Devrimci kurumlardan süreç değerlendirmesi!

15 Temmuz sonrasında olup bitenlerin gösterdiği şey apaçık ortada: politik İslamcı faşist Erdoğan diktatörlüğü tüm sistemi yeniden reorganize etme, Başkanlık üzerinden yeni bir rejim kurma yoluna girmiş bulunuyor. En azından Muratları böyle ve eğer başarabilirlerse “yeni Osmanlıcılar olarak içerde ve dışarıda Türk sömürgeciliğinin bir yüzyılını daha belirleyecek/güvenceleyecek stratejik politik ve toplumsal adımlar atmış olacaklar! Türkiye- K. Kürdistan ve özellikle Ortadoğu bağlamında yürüttükleri iç savaş-dış savaş kurgusu (ya da macerası diyelim) bütünüyle bu stratejik plan zemininde hayat bulmaktadır. Ama tabii bu baştan ölü doğmuş bir stratejidir ve geleceği yoktur. İçerde en somut olarak 7 Haziran’dan, dışarıda da Kobane yenilgisinden başlayarak bu strateji adım adım çökmektedir. Ne uyguladıkları “çökertme planı”nın vahşiliği, kıyımcılığı ve yarattığı acı sonuçlar, ne de Suriye/Irak zemininde askeri güç gösterileri ve heveslendiği işgalci girişimler bu gerçeği değiştirmez. Çöküşün geri dönüşü yok ve bütün bunlar zaten ilerleyen bir stratejinin, güç kazanmanın değil, geri düşme eğiminde, yenilgi zeminde “ kontrol kaybı” göstergeleridir

HABER MERKEZİ(27.11.2016)- Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz. Yaşanan sürecin her düzeyde birebir muhataplarından ve sürece devrimci cepheden cevap olması gereken dinamiklerin başında kuşkusuz ki devrimci güçler gelmektedir. Bu perspektifle devrimci kurumlarla sürece dair bir röportaj gerçekleştirdik. ESP, Alınteri, Devrimci Parti ve Devrimci Hareket ile gerçekleştirmiş olduğumuz röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz

HG: Erdoğan/AKP iktidarının topyekûn savaş ve saldırganlık politikaları artarak devam ediyor. Muhalif tüm basın, TV, Radyo, aydın, yazar ve DKÖ’ler sistematik olarak baskılara, gözaltı ve tutuklamalara maruz kalmaktadır. Bu topyekûn savaş ve saldırganlık politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ESP: Her şeyden önce bu saldırganlığı, ülkemizdeki faşist rejimin politik ve toplumsal krizinin bir göstergesi olduğu temel gerçeğinden hareketle ele almak gerekir. Evveliyatı, Cumhuriyet rejiminin kuruluş formu ve felsefesi, kurumlaşması ve işleyişine dair kökensel/yapısal arazlara dayanan bu krizin, şimdi, faşist egemenlerin güncel bir yönetememe/politik kriziyle birleşmiş ağır ve çetrefil sonuçlarını yaşamaktayız. Halklarımızın ve ezilenlerin, 2013 Gezi/Haziran ayaklanması,  6-8 Ekim 2014 Kobane serhıldanı ve ardından HDP nezdinde 7 Haziran 2015 seçim zaferiyle ortaya koyduğu büyük tarihsel politik ve toplumsal iradeyle birlikte giderek ağırlaşan bu kriz, “müesses nizam”ın varlık yokluk sorununa kadar gelip dayanmıştır. Krizin derinliği, rejim içi iktidar kavgalarını “ölüm kalım” hesaplaşmaları boyutuna taşımıştır. 15 Temmuz askeri darbe girişimi, tam da bu gidişatı egemen sınıflar adına durdurma amacıyla tezgâhlanan bir askeri faşist cunta faaliyetiydi. Ancak politik İslamcı faşist Erdoğan karşı cuntası/kliği tarafından başarısızlığa uğratıldı. Böyle de olsa, artık, kurulu düzenin devlet omurgası onulmaz bir darbe ve hasar almış oldu: sistem felçli hale düştü.

Politik İslamcı faşist Erdoğan iktidarı, işte sistemin bu en zayıf ve yaşamsal zaaflı durumunun hem üzerini örtmek hem de halklarımızın ve ezilenlerin birleşik devrimci demokratik hareketi karşısında iktidarını savunmak için topyekûn savaş ve saldırganlık stratejisini geliştirerek devreye sokmuştur. Toplumsal muhalefetin sesi, gözü, kulağı olan her türden basın kurumu ve araçlarının; kitlelerin değişik türden örgütlenme ve eylem mevzileri olan demokratik kurumların tasfiye edilmesine yönelik bu kapatma, gözaltı ve tutuklama saldırganlığı, Erdoğan rejiminin ne kadar acz içinde olduğunu da göstermektedir. 

Alınteri: Türkiye’de bugün yaşanan krizi ve burjuva karşı devrim cephesi adına buna verilen yanıtı dünyadaki gelişmelerden koparamayız. Tersine olup bitenler onun Türkiye koşullarındaki yansımasıdır. Bu yaşananların neoliberal kapitalist birikim modelinin dünya çapında sistem olarak tıkanıp çözülmeye başlamasının Türkiye özgülündeki tezahürü olduğunu düşünüyoruz.

Bu yüzden meseleyi Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine ya da AKP’ye, hatta siyasal İslam’ın karakterine indirgemenin yanlış ve yanıltıcı olduğunu vurgulayarak başlamak istiyoruz.

Türkiye’de uzun yıllara yayılan bir rejim krizi var. Bu kriz aslında ’90’larin sonundan itibaren -28 Şubat süreci hatırlansın- kendini yeniden hissettirmeye başladı. AKP’nin 2002’deki ‘beklenmedik’ seçim başarısı bile bunun bir sonucu ve yansımasıydı. Sonra bu kriz, tarafların güç ve hazırlık durumundan kitle muhalefetindeki iniş-çıkışlara, burjuvazi içindeki iktidarın yeniden paylaşılması çekişmelerinin seyrinden bölgesel gelişmelere kadar bir dizi etkenin bileşik sonucu olarak inişli-çıkışlı bir seyir izledi.

Bu krizi en son AKP-Cemaat bloğuyla stabilize etmeye çalıştılar. Fakat gerek emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı kapsamlı kriz (ideolojik-siyasi-örgütsel-kültürel-moral) gerek Türkiye’de Kürt sorunu başta olmak üzere pek çok tarihsel-toplumsal sorunun derinliği ve bunların bölgesel düzeyde yaşanan altüst oluşlarla birleşerek daha ağır bir muhteva kazanması bu bloğun iktidar olanaklarını paylaşma kavgasıyla da birleşerek krizin derinliğini bir kez daha gösterdi.

Tüm bunlar zaman ilerledikçe aşılması daha da güçleşen grift bir nitelik kazandı. Zaten uzun süredir içerdeki ekonomik-politik-toplumsal dengelerle “dışarıdakilerin” birbirinden koparılarak ele alınamayacağı koşullar söz konusu. Bu durum son Suriye kriziyle daha da ağırlaşmış bir kaosu, belirsizlik ve aynı zamanda saldırganlığı tetikliyor.

Ortadoğu’da başlayan ve iç örgütlülükten-önderlikten yoksun oldukları için sistemin şu ya da bu şekilde absorbe ettiği halk isyanlarıyla birlikte açılan sayfa, Suriye düğümüyle kendi içinde daha da ağırlaşan bir nitelik kazandı. Suriye düğümü, bölgesel bir savaşın kapısını aralayacak karmaşık dinamikler barındırıyor. Türkiye ve diğer bölge gericilikleri bu düğümden, konumlarını güçlendirerek ya da konumlarını en azından koruyarak çıkmak istiyorlar. Emperyalist güçler arasındaki rekabet ve paylaşımların keskinleşme düzeyi de Suriye’de olup bitenlerle daha açık hale geliyor. Sistemin son on yıllarda bizzat kendi çıkmazları ya da kirli politikalarıyla doğurduğu başka gerici dinamikler de işin içine giriyor (IŞİD gibi, diğer cihatçı çeteler gibi…).

Türk Tekelci Burjuvazisi ve devleti bu tarihsel koşullar içinde derin bir rejim kriziyle karşı karşıya. Bir taraftan ezeli Kürt korkusu ve bölgesel kaosla birlikte derinleşen kaygılar bir tarafta da yayılmacı hayaller… Ekonomik kriz ve keskinleşen rekabet koşularında yaşıyor bunları. Türk Tekelci burjuvazisinin neoliberal politikalarla birlikte belli bir sıçrama yapmış olan kendi sıkletindeki kapitalist ekonomilerle rekabet edebilmesi, kendi konumunu koruması onun kırılgan yapısı nedeniyle giderek güçleşiyor.

Dışarıdan akacak sıcak paraya bağımlı bir ekonomi olarak tanımlanan Türkiye ekonomisi bu rekabet koşullarında giderek zorlanıyor. Ekonomik-siyasal-bölgesel kriz, ağırlaşmış bir toplumsal krizle iç içe geçiyor ve ekonomik krizin derinleşmesi ölçüsünde de bunun daha da ağırlaşacağı ortada.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu koşullar içinde rejim esneme marjlarını tümüyle kaybediyor. Saldırı, saldırı, saldırı dışında bir seçeneği yok gibi görünüyor. Burjuvazi için bu tercih edilebilir bir şey değildir. O daha esnek ve istikrar odaklı politikalar ister fakat hal ve gidişat buna imkân vermiyor. O nedenle de bu kaosu-krizi ve katmanlı sorunları başkanlık sistemi gibi bir rejim biçimiyle yönetmeyi zorunlu görüyorlar. Başkanlık sistemi hem ekonomik anlamda işçi ve emekçilere dönük vahşice saldırıların yaratacağı toplumsal sonuçları yönetmekte hem de Kürt sorunu gibi tarihsel sorunlar başta olmak üzere tüm toplumsal patlama dinamiklerini zaptu rapt altına almakta zorunlu gördükleri bir rejim biçimi. Neoliberal sömürü politikalarının, bölgesel karmaşa ve kaosun, toplumsal krizin yönetilebilirliğinin garantisini, faşizmin bu biçimiyle sağlamak istiyorlar.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu krizin ağırlığını, ölçüsünü bir kez daha gördük. Burjuva devlet adeta yıkıldı ve şimdi yeniden hem de yasama-yürütme ve yargı gücünün yürütmenin de başında olacak başkan denetiminde merkezileştirilmeye çalışıldığı faşist bir model hızlandırılarak yapılandırılıyor. Bunun altyapısı uzun süredir hazırlanmıştır zaten. Fiilen de olup bitenler bu mantığa göre işliyor. Şimdi, buna yasal bir kılıf geçirme derdindeler.

Bir bölgesel savaşın eşiğine dayandığımız şu günlerde bölgede ve içerde etnikçi-mezhepçi gerici politikalar üzerinden gemiyi yürütmeye çalışıyorlar. AKP özgülünde bu kendi tabanının ideolojik düzeyde kemikleştirilmesi hatta bir iç savaş için hazır kıta bekletilmesi, toplumsal kutuplaşmanın gerici bir tarzda derinleştirilmesi, bunlarla paralele olarak tüm muhalefet dinamiklerinin ezilmesiyle eşgüdümlü şekilde yürütülüyor.

Kürt siyasetine, muhalif basına, aydınlara, devrimci-demokrat kurumlara, işçi direnişlerine, kadın dinamiğine, gençlere dönük saldırıları bu arka plan içinden anlamak gerektiğini düşünüyoruz.

Devrimci Hareket: Sizin de söz ettiğiniz gibi ülkenin her köşesinden, toplumsal tüm kesimlerden ve her alandan, sistemleşmiş ve zorbalığa varan saldırı örnekleri aktarmak mümkün. Bu sistemin devamından yana çıkarı olan bir avuç egemen ve işbirlikçileri dışında herkes gidişattan rahatsız; hiçlik, geleceksizlik ve çaresizlik hissi giderek yaygınlaşıyor. Önemli olan bu görüntülerin hangi bütünün parçaları olduğunu saptamak ve görüngülerle yetinmeyip neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirme yapabilmektir.

Çok gerilere değil, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan süreçte yaşanan gelişmelere gidip süreci pratik olgular eşliğinde değerlendirdiğimizde, olup bitenin kimilerinin sandığının veya kolayına geldiği için günlük siyaset gereği yansıttığının aksine, meselenin “başkan olmak isteyen bir kişinin hezeyanlarından” ibaret olmadığını, dünya-ülke diyalektiği içinde bir sistem tahlili gerektirdiğini görürüz.

En kısa ve genel ifadelerle söylersek, 2. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen ve büyük oranda ABD’nin domine ettiği sürecin sonuna gelinmiştir. Ancak bu türden süreç geçişleri, yeni bir düzenin oluşumu, aynı zamanda bir yeniden paylaşımı gerektirdiği için uzun ve zorlu oluyor. Evet, belki söz konusu paylaşım, 1. ve 2. Dünya Savaşı gibi olmuyor ama döneme ait enstrümanlarla yeni bir dünya savaşının yaşanmakta olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunun bir yanında şirket savaşları, ayrıcalıklı ticari anlaşmalar, kuşatarak etkisizleştirme vb. var ise diğer yanında Ortadoğu’da olduğu gibi askeri yığınak ve sıcak savaş vardır.

Henüz yenidünya düzeninin taşları oturmamış olsa da genel boyutuyla yönelimin ezilen halklar açısından çok daha zorlu bir süreci işaret ettiğini söylemek mümkün. Emeğin yaklaşık 200 yıllık mücadele ile kazanılmış hemen tüm hakları gasp edilmek üzere hedefe konulmuş durumda. Bunu, AKP’nin orta vadeli programında da Avrupa’da gündeme getirilen kemer sıkma politikalarında da görebiliyoruz.

Sermayenin sınıfsal çıkarları çok daha kalın ve net hatlarla çiziliyor. Vahşi kapitalizme denk tanımlarla gelecek tasarımı yapılıyor. İşte gerek sermayenin ortaklaşmış bu yöneliminin gerekse Suriye’de-Irak’ta dışa vuran sıcak çatışmaların Türkiye’ye izdüşümü OHAL’in olağanlaşmasıdır; tüm muhalif seslerin susturulması, sermayenin 10-15 yıllık tasarımının KHK’ler eşliğinde kısa sürede gerçekleştirilmesidir. Anayasa ve başkanlık tartışmalarının ardında yatan sistemsel gerçeklik budur; sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde OHAL’den başkanlığa kesintisiz bir geçiş planlanmaktadır.

Devrimci Parti: AKP iktidarı hem iç politikada hem de dış politikada savaşta ısrar ediyor. Ülke içerisinde Kürt halkı başta olmak üzere bütün emek, demokrasi ve özgürlük güçlerine dönük kapsamlı bir tasfiye politikası uygulanıyor. Televizyonlar, gazeteler ve dernekler kapatılıyor. Yaşanan demokratik siyaset zeminin ortadan kalkması, faşizmin kurumsallaşmasıdır. Faşizm bütün toplumsal hayatı teslim almaya çalışıyor.

 Dış politikada da aynı savaş ısrarı devam etmektedir. Savaş hem Suriye devleti sınırları içinde hem de Irak devleti sınırlarının içine taşınıyor. AKP adım adım devam eden bir dış savaş ve iç savaş sarmalı içerisinde bütün insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Ortadoğu’da yaptığı yayılmacı politikalar beraberinde bir dünya savaşını tetikleyen bir girişim haline gelebilir.

 Faşizmin bu saldırıları hem bölgemiz hem de ülkemiz işçi sınıfının ve ezilen hakların geleceğini tehdit etmektedir. Saldırılar doğru değerlendirilip doğru bir mücadele perspektifiyle yanıtlanmaması faşizmin köpeksiz köyde değneksiz gezmesi anlamına gelecek.

 Devrimci Parti, faşizmin bütün saldırıları karşısında en geniş anti-faşist cepheyi kurma konusunda ısrarcı. Bu amaçla faşizmin karşısında her türlü mücadele olanaklarının değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Topyekün faşist saldırılar karşısında topyekün direnişi büyütmek zorundayız.

HG:  Topyekûn savaşın birinci hedeflerinden olan Kürt ulusu ve onun devrimci- demokratik dinamikleri olan kurumları ve yerel yönetimleri OHAL ve KHK kapsamında saldırılara uğramakta, Milletvekilleri ve belediye eş başkanları tutuklanmakta, belediyelere kayyumlar atanmakta ve sistematik olarak gözaltı ve tutuklama terörüne maruz kalmaktadır. Kürt ulusuna yönelik bu kapsamlı saldırılar hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

ESP: Topyekûn savaş ve saldırganlık stratejisinin birinci dereceden hedefinin Kürt Özgürlük Hareketi ve halk güçlerinin örgütlü yapıları/ kazanımları olması, deyim uygunsa eşyanın tabiatına uygun bir durumdur. Çünkü sistem esas olarak Kürdistan devrimi tarafından tehdit edilmektedir. Hem sistemin krizinin yapısal ve temel kaynağının Kürt sorunu olması nedeniyle bu böyledir, hem de bunun Kürt Özgürlük Hareketi somutunda statü talep eden ve dayatan güncel politik bir ulusal devrimci güç halinde cisim kazanmış olması nedeniyle böyledir. Sömürgecilik politik, ideolojik ve toplumsal temeli bakımından Kürdistan’da çoktan iflas etmiş bulunmaktadır. Sistem/rejim krizinin ve güçsüzlüğünün en derin olduğu yer orasıdır. Rejim, dolaysız militarist zor ve mekanizmalarının varlığına ve bunlar eliyle uygulanan en kıyımcı politikalara dayanmak dışında kendini var edememektedir. Dolayısıyla, özgür Kürt varlığını temsil eden her türden kolektif kurumsal yapı ve temsiliyet, eylemsel duruş ve irade en ağır kıyımcı, tasfiyeci saldırıyla yanıtlanmaktadır. Ne var ki tüm bunlar, Erdoğan diktatörlüğünü murad ettiği hiç bir temel sonuca ulaşamamak gibi bir açmaz ve kısır döngüyle yüz yüze bırakmaktadır. Ne Kürt özgürlük hareketinin gerilla güçlerinin ve milis yapılanmasının iradesi kırılabilmekte, ne de milyonlarca yurtsever teslim alınabilmektedir. Tam tersine gerillanın savaş ve darbeleme gücü nitelik olarak gelişmekte,  Kürt halk kitlelerinin sistemden ve devletten kopuşu her boyutuyla derinleşmektedir.

Alınteri: Rejim Kürt özgürlük hareketinin bölgesel hatta uluslararası düzlemde kazandığı gücün korkusunu ve bununla büyüyen saldırganlığını yaşıyor. Bölgesel gücün Kuzey Kürdistan’da da özgürlük özlemini kamçılayacağını ve o çok korkulan siyasi statü taleplerini daha ileri bir düzleme taşıyacağını düşünüyor. Saldırganlığının esas dayanağı bu bölgesel gerçekliktir.

Kürdistan’ın diğer parçalarından daha büyük, daha gelişkin ve örgütlü bu parçasında yaşanabileceklerin yaratacağı sonuçları öngörmenin saldırganlığıdır bu… Burayı bastıramazsa Rojava’yla ya da diğer parçalardaki gelişmelerle baş edemeyeceğini öngörüyor. Bastırdığı oranda da oralardan emperyalistlerin de olurunu alabileceği oranda pay kapma hayalleri kuruyor. Mesela bir Rojava’yı da etrafını sararak Barzani’nin Kürdistan’ı gibi bir Pazar haline getirmek istiyor. Ama bunun için en dinamik parçanın çözülmesi, halk örgütlülüğünün dağıtılması gerekiyor.

İkincisi bu korkularla da birleşik olarak Kürt hareketinin son 1 yılda Türkiye cephesinin de sessizliğiyle birlikte yaşadığı iç tıkanma ve yorgunluklara oynuyor. Bu noktada aslında on yıllara dayanan bir direngenlikle kazanılmış tüm toplumsal örgütlenme mevzilerini dağıtarak Kürt halkını iradesizleştirmek, sistem için tehlike olmaktan çıkaracak kadar çözmek-dağıtmak istiyor.

Bu haliyle Kürt özgürlük dinamiği rejimin kendi krizini aşmasının önünde de önemli bir barikat işlevi görüyor. Türkiye cephesinin örgütsüzlüğü kendisini nispeten rahatlatıyor(du). Gezi’den sonra açığa çıkan toplumsal tablo o kadar da rahat olmaması gerektiği sonucuna ulaştırdı onu. Orada ortaya çıkan dinamiklerin giderek Kürt özgürlük hareketiyle de buluşması, Haziran seçimlerinde ortaya çıkan tabloyla somutlaştı. En büyük korkularından biri olan iki halkın birleşmesi, eksiği-gediğiyle somut bir ilk adımla dile gelmiş oldu. Muhtevası asgari demokratik sınırlarda kalsa da, daha geniş toplumsal kesimleri kapsamasa da HDP’nin Haziran başarısı rejimin ezeli korkularını ayaklandıran önemli sonuçlardan biri oldu. Saldırının yoğunlaşmasında bunun da önemli bir rolü var.

Devrimci Hareket: Sur’da, Cizre’de saldırılar yoğunlaştığında, bir ilçeye 10 bin askerle tanklar ve generaller eşliğinde operasyon yapılırken, insanlar evlerin bodrumlarında yakılırken bütün bu olup bitenler, bir çeşit gerekçe olarak “hendeklerle” açıklanmıştı. Gerçekte ise mesele, hendek değil sistem meselesiydi. Masada tasfiye edilemeyen Kürt halkının örgütlü gücü bir kez daha sahada topyekûn bir saldırı ile tasfiye edilmek isteniyordu. Sermayenin artık sömürü ve talan dışında kalan hiçbir alana tahammülü yoktu. Bunun için direnç potansiyelleri, gerektiğinde boş bir eve bin kurşun sıkılarak, gerektiğinde bir kent olduğu gibi yıkılarak ezilmeli, kentlerin ve belediyelerin dahi özelleştirildiği bir sürece girilmeliydi. 

Dünyada sömürgeler dahi yeniden sömürgeleştirilirken, Türkiye Kürdistan’ı daha önce görülmemiş boyutta bir tasfiyeye, sömürüye, rant ve talana açılıyor. Sürecin bir boyutunu özelleştirmeler, askeri operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar oluştururken, diğer boyutunu bir çeşit KDP’lileştirme perspektifiyle, ehlileştirme ve asimilasyonun yaygınlaştırılması oluşturuyor.

Tam da bu bağlamda söylersek; saldırıya yanıt olabilmek ve sonuç alabilmek için sürecin dünya ölçeğindeki gelişmelerle ve dolayısıyla sermayenin ihtiyaçları ile ilintili (sınıfsal) boyutu mutlaka dikkate alınmalı, “Cizre+Cerattepe bilinciyle hareket edilmeli; batıda mücadelenin yükseltilmesi ve yeni cephelerin açılması, belediyelere kayyum atama dâhil saldırı konusunun ihmali değil mücadelenin isabetli gereği olarak görülmelidir

Devrimci Parti: Partimiz kuruluş ilkelerinde de açık bir şekilde ifade edildiği üzere ayrı devlet kurma hakkı dahil olmak üzere Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını meşru görmektedir. Enternasyonalist perspektif gereği ülkemizde ve Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesini destekliyoruz. Kürt halkına dönük faşist saldırılar karşısında işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini büyütmeyi ertelenemez bir görev olarak görmekteyiz.

 AKP hükümeti 15 Temmuz sonrası yaşanan süreci kendisi için bir fırsat olarak değerlendiriyor. Bizzat Erdoğan süreci “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirdi. FETO ile mücadele adına elde ettiği olanakları değerlendireren hükümet, Kürt halkı başta olmak üzere ülkenin bütün devrimci demokrat kesimlerine dönük bir sindirme ve tasfiye pratiği içine girilmiş bulunuyor.

 Kürt halkının demokratik kazanımları yok sayılırken adım adım ülke halklar hapishanesine döndü. Milletvekilleri ve belediye başkanlarının tutuklanması faşizmin Kürt halkına dönük topyekün saldırı konseptinde olduğunu gösteriyor. Kürt siyasetçiler tutuklanmakta, halkın oylarıyla seçilen belediyelere kayyumlar atanarak el koyulmaktadır. Bu koşullar altında bedeli ne olursa olsun Kürt halkının yanında olmaya devam etmeliyiz.

 Mesele sadece Kürtlerin mücadelesi değil emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren herkesin meselesi. Bu yönüyle faşist saldırılar artıkça bütün demokrasi güçlerinin Kürt halkıyla yan yana olması, Kürt siyasetçilere ve kurumlara dönük saldırılar karşısında dayanışmayı büyütmesi doğru tutum olacaktır.

 İşçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarına olanda budur. Faşizm karşısında mücadeleyi büyütmek ve direniş eksenini derinleştirmek güncel devrimci görevimiz artık.

HG: Topyekûn savaş ve saldırganlık karşısında devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin politik ve pratik hattını nasıl değerlendiriyorsunuz ve nasıl bir politik duruş geliştirilmesi gerekiyor sizce?

ESP: Kurulu düzenin, Cumhuriyet tarihinin en derin ve yıkıcı sarsıntıları içinden geçmekte olduğu; faşist rejimin, bizatihi kendi yöneticileri ağzından dile getirdikleri gibi bir “varlık yokluk” krizi yaşamakta olduğu koşullardan geçmekteyiz. Özetle, devrim ve demokrasi güçleri için nesnel koşullar, devrimci ve özgürlükçü temelde politik/toplumsal mücadele ve yeniden kuruluş olanakları bakımından hayli elverişli durumdadır. Fakat bu, tek tek örgütlü siyasi yapıların bağımsız politik pratik devrimci faaliyetlerinin meşruiyeti ve kıymeti dışında ve esasen de halklarımızın faşizme ve sömürgeciliğe karşı yığınsal ve birleşik hareketini yönlendirip yönetebilecek cephesel karakterli bir birleşik devrimci demokratik önderlik iradesinin yaratılması ölçüsünde gerçeğe dönüştürülebilecek bir olanaktır. Bu yönlü arayışların, girişim ve deneyimlerin sürdürülmesi ve örneğin HDK/HDP nezdinde kazanılmış ve başarılar üretmiş kurumsallaşmaların varlığı bir olgu olsa da, emekçi sol yelpazenin bir dizi devrimci ve antifaşist öznesi bu türden bir cephesel mevzinin dışında kalmayı sürdürmektedir. Ama aynı zamanda bu kazanım, siyasal etkisi altında tuttuğu milyonları örgütsel olarak kucaklayabilecek ve harekete geçirebilecek istikrarlı bir yapılanmaya da dönüştürülebilmiş değildir henüz. Toplamda, devrim ve demokrasi güçlerinin cepheleşme yeteneğindeki yüzeysellik ve darlıklar, kitlesel ve araçsal potansiyel rezervlerin faşizme karşı birleşik işlevsel güç hale getirilmesini sınırlandırmakta, dağınıklığın, parçalılığın ve etkisizliğin verimsiz sonuçlarının aşılması zorlaşmaktadır. Dolayısıyla bu durum objektif olarak, faşist karşı bloğun stratejik/taktik yönelim ve adımlarının etki alanını ve sonuçlarını, hem örgütlü politik yapılar hem de genel halk yığınları üzerinde genişletmekte ve ağırlaştırmaktadır. 

Alınteri: Bu saldırganlık karşısında demokratik cephede tüm direniş dinamiklerinin buluştuğu birleşik mücadeleyi önemsiyoruz. Bu başarılamadığı sürece saldırıların tırmanacağını ve gerici bir iç savaş da dâhil içinden çıkılamaz nitelikler kazanacağını düşünüyoruz.

İkincisi Türkiye Devrimci Hareketi’nin gerici bir iç savaş, paramiliter örgütlenmeler de düşünüldüğünde bu gerçeğe uygun birliktelikler ve güç yoğunlaşması içine girmesi gerektiğine inanıyoruz.

Bunlarla birlikte gericiliğin hegemonya kurduğu işçi sınıfına yönelimde toplam bir yaklaşımın şart olduğunu, rejimin güven duyduğu bu hegemonyanın kırılması için sınıfa yönelimin güçlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Krizin ağırlaşmasının AKP’nin yumuşak karnı olduğunu, gerek tabanına dağıttığı “yardımların” tıkanması gerekse yaygın işsizlik ve yoksullaşmanın devrimci çalışmanın esas odağını oluşturması gerektiğine inanıyoruz. Bu konuda da  eşgüdümlü, güçleri yoğunlaştıran bir birliktelik şart.

Devrimci Hareket: Öncelikle “topyekûn saldırganlık” tanımı ile yetinmemek, olgunun adını sınıfsal bağlamlar içinde eksiksiz koymak gerekiyor. Çünkü eğer bugün yaşananın 12 Eylül, 12 Mart gibi bir darbe olduğu tespit ediliyorsa, bunun mücadelenin hedeflerine, ittifakların niteliği ve kapsamına doğrudan etkisi olur. Bu konuda (kimi zaman gereği yerine getirilemezse de) Marksist çevrelerde genel kabul gören ortaklaşmış bir ölçüden söz edebiliriz. Eğer bir darbe söz konusuysa, faşizme karşı birleşik cephe bilinciyle en geniş ittifaklar gözetilerek hareket edilir. Tarihte bu konuda ölçü alınabilecek öğretici pratikler vardır. Örneğin Clara Zetkin’in 1932 yılında Reichstag’ın en yaşlı üyesi olarak yaptığı açılış konuşmasında kullandığı “Tüm tehdit edilenler, tüm acı çekenler, haydi faşizme karşı birleşik cepheye” biçimindeki ifade, nasıl bir çağrı yapmak, ittifakların kapsayıcılığını hangi ölçüler içinde ele almak gerektiği bağlamında oldukça açık ve öğreticidir.

Bugün devrimci ve ilerici toplumsal güçlerin gerek duruş gerekse kavrayış olarak sözünü ettiğimiz noktada olduğu, ne yazık ki söylenemez. Geniş kapsamlı ortaklaşmalar yönünde bir eğilim var ise de bunun politik olanın yanında duygusal ve psikolojik nedenlerle yeterli sonuç vermediği görülüyor. Hatta bu durum kimi devrimci yapıları, stratejik olarak kendilerini anlatmayan bir çalışma tarzının parçası haline getirebiliyor ve sonuçta niyetten bağımsız olarak Türkiye devriminin öncelikleri, mücadelenin güncel ve bütünlüklü gerekleri tek boyutlu bir yoğunlaşma sebebiyle ihmal edilmiş oluyor.

Özetle bugün Clara’nın çağrısı da Dimitrov’un faşizme karşı birleşik cephe tanımı da güncellenmeli, mevcut güç ve imkânlar Gezi’den öğrendiklerimiz eşliğinde, saldırının niteliğine uygun bir karşı duruş için hızla harekete geçilmelidir. İnanıyoruz ki bu bilinç ve kavrayışla bir araya gelindiğinde var olan öznellikler, koşulların ağırlığı ve mücadele öznelerinin samimiyeti karşısında eriyecek, daha gerçekçi, uygulanabilir bir mücadele hattı örülebilecektir. 

Devrimci Hareket: Faşizmin topyekün saldırıları devrimci, demokrat ve yurtsever bütün kesimlere diz çöktürmeyi hedefliyor. Bu saldırılar karşısında direniş zeminini tahkim etmek en güncel görevimiz. Bu süreçte faşizm yekten karşısına alacak bir anti-faşist cephe ihtiyacı bütün yakıcılığıyla ortada durmakta.

 Gelinen noktada faşizmin saldırıları karşısında çok yönlü bir mücadele pratiği içinde olmak zorundayız. En geniş kitleyi harekete geçirirken ve sokağa çıkmayı örgütlerken aynı zamanda kitlelerin güvenini kazanacak bir mücadele kararlılığı için olmak durumundayız. Faşizme karşı ortaya çıkan her türlü direniş olanaklarını büyütmek görevimiz.

 Faşizmin saldırılar karşısında etkin bir mücadele pratiği içinde olunmazsa ve süreç geçici bir dönem olarak değerlendirilirse yanılmış oluruz. Her türlü platform ve her türlü birlik arayışı değerlendirilmelidir.

 Var olan süreç topyekün bir seferberlik süreci olarak görülmeli, herkes faşist saldırılara karşı ne yapabiliyorsa onu yapmalı. Faşizme teslim olmamayı, diz çökmemeyi sokak sokak, iş yeri iş yeri ve fabrika fabrika örmek görevimiz.

HG: Son olarak mevcut yaşanmakta olan süreç sizce nereye evrilecektir? Ya da sürecin siyasal sonuçları neler olacaktır?

ESP: 15 Temmuz sonrasında olup bitenlerin gösterdiği şey apaçık ortada: politik İslamcı faşist Erdoğan diktatörlüğü tüm sistemi yeniden reorganize etme, Başkanlık üzerinden yeni bir rejim kurma yoluna girmiş bulunuyor. En azından Muratları böyle ve eğer başarabilirlerse “yeni Osmanlıcılar olarak içerde ve dışarıda Türk sömürgeciliğinin bir yüzyılını daha belirleyecek/güvenceleyecek stratejik politik ve toplumsal adımlar atmış olacaklar! Türkiye- K. Kürdistan ve özellikle Ortadoğu bağlamında yürüttükleri iç savaş-dış savaş kurgusu (ya da macerası diyelim) bütünüyle bu stratejik plan zemininde hayat bulmaktadır. Ama tabii bu baştan ölü doğmuş bir stratejidir ve geleceği yoktur. İçerde en somut olarak 7 Haziran’dan, dışarıda da Kobane yenilgisinden başlayarak bu strateji adım adım çökmektedir. Ne uyguladıkları “çökertme planı”nın vahşiliği, kıyımcılığı ve yarattığı acı sonuçlar, ne de Suriye/Irak zemininde askeri güç gösterileri ve heveslendiği işgalci girişimler bu gerçeği değiştirmez. Çöküşün geri dönüşü yok ve bütün bunlar zaten ilerleyen bir stratejinin, güç kazanmanın değil, geri düşme eğiminde, yenilgi zeminde “ kontrol kaybı” göstergeleridir.

Alınteri: Her şeyin tıpatıp aynı olması anlamında değil ama sürecin akışına yön veren temel güç ve dinamiklerin aymazlık ya da saldırganlık düzeyleri dâhil birçok açıdan 1930’ları çağrıştıran bir dönemi yaşıyoruz. Eğer aklımızı başımıza toplamazsak o zaman filmin sonu nasıl gelmişse bugün de benzer acı ve yıkımlarla karşılaşmaktan kurtulamayacağımız gerçeği görülmeli.

Biz bu süreci birleşik bir mücadele hattı içinde geriletemezsek devrim mücadelesinin onlarca yıllık bir geriye çözülüş yaşayacağına, siyasal gericiliğin bölgesel bir savaş hatta kanlı iç savaşlara gebe bir yöne evrileceğine inanıyoruz.

Direniş dinamiklerinin dünle, 12 Eylül ve sonrasıyla kıyaslanmayacak olanaklara, ittifaklara ve yakın zamanın Gezi direnişi-Kürt serhildanlarının biriktirdiği direniş hafızasına sahip olduğunu biliyoruz. Bu dinamiklerin  birleştirilmesi, karamsarlığa kapılmadan büyük küçük tüm kanalların aynı havuzda toplanması şart. Bunlara güvenmek ve moral değerler haline getirip yeni değerler üretmekle bu süreci aşacağız.

Devrimci Hareket: Yukarıdaki sorularda da altını çizdiğimiz gibi süreç bugün küresel aktörler tarafından, 200 yıllık bir rövanş alınmak istercesine, bir dünya savaşı kararlığı içinde yürütülüyor. ABD seçimlerinin daha önce görüldüğü gibi bir nöbet devri havasında değil gerçekten sert bir mücadele içinde geçmesi, adayların arasındaki nüansları bile önemli kılan sürecin niteliği ile ilintilidir.

Önümüzdeki 10-15 yılı kapsama ve tüm yüzyılı belirleme ihtimali olan bir yeni düzen inşası söz konusu. Bugün o inşanın ön kapışmaları, saflaşmalar ve ayrışmalar yaşanıyor. Musul savaşı da Halep savaşı da Akdeniz dâhil bölgedeki askeri yığınak da bu kapsamda ele alınmalıdır.

Daha önce de söylediğimiz gibi Suriye artık yalnızca Suriye değildir. Bir anlamda İspanya iç savaşı sürecinde İspanya’nın yalnızca İspanya olmaktan çıkması dünya savaşının önce İspanya’da yaşanması gibi bir süreçtir bu. İşte sürecin nereye evrileceği ya da siyasal sonuçlarının ne olacağı bu temel önemdeki gelişmelerle ilinti içinde ele alınmalıdır. Deyim yerindeyse dünyada Trump ne ise Türkiye’de Erdoğan odur. Hatta 15 Temmuz bağlamlı tepkiyi yedekleyerek bir çeşit “meşru ve sivil görünümlü darbe”  gerçekleştirmiş olması bağlamında, Erdoğan/AKP iktidarının dünya ölçeğinde sermayenin gönlünden geçen düzenin Türkiye versiyonunu en eksiksiz biçimde inşa etmek için -şimdilik- bir başka ülkeye oranla daha uygun koşullar yakaladığını söyleyebiliriz. 

Yine de sınıflar mücadelesinin izleyeceği seyir, karşıt güçlerin (ezilenlerin) örgütlülük ve bilinç düzeyi ile ilintilidir. Eğer güçlü bir dalgakıran oluşturulabilirse, o zaman süreç hızla değişebilir. Çünkü gerçekte Clara’nın deyimiyle çok insana acı çektirildi; çok fazla tepki ve toplumsal öfke birikti; sürecin bir boyutunu egemenlerin yönetememe krizi oluşturuyorsa, diğer boyutunu yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi oluşturuyor. Bunu, doğru ve uygulanabilir bir programla bütünleştirebilen bir birleşik hareket yaratılabilirse, sevgili Can Yücel’in şiirindeki gibi havanın dönmesi ve rüzgârın ezilenlerden yana esmesi uzun bir zaman almayacaktır.

Devrimci Parti: Faşizm ülkeyi kapsamlı bir iç savaş sürecine sürüklüyor. Kürt, alevi, işçi ve laik yaşam tarzı konusunda ısrar eden bütün kesimler iç savaş sürecinde faşizmin saldırılarının hedefi olacak. Bu dönem geçici bir süreç olmayacak tam tersine her geçen gün daha da derinleşen bir süreç yaşanacak. İşçi sınıfı ve ezilenler cephesinde anti-faşist direnişi büyütmek zorundayız. Devrimciler bu süreçte inisiyatif alır ve müdahale ederse faşizm kaybedecektir.

 Bugün için ödenen her bedel gelecek için ödenmiş bedel olarak görülmeli. Devrimciler bütün olanaklarını kullanarak direnişi büyütmek en geniş toplumsal kesimleri bu direniş sürecine katmak zorunda.

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerikAktüel Durumun Öne Çıkardığı İhtiyaçlar
Sonraki İçerikAdana’da öğrenci katliamı!