DEVRİM VE EDEBİYAT

Uzak geçmişi, fütuhhata ve despotizme, son yüz yılı ise faşizme dayanan bir devleti, tekbir mücadele biçimiyle geriletmek, yıkmak, kolay değil. Böylesi bir tarihin biçimlendirdiği bir halkı biçimlendirmek hiç kolay değil. Bunun içindir ki devrimciliği bir yaşam tarzı olarak kavrıyoruz ve tek bir devrim perspektifiyle hareket etmiyoruz. Sınıflı toplumun en az beş bin yıllık bir geçmişi var. Bu toplum, çok uzun bir tarihsel dönemde, birkaç devrimle değil, bir dizi devrimle ortadan kalkabilir ancak. Mao, on bin yıllık uzun bir yürüyüşün henüz başındayız demişti.
   Tarih, kralların ve sultanların soylarını kuruttu; onların tahtlarını, dünyanın geri yerlerinde finans kapitalin artıklalarıyla şişip semiren soytarıları ve şamar oğlanları aldı. Efendileri, engizisyon ve tenkil ile ayakta duruyorlardı. Bunlar, engizisyon ve tenkilin soyundan gelen ve hükmünü incelerek, hissettirmeden sürdüren faşizmle ayakta duruyorlar. Komünarların sadece bunlar karşısında değil, bunları doğuran, var eden sistem karşısındaki duruşları da tıpkı kaliteli edebiyatın evrensel gerçek karşısındaki duruşu gibi  derin olmak zorundadır.
   Edebiyat, yaşadığı çağa sığamamış olmanın krizini yaşıyorsa, belasını arıyorsa, yani gerçekten edebiyatsa, komünar iklimden, derin yıkıcılardan korkmaz. Onu siyasal alanda bir bela, bir yıkıcı olarak görür; merak eder, ruhuna, iç zenginliğine doğru yolculuğa çıkar onun. Yıkıcının yıkıcıyı merak etmesinden daha normal ne olabilir ki. Her ikisi de modern köleci köhne dünyanın böğrüne ateşi dayayan birer demircidir sonuçta. Geçen yüzyılın en büyük düşünür ve edebiyatçılarından Jean-Paul Sartre’yi ve Simone de Beauvoir’yi, Che Guevera’ya; Marquez’i, Subcommander Markos’a götüren saiki izah edemeyiz aksi taktirde. Edebiyat, ister savaşı, ister aşkı, isterse beli kırılan bir karıncanın acısını anlatsın, eğer iyi edebiyatsa, göremediğimiz, hatta hissedemediğimiz büyük yıkıcının, meçhul hayatın, gizemli uğultusuna, sirenlerine doğru yürür. Pankartında, eciş bücüş harflerle tek bir cümle yazılıdır: Ahlakı yaratan biziz, hayat ahlaksızdır.
Perspektifi geniş bir devrim, tüm edebiyatı kucaklar. Tarihin ve insanlığın bir zenginliği olarak görür onu; irdeler, eleştirir, özümler. Komünarlar, açıklayan, öğreten bir sanat ve edebiyattan yana olamazlar. Hayatı devrimin ve başkan babanın görüşlerine uygun hale getirerek, özgürleştirmek isteyen bir sanat ve edebiyattan yana hjç olamazlar. Sanatın, kendi gerçeği vardır. O gerçeğin büyüleme ve aydınlatma gücü, kendini kuşatan, var eden somut gerçekliğinkinden daha güçlüdür. Bunun içindir ki komünarlar, sanatın özgür ve bağımsız dünyasını baskı altına alan, örseleyen politikalara kararlıkla karşı çıkarlar.

Önceki İçerikKitlesel katliamlarla uygulanan devlet terörü ve seçim süreci
Sonraki İçerikSÜRECİN ALGILANMASI