Devrimci çalışma ve işkencede direniş-1/Bedrettin Ufuktan

Özetle işkence bir sistem sorunudur. İnsanın insana, insanın emeğine; insanın türüne, doğasına yabancılaşmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir yöntem olarak; yönetilenlerin itiraz, direniş ve iradesini kırmak amaçlı kullandıkları bir sindirme, korkutma ve öldürme kurumudur.  Efendilerin kölelere, ağa ve beylerin köylülere; kapitalistlerin proleterlere; sömürgecilerin işgal ettikleri uluslara zorla dayattıkları statüyü korumak amaçlı başvurdukları bir araçtır. İnsanlık tarihinde özel mülkiyet temeli olup işkenceyi yönetme ve yıldırma amaçlı kullanmamış tek bir imparatorluk, krallık, padişahlık ve burjuva devletler yoktur. Olmadığı gibi işkence her imparatorluk, krallık, padişahlık ve devletin temelini attığı topraklar üzerindeki halkların tarihsel, ekonomik, kültürel özellerinin izini de taşımış olması nedeniyle nicelik, yöntem ve araç bakımından farklılıklar göstermiştir

HABER MERKEZİ(18.07.2017)-Türkiye-Kuzey Kürdistan sınıf mücadelesi tarihi, bir açıdan faşist sistemin Kürt ulusuna, ulusal azınlıklara komünist ve devrimcilere, işçi, emekçi ve aydınlara karşı uyguladığı akıl almaz işkencelerin ve bu işkencelere maruz kalmış milyonlarca insanın yaşam öyküsünün de tarihidir.

Bu öylesine büyük ve kesin bir gerçektir ki; Cumhuriyet tarihi boyunca gün ışığına çıkmış hiçbir bildiri, dergi, gazete ve hatta duvar yazıları, bu gerçeğin teshirini içermeksizin çıkmamıştır; çıkan romanların, öykülerin, şiirlerin, türkülerin bu gerçeği görmezden gelme üzerinden yazılıp söyleneni de pek görülmemiştir. Çünkü işkence, sömürülen sosyal sınıfların örgütlenme ve mücadelelerini bastırmakta devletin başvurduğu biricik yöntem olarak sisteme hizmet gören en kanlı-kıyıcı ve sindirici araç olarak göreve koşulmuştur.

Peki, işkence, sadece Türk faşist sistemine has bir kurum mudur? Tabi ki hayır! İşkence özel mülkiyet sisteminin; özel mülkiyetin örgütlenmesi olan devletin, tarihsel gelişim süreciyle birlikte geliştirdiği ve emperyalizm çağında da bilim ve teknolojinin sonuçlarının aktarılmasıyla birlikte doruğuna vardırdığı bir yıldırma, sindirme ve bunu başaramadığında da tutsak ettiğini öldürme yöntemidir.

İnsanlık tarihinin bilinebilen hiçbir yerinde, komünal toplum sisteminin hiçbir devresinde işkencenin izine, uygulamasına ve kültürüne dair tek bir örnek kaydetmemiştir. Örneğin İspanyollar ve İngilizler Amerikan kıtasını işgal edip Kızılderilileri soykırıma tutana kadar, Amerikan kıtasının komünal halkları, insanın başka insana eziyetini bilmiyor ve tanımıyordu. İnsanlık tarihinin derinliklerine ışık tutan antropolojik araştırmaların hiçbirinde ilkel komünal, prehistorik dönem topluluklarında işkenceyi haber veren bir belirti görülmedi. Çünkü sınıfların olmadığı bir yerde işkence, insan aklının davet edeceği bir şey olamazdı. İşkence tümüyle mülkiyet sisteminin bir ürünüdür ve onu bir araç olarak kullanan güç de sadece devlettir. Özel mülkiyet sisteminin ilk devleti olan köleci dönemde efendinin  “sahip olmak hakkı”yla birlikte köleyi istediği keyfiyetle “öldürme hakkı”nın bir köle için ne anlama geldiğini, “gladyatör” kavramının anlattığıyla hatırlamamız gereken ilk şey olsun. Tarihin sahnesinde yerini aldıktan beri her devlet kendine has işkence yöntemleriyle tanınmıştır. İşgal ve talanla ünlenmiş kölecilik ve feodal imparatorluk zamanlarından imparatorluklar işgal edecekleri ülkelere kendilerinden önce, işkence ve zalimliklerinin öyküsünü sürmüştür. Kiminin kestiği baş, kiminin taş üstünde taş bırakmamaktaki vahşeti, kiminin de işkence yöntemleri ünlenmiştir. ‘Çin İşkencesi’ ise kendi haklarının bedeninde sınamak için feodal imparatorlukların öykündüğü bir ‘yaratıcılık’ olarak değer görmüştür.

Peki işkence ve imha kurumu olur da direnişler olmaz mı? Ama zaten işkence irade kırmaya karşı geliştirilen bir sistem olarak direnişe karşı geliştirilmiştir ve kırmaya çalıştığı irade karşısında işlediğinde ise daha özel bir direnişle karşılaşmıştır. Yani işkencenin olduğu gibi direnişin de bugünkünden daha önceki bir tarihi vardır. O zaman da bugünkü gibi işkencenin burnunun dibine dikilen görkemli direnişler vardır. Birkaç örneği anımsamak yerinde olacaktır.  15 yy’da, “Güneşin ülkesi”ni yazan düşsel komünist Kampala, kitabının bir yerinde şunu kaydeder: “Bu fikirlerin kaynağını açıklaması için kilise kırk saat boyunca durmaksızın ona öyle işkenceler yaptı ki, kıçında akıp duran kanlara rağmen, onun ağzında bilime yakışmayacak tek kelime çıkmadı”! Doksanlı yıllarda gösterimi yapılan ve devrimci kamuoyunun yoğun ilgi gösterdiği ‘Cesur Yürek’ filminin son sahnesini hatırlatmak yeterlidir. Bir cerrahın takım çantasını açarkenki rahatlığıyla işkence aletlerini tezgâha yayarak işkenceye başlayan papazın sahnesi bir engizisyon “sanatı”dır! 700 yıl boyunca bütün bir Avrupa halklarının aklını ve özgürlüğünü katleden kilise, bu zulümle aslında  “kutsal” kitapların tarif ettiği “cehennem” denen “yurtluğun” da adresini veriyordu. Ama nihayet, “cennet” ve “cehennem”in yeryüzünde yaşanmakta olandan başka başka bir yerde olmadığını söylemek de Marks’a düştü.

Osmanlı imparatorluğu sisteminde ise bin dört yüzlerin ilk çeyreğinde “Yârin yanağından gayrı her şey ortaktır!” şiarıyla Anadolu halklarını özel mülkiyetsiz komünal bolluğa çağıran Şeyh Bedreddin devrimini hatırlayabiliriz. Ege’de başlattığı çalışmada halkı hızla örgütleyip Aydın’da  ‘ortaklar’ kentini ve iktisadını kuran Şeyh Bedreddin’in yoldaşlarından Börklüce Mustafa’nın adını şimdi de biliyorsak bu, onun sadece bilinen destansı direnişi nedeniyle değildir. Börklüce Mustafa’nın direnişi kadar, “Beyazıt Paşa”nın direnişin bu önderine halkın önünde yaptığı işkenceye kattığı dehşettir de. Çarmıha gerilen Börklüce’nin diri diri kollarının, bacaklarının gövdesinden koparılması, en sonunda da kafasının kesilerek uzuvların her birini bir şehirde halka teşhir ettirilmesi de unutulmadı unutturulamadı.  Ayrıca Osmanlı tarihi boyunca bol bol kelle uçuran padişahların yanı sıra, kadı yargısının marifetiyle uygulanan falaka ve kırbacın paraladığı insan teninin, el, kol kesme, dil koparma, gözlere mil çekme ve omuzlarına kandil dikme… cezalarının Osmanlı’ya has bir “düzen kurma” olduğunu da hatırlamak gerekir. 

Özetle işkence bir sistem sorunudur. İnsanın insana, insanın emeğine; insanın türüne, doğasına yabancılaşmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir yöntem olarak; yönetilenlerin itiraz, direniş ve iradesini kırmak amaçlı kullandıkları bir sindirme, korkutma ve öldürme kurumudur.  Efendilerin kölelere, ağa ve beylerin köylülere; kapitalistlerin proleterlere; sömürgecilerin işgal ettikleri uluslara zorla dayattıkları statüyü korumak amaçlı başvurdukları bir araçtır. İnsanlık tarihinde özel mülkiyet temeli olup işkenceyi yönetme ve yıldırma amaçlı kullanmamış tek bir imparatorluk, krallık, padişahlık ve burjuva devletler yoktur. Olmadığı gibi işkence her imparatorluk, krallık, padişahlık ve devletin temelini attığı topraklar üzerindeki halkların tarihsel, ekonomik, kültürel özellerinin izini de taşımış olması nedeniyle nicelik, yöntem ve araç bakımından farklılıklar göstermiştir. Ancak kapitalizm çağında metanın kazandığı özgürlük emperyalizmle birlikte evrensel dolaşım için “vizesiz seyahat”e kavuşunca, işkence de meta ve sermayenin vahşi oburluğuna karşı mücadelenin olduğu her yere, tıpkı para gibi, meta gibi, sınırsız seyahat ve “süresiz oturum”la, emperyalist tekellerin çıkarlarıyla uyum sağlayan tüm faşist-feodal devletlere iştahla “hibe” edildi. Bugün artık sermaye gibi, işkence de bir yöntem, teknik ve kurum olarak “küresel” kimlik taşırken, işkencecilerin eğitimi de CIA ve Pentagon gibi istihbarat okullarında ve NATO kamplarında merkezileşti.

Hayatın canlı akışına uygun her şey gibi, işkence de, onu kullanan sistemlerin yönetmedeki istikrarına veya istikrarsızlığına göre; ezilenlerin örgüt durumuna uygun bir süreklilik ve derinlik kazandı. Devletlerin işkenceyi kullanmaktaki amacı ezilenlerin örgütlülüğünü çözmek, dağıtmak ve mücadeledeki irade, istikrar ve sürekliliği bozmak olduğundan, daha “iyi” bir araç kullanmak arayışını da canlı tutar. Soru şu: İnsan fiziği üzerinde yarattığı tahribat ve ölümler nedeniyle ezilenlerin öfkesini mayalayan işkence denen bu kaba yok etme ve sindirme yönteminin hedeflediği amaçtan vazgeçmeksizin ve ama ona da gerek kalmadan onunla amaçlanan hedefe götürecek başka bir yöntem kullanmak mümkün müdür? Gelinen tarihsel aşamada, teknolojinin ve bilimin ortaya çıkardığı “olanaklar”, bu soruyu, “bu kabalığa esasta ihtiyaç duymadan da istediğin hedefe varabilirsin” diye cevaplamıştır. Peki, faşist ve gerici devletler, “işkenceden vazgeçme” pahasına bu yöntemleri kullanır mı? İşte bugün gerçekleşen şey bu sorunun tarif ettiği gelişme ve yöntem değişikliğidir. Başka bir sistem, başka bir yaşam mümkündür diyen ve bunu ispatlamaya koyulan her devrimci çalışmanın tahlil etmesi gereken de bu “değişikliktir” 

 

 

Önceki İçerikMKP dava tutsaklarından üç günlük açlık grevi!
Sonraki İçerikÖzgürlük ve tutsaklık ikileminde devrimci kişilik/Bakış Can