşan kangurulara bakıyor. “Bu çocuk benim kızkardeşimin oğludur.  Babası İspanyoldur. Annesini babasından benim ayırdığımı sanıyor. Bundan dolayı kanguru sürüsüyle olan duygusal bağımı koparmaya çalışıyor, intikam alıyor benden.”

Kovalamacaya bakıyorum. Kanguru sürüsü ormana giriyor. Tek bir kanguru kopuyor sürüden, motosikletin önünde lamalaşıyor. Coya ile birlikte, sürüden kopup  ufuk çizgisine doğru yayılan şaşkın bir lamanın sesine yöneliyorum birden. Sesi izliyor, bulamıyorum. Karanlık çöküyor. Andların amansız ayazına karşı ateş yakıyorum. Ateş dağın gümüş damarlarını, büyülü haleler halinde kıtaya çıkan beyazların gözbebeklerine ulaştırıyor ve yağması başlıyor dağın.

 

 

 

Önceki İçerikMadia’dan Mandela’ya bir ders
Sonraki İçerikSerkan Kaya: Sincan 1 No’lu F Tipi’nde tecrit sürüyor