Dünya ve Coğrafyamızda Kabaca Genel Siyasi Durum Analizi…

Gericilik, bir sınıf mahareti olarak insanlığın ilerlemesi önünde engel oluşturan en temel çelişkidir. Yıkılması ve tarihin çöplüğüne atılması gereken baş belasıdır ki, kötü olan herşeyin başı bu gericiliktir. Ve bu gericilik, yüksek donanımlı talan, kapsamlı sömürgeci yayılmacılık ve tamamlanmış hegemonik nüfuzla emperyalist dünya gericiliği niteliğinde örgütlenmiş olup, tüm dünyayı vahşi talan ve barbar tahakküm altında esir tutarak tüm doğayı felaketlere sürüklemektedir. Siyasal gericiliğin bugünkü başat niteliği, temsili ve kaynağı emperyalizmdir. Dünyayı kollarıyla sarıp sıkan bu canavar kanla beslenmektir. Emperyalizim, yapısal olarak bir kriz, bunalım ve buhran üreticisidir ki, siyasi özelliğiyle saldırganlık ve savaş demektir. Öyleyse, gelişen insanlık ve ilerleyen tarih karşısında emperyalist gericilik köhnemiş, tarihsel olarak miadını doldurmuştur. Lakin, ‘‘Bütün gericilik aynıdır; vurmazsan yıkılmaz‘‘!

Dinamik olmaya devam eden emperyalist gerici sistem, kriz ve bunalımlarını işgalci saldırganlıklar başta olmak üzere, gerici baskı, zor ve şiddet yoluyla geçici politik çözümler üretip erteleme becerisi göstermektedir. Devrimci sınıf mücadelesinin zayıflıkları emperyalist gericiliğin kendisini idame etmesinin objektif nedeni olarak önem kazanmaktadır. Yaprakların dökülmesi için rüzgarın esmesi şarttır. Devrimci rüzgar esmeden gericilik kendiliğinden yıkılmaz; kendisini onarma olanağı bulur… Mevcut mücadeleler gericiliğin tasfiye edilmesi için yeterli değildir. Gericilik bu fırsatta kendisini üretme, geçici çözümlerle de olsa tıkanıklıklarını aşma, yıkılışını geciktirme yeteneği sergilemektedir.

Gericilik soyut bir düşman, belirsiz bir hedef olmadığı gibi, yıkılması zor bir güç de değildir. O, bir dünya sistemi olarak her coğrafya ve yaşam alanında aldığı somut biçimlerle işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın mücadelesinin karşısındadır.

Emperyalist gericiliğin esaretine emanet dünya, barbarlığa karşı isyan ateşleriyle ısınıp, dünya toplumunun bir çok coğrafyası gerici savaş ve saldırganlık altında yangın yeriyken, coğrafyamız (Türkiye-Kuzey Kürdistan) halkları da, tekçi-şoven ve ırkçı-faşist Türk hakim sınıflarının komprador tekelci burjuva klik iktidarı olan Erdoğan-AKP/MHP güruhunun keyfiyetçi, hukuksuz, baskıcı ve katliamcı saldırganlığı altında adeta inlemektedir. ‘‘TC‘‘ devleti, hakim sınıfları ve iktidarları, emperyalist gericiliğin yerel bir uzantısı, temsilcisi ve karakolu durumundadırlar. Emperyalist gericiliğe karşı mücadele bu yerel uzantılarıyla mücadele, yerel egemen gericiliklere karşı mücadele de emperyalist gericiliğe karşı mücadeledir; bir birinden koparılamazlar.  

Dünya ölçeğinden bölgelere ve bölgelerden tek-tek ülkelere kadar, emperyalist haydutluk ve bu zincirin uzantısı olan yerel devlet ya da iktidar barbarlığı, çeşitli ulus ve azınlıklardan, inanç ve cinsiyetlerden tüm emekçi halklarımız ve mazlum ulusları büyük acılara boğan gerici savaş, ilhak ve işgal saldırganlıklarıyla kana boğmakta, büyük acı ve dramlar eşliğinde hızla geleceksizliğe sürüklemekte, insanla birlikte doğayı da felaketlerden felaketlere itmektedirler. Emperyalist barbarlık sistemi ve siyasi aktörleri insan yaşamı ve tüm canlı-cansız dünyayı tahrip ederek yok etmeye devam etmektedir. Tek bir coğrafya bile, sürdürülemez olan bu gerici-barbar sisteme terk edilemez. Yapılan tanıklık daha fazla sürdürülemez. Halkların ve mazlum ulusların isyanı zorunludur, özgürlükleri haktır, bilimsel sosyalizm teori-pratiğiyle buluşan devrimci eylemiyle kurutuluşlarına azmetmeleri şarttır!

Emperyalist haydutlar arasındaki hegemonya ve nüfuz dalaşının faturası yoksul halklarımız ve mazlum uluslara yüklenemez, yüklenmesine göz yumulamaz. Emperyalist güçler arasındaki güçler dengesi çatışmasına mazlum ulus ve halklar alet edilemez, edilmesine göz yumulamaz. Onların gerici çıkar kavgası, çocuk ve kadınların kurban edilmesine, toplumların ve insanlığın kıyımcı tahakküm, köleci esaret ve gericilik altında tutulmasına, dünyanın felaketler tehdidi altında yok edilmesine neden yapılamaz, olmasına rıza gösterilemez.

Emperyalist dünya gericiliği kanlı saldırganlığıyla çekilemez köhne bir barbarlık olarak, dünya proletaryası ve halklarının enternasyonalist hışmına maruz bırakılıp kahredici devrimci darbelerin hedefi yapılarak bertaraf edilmek durumundadır. Bunun somut biçimi, emperyalist zincirin zayıf halkalarından parçalanarak yerellerden devrimci tasfiyeye tabi tutulmasıdır. Türk hakim sınıfları devleti ve siyasi sistemleri bu zayıf halkalardan biri olarak, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın birleşik devrimci savaşıyla daha fazla, daha güçlü ve daha kararlı biçimde tanışmak, nihayetinde yıkılıp tasfiye edilmek durumundadır. Bu görev, değişik niteliklerden tüm devrimcilerin ötelenemez tarihsel görevidir.

Türk hakim sınıfları devleti ve faşist sistemlerinin, özelde de Erdoğan tiranlığı altında tek adam iktidar sultasına dönüşen AKP-MHP iktidarının eseri olan açlık ve yoksulluk sınırları çilekeş halklarımızın yaşamını işgal ederken, açık faşizmle ayuka çıkan koyu baskı, zulüm ve vahşet dizginsiz bir saldırganlık olarak kol gezmektedir. Coğrafyamızdaki faşist rüzgar, günbegün büyüyerek yıkıcı fırtınalara dönüşmüştür. Erdoğan-AKP/MHP iktidar dönemi bu fırtına dönemidir.

Bu dönem, rejim değişikliğine gidilmek suretiyle, özünde formel olan yargı-yürütme-yasama üçlüsünde ifade bulan güçler ayrılığının tamamen ortadan kaldırılarak tek adam yetkisi ve keyfiyetine bağlanmıştır. Tek adam kararnameleriyle yasaların çıkarıldığı ve düzenlendiği bir yönetim biçiminin uygulandığı, medya üzerinde ağır baskılar kurularak medya esasının tek adam sultasının tekeline alınmıştır. İktidar ve sermaye gücüyle sendika ve STK’larda örgütlendiği, eğitim-öğrenim sistemini dizayn ederek siyasal islamcılıkla kendi safına çektiği, seküler toplum ve yaşamın yerine sünni-selefist dini toplum ve yaşam egemenleştirilmektedir. Irkçı-faşist Türk milliyetçiliğinin manivela edilerek  bu zehirle toplumsal kutuplaşma ve örgütlenmelerin büyütüldüğü, tekçi, ırkçı-faşist saldırganlığın zirve yaparak iç ve dış siyasete hükmettiği, dolayısıyla emperyalist güçler arası denge çatışması boşluğundan da yararlanılarak işgalci-yayılmacı saldırganlığın sergilendiği ve Yeni Osmanlıcılığın hortlayarak yönelimlere girdiği, kendisine uygun örgütlenmeler ve kurumsallaşmalara başvurduğu, uzun iktidar yıllarının sağladığı avantajla kendi sermaye grubunu oluşturduğu, bütün bu aşamalarla birlikte, bahis konusu siyasal dinci yönelim ve uygulamalarla tam bir devletleşmenin sağlandığı,  radikal-siyasal islamcılığa geçişle yerine oturan halk düşmanı koyu faşist bir dönemdir.

Burjuva muhalefete tahammülsüzlükle de karakterize olan bu dönemde; Sosyalist, devrimci ve ulusal-demokratik güçler ve özellikle bunların silahlı mücadelesi yüksek teknoloji destekli faşist savaş konseptiyle stratejik saldırılara tabi tutulmakta, amansız saldırganlıklarla katliamlardan geçirilmektedir. Sınıf karakteri ve siyasi niteliğine uygun olarak, komünist ve devrimci güçlere istisna tanımayan katılıkta amansız bir düşmanlıkla tam bir ‘‘demir pençe‘‘-‘‘demir yumruk‘‘ olmayı esnetmeden daha da katılaştırmıştır. Teknolojik unsura dayalı tüm kontrol ve denetim mekanizmalarıyla ağır bir gözetleme, izleme, takip etme ve elbette tutuklayarak hapsetme ya da imha etme zemininde bir toplumsal yaşam kuşatması gerçekleştirilmiş, toplumsal mücadele dinamikleri, sosyalist, devrimci ve demokratik mücadele güçlerinin alanı daraltılarak, hareketi büyük oranda bastırılarak geriletilmiştir. Lakin, direniş ve mücadele en güçlü nedenler zemininde temel doğrultusunu sürdürmekte, belirgin gelişmeler ve toparlanmalar göstererek devrimci ilhamı büyütmeye devam etmektedir. Yenilgiler gibi, geçici zayıflıklar ve başarısızlıklar da karamsarlığın yeterli-haklı sebepleri olamaz… Devrimci gelişmelere paralel olarak, Erdoğan sultası gericiliği de büyük sarsıntılar yaşayarak zayıflamaktadır. Zaafını kapatmak için saldırganlığını tırmandırmakta, baskılarını arttırmaktadır. Demokratik çözüm üretemeyenlerin veya objektif olarak üretme durumunda olmayıp buna dönük bir istemleri de olamayanların çözümsüzlük üretmekten ve zor-şiddete başvurmaktan başka seçenekleri de olamaz, yoktur da. Her politikanın, her hamle ve saldırının bir gerekçesi vardır; ikitdarın saldırılarını tırmandırmasının ve yeni dalgalarla gündeme getirmesinin de nedenleri vardır; bu nedenler zayıflıklarla örülen açmazların yol açtığı acizlikten başkası değil ki, saldırıları planlarını tahkim edilerek devreye sokmaları tam da bu aczin ürünüdür. Erdoğan güruhunun açmazları onu şuursuz saldırılara ve tutarsız politikalar sergilemeye itmektedir. Bunun için saldırmakta, bunun için demokrasi, insan hakları ve reformlardan söz etmektedir…

Erken ya da baskın seçim olasılığı bu şartların zorunlu sonucu olarak rasyonel görülmektedir

Yönetemez duruma gelip iktidarı kaybetme tehdidiyle karşı karşıya gelen Erdoğan sultası güruhu, ekonomik kriz şartlarıyla da yönetememe açmazıyla yüzyüzedir. Erken ya da baskın seçim olasılığı bu şartların zorunlu sonucu olarak rasyonel görülmektedir. Seçimlerin kazanılması ve dolayısıyla iktidarın korunarak sürdürülmesi amacı, iktidarı tek doğru yapmadan her şıkta yanlış yapmasını koşullamakta ve nesnel olarak sonunu hızlandıran hamleler yapmasına yol açmaktadır. Müjde verme hayali taşıdığı ve fiyaskoyla sonuçlanıp altında kaldığı işgalci Gare saldırganlığı bu hamlelerden biriydi. Elbette Gare işgal saldırısı seçimler öncesi kitlelerin karşısına, özellikle de ırkçı-milliyetçi kesimlerin karşısına kahramanlık destanıyla çıkıp oy isteme, dolayısıyla seçimlere yatırım amacıyla da gerçekleştirilmiş bir saldırganlıktır. Fakat çöküş sancılarının ürünü olarak attığı her adım gibi, Gare saldırısı da bir kabus olarak kendisine geri döndü… Ve şimdi, seçimden fazlasını kaybetme gerçeğiyle yüzyüzedir Erdoğan güruhu.

Toplumsal muhalefet ve ekonomik-siyasi zemindeki nesnel şartların basıncı ile birlikte, muhtaç olduğu kandaş cemaat ve tarikatların basıncı da Erdoğan iktidar güruhunu karanlık tünele iterek, bir taraftan insan hakları kozunu kullanmasına, diğer taraftan da İstanbul Sözleşmesinden çekilme ucubeliğine düşürmektedir. Lakin, egemen gericilik, baskıdan, zor ve şiddetten beslenir. Egemenlik araçlarıdır bunlar. Bu bakımdan havuç gösterse de sopa elinden düşmez. Bu da gericiliğin iki yüzlülüğüdür. Ve gericiliğin zor ve şiddetten başka yeteneği de, halklara verebileceği bir şey de yoktur zaten.

Kürt ulusu başta olmak üzere, tüm azınlık, inanç ve cinsiyetlerden ezilen kasimlere, kadın ve çocuklara, aydın ve ilericilere, eleştiren, hak arayan tüm demokratik mücadele ve kurumlara azgın bir terör uygulanmakta, adeta nefes aldırılmamaktadır. Kürt ulusunun demokratik iradesine darbe yapılarak çiğnenmekte, burjuva seçimlerde seçilmiş olan vekilleri, belediye başkanları, siyasetçileri hukuksuzca tutuklanıp hapsedilmekte, açık bir milli zulüm uygulanmaktadır… Gare işgalci saldırganlığı ve katliamı bunun bir örneğidir. Siyasi partilerin kapatılması HDP’ye açılan dava ile yeniden gündeme getirilmektedir. Hem de yeni anayasa, reform, insan hakları safsatalarının dillendirildiği koşullarda siyasi partilerin kapatılması gündeme getirilmektedir. Aynı safsataların ne denli iki yüzlüce olduğunu ispatlayan bir gerçek de, KHK’lar yönetiminin, lokal OHAL‘in uygulanmasına dayanan iktidarın İstanbul Sözleşmesinden tek taraflı olarak çekilme kararını almasıdır.

Kısaca özetlediğimiz gerici dünya cephesi ve bunun bir parçası olan coğrafyamızdaki siyasal gericiliğin bu durumuna karşın, devrimci dünya cephesindeki genel durum ile coğrafyamızdaki devrimci cephenin durumu ise, esasta nesnel devrimci şartların varlığına koşut olmayan ve devrimci hareket şahsında örgütsel-siyasi güç bakımından ciddi yetersizlikler barındıran temel bir sorunla karşı karşıyadır. Ne varki, tüm örgütsel-taktiksel-geçici zayıflıklarına rağmen, devrim hareketi stratejik üstünlük ve tarihsel haklılık zemininde, her düzeydeki türevleriyle egemen gericilikten kaynaklanan bütün bu sonuç ve şartların devrimci tarzda değiştirilmesinin belirleyici unsurudur. Ki, bu durum doğrudan devrimci aktörlere ve siyasi hareketlere işaret eder, onların varlığıyla anlam kazanır. Bu siyasi hareket ya da aktörler, devrimci nitelikte siyasi parti, örgüt, kurum ve mücadele güçleri ya da bunları belirleyen dinamiklerdir. Bunlar devrimci dünyanın ve elbette her parça coğrafyasındaki devrim cephesinin güçleri olarak, her düzeydeki gericiliği, gerici sistem ve iktidarları devrimci sınıflar lehine değiştirmenin stratejik araçları, tayin edici siyasi mücadele silahlarıdır. Kitlelerle buluşan bu silahlar, sınıflar mücadelesinde yenilmez bir güce dönüşürler. Devrimler tarihi ve toplumların ilerleme tarihi bunu ispatlar.

O halde, devrim ve devrimci mücadelede elzem olan bu örgüt ve örgütlenme araçlarını, taktik ve stratejik biçimlerde olmak üzere, mümkün olan en geniş devrimci dinamiği ihtiva edecek tarzda oluşturmak, devrimin nitel ve nicel güçlerini büyütmek ötelenemez siyasi görev ve sorumluluktur.

Hiç şüphesiz ki, çağımızda ve çağımız sınıflar mücadelesinde, sınıf ve tüm devrimlerde ve bu devrimlerin başarıyla sürdürülüp korunmasında, proletaryanın önderliği ilkesel bir sorun, ihmal edilemez stratejik bir önemdir. Proletaryanın devrimdeki ideolojik-siyasi-örgütsel önderliğinin mevcut tarihsel-toplumsal tazahürü ve biçimi olarak Komünist Parti, proletaryanın seçkin üyelerinden, kadro ve önderlerinden teşekkül olan öncü kurmayı, işçi sınıfı ve geniş halk kitlelerinin burjuvaziye karşı savaşımında kullandığı stratejik bir araç ve devrimci savaşın komuta merkezidir.

Komünizmin temel ilkelerinden biri olarak şart olan proletaryanın devrimdeki önderliği, devrimin ittifak ve müttefik güçleri olan devrimci halk güçlerine kaba bir dayatma değil, sınıflar mücadelesi yasasının bilimsel bir gerekliliği olarak kabul gören, sınıflar mücadelesi pratiği içinde kanıtlanan nesnel bir süreç ya da objektif sonuçtur. Proletaryanın devrimdeki önderlik rolü, proletaryanın en devrimci sınıf olmasından kaynaklanır ve bu rol devrimci açıdan daha geri sınıf ve siyasi güce devredilemez. Proletarya devrimde kendi gücüne dayanmayı esas alır. Ne ki, bu durum, devrimci sınıf ve halk güçlerinin devrimdeki rolünü yadsımaya, devrimin ihtiyacı olan devrimci güçlerin birleşik mücadelesini ve ortak devrimci görevlere bağlı örgütlenmelerini reddetmeye yorumlanamaz. Bilakis, Komünist Parti, devrimin ön koşullarından olan proletarya önderliğini, devrimci halk güçlerinin birleşik mücadele ve örgütlenmesi göreviyle de tarif eder. Devrimci kitlelere rağmen bir devrimi öngörmez. Devrimci cephe anlayışı ve örgütlenmesi, bunun pratik nüveleri ya da ön süreçleri olan güç ve eylem birliği siyaseti ve ittifaklar politikası bu zeminde vücut bulur. Devrim tasavvurunu, devrimci halk güçleri için demokrasi, gerici sınıflar üzerinde baskı teziyle biçimlendirirken, dost ve düşman ayrışımına dayalı çizgiyi temel alır. Proleter orijinli toplumsal sistem örgütlenmesine dayanan sosyalist devrim, toplumdaki demokrasiyi sosyalist demokrasi olarak inşa edip uygularken, tüm devrimci sınıf ve halk güçlerini içeren toplumsal mütabakat metni olan sosyalist anayasaya bağlılık çerçevesinde buluşturur, temsil eder. Bu sınıf ve siyasi temsilcilerinin söz ve örgütlenme haklarını tanır, garanti eder. Bu anayasa, proleter nitelikte, her dil ve dinden tüm devrimci sınıf katmanlarının müşterek metni ve çıkarlarının yüksek ifadesidir… Bu yüksek çıkar birliği metni, proletarya ve geniş halk kitleleriyle, devrimci sınıf katmalarından tüm emekçi sınıf güçlerinin toplumsal sistem düzeyinde en büyük siyasi ittifak ve birlik zemini ya da temsilidir.

Proleter devrimler olmaksızın, her türden baskı, sömürü ve en nihayetinde siyasi sistemde vücut bulan özel mülkiyetçi köhnemiş sınıf sistemine gerçek manada son verilemez

Sınıflardan yoksun ve kendiliğinden işleyen ezeli dönemi hariç, sınıflar dönemiyle başlayan tarih, gerici ve devrimci olmak üzere iki karşıt kutbun acımasız savaş ve kıyımsal muharebeleriyle günümüze ilerledi. Bu tarihin o büyük nifağı, tarihin gelişim meydanı olan karşıtlar çatışmasının itici ve yaratıcı dinamiği oldu. Aynı tarih kuşağının dinamiği sınıflar arasındaki kavga olsa da, bu kavganın varlık sebebi zıtların birliği zemininde mümkün oldu ki, sınıflar arasındaki bu savaşım zıtların birliği yasasının doğrudan tezahürüdür.

Bu tabloda yer alan her bir öğe, ne tarihte kaldı, ne de hükmünü yitirerek anlamsız hale geldi. Bilakis, diyalektik yasa ve tarihi diyalektik, güdümündeki çatışma ve bu çatışmanın siyasi yelpazeye vuran sınıf savaşımı niteliği ile sınıf savaşımının ilerlettiği tarih, tüm akışkanlığıyla aktüel yaşam olarak devam etmektdir. Sınıflar ve sınıf mücadeleleri tüm keskinliğiyle toplumsal yaşama hükmetmektedir. Bu yaşam, karşıtların birliği ve mücadelesi zemininde süren siyasi-sınıf mücadeleleri yaşamıdır. Devasa birikim ve zengin tecrübeleriyle, ileriye dönük çaba ve devrimci sıçramaların kaçınılmaz mücadelelerine tanıklığın tarihidir bu yaşamın akışı.

Mücadele tarihinin tüm bilgi ve tecrübe birikimi aktüel mücadeler tarafından omuzlanarak temsil edilmekte ve geleceğe aktarılmak üzere bugünden taşınmaktadır. Günümüze ait herşey sınıflar zemininde cereyan etmekte, sınıf mücadelelerini besleyerek, tüm tarihi geçmişin gelişim zinciri üzerinde ilerletmektedir. Tarihsel diyalektik akış ve sınıflar mücadelesinin evrensel kanunları günümüzde hükmünü koruyup, Marksist felsefe, ideoloji ve devrimci teorisiyle pratikte sahiplenilmektedir. Ne varki bu durum sorunsuz bir düzlem değildir.

Sınıflı toplumlar tarihini veya toplumu teşekkül eden olgu, tek bir sınıf varlığı değil, iki temel sınıf varlığı ya da bu iki sınıfın egemenlik mücadelesidir. Toplumun biçimlenmesi iki sınıf ekseninde olsa da, yani toplum iki karşıt sınıftan meydana gelse de, bu toplumun ekonomik-siyasi sistem ve sınıf karakteri toplumdaki egemen sınıf tarafından belirlenir. Gerici sınıf sistemiyle örgütlenen toplumdaki mücadele egemen olanla egemen olmayan iki sınıf ekseninde cereyan eder. Öyleki, bu sınıflı toplumda sınıflar arası mücadele özgünlükleri barındıran evrensel nitelikte kesintisiz bir süreç olarak işler. Ki, toplumun gelişimini ve nihayetinde kaderini, sınıflar mücadelesi yasasına uygun gelişen bu mücadele pratiği tayin eder. Bu süreç, zorlu savaşım aşamalarından, kanlı çatışmalardan ve iniş-çıkışlardan geçerek stratejik hedef ve nihai amaca doğru yol alır. Elbette bu, insan etkinliğinden bağımsız olarak kendiliğinden işleyen bir süreç değildir.

‘‘Sınıflı toplumlardan sınıfsız tek dünya toplumuna doğru büyük yürüyüşte ve bu yürüyüşün her aşamasını katetmekte anlamlı olan bu meşakatli uzun tarihsel sürecin biricik anahtarı, motor gücü, değiştirme kuvveti ve kanıtlanmış başarı silahı, zengin biçimler gösteren proleter devrim(ler)dir. Proleter devrimler olmaksızın, insanın insan üzerindeki her türden baskı, sömürü ve egemenliğine, en nihayetinde siyasi sistemde vücut bulan özel mülkiyetçi, patriyarkal, erkçi, ırkçı-milliyetçi köhnemiş sınıf sistemine gerçek manada son verilemez…‘‘

***

Burjuvazi mezar kazıcısının tarih sahnesine çıkmasına vesile olarak onu geliştirerek büyüttü. Bu süreçle sınıflar mücadelesinin niteliği, bilimsel sosyalizm teorisinin tayin edici rolüyle devrim rotasına oturdu. Nitekim bu mezar kazıcı proleter devrimler süreci ve dalgasıyla burjuvaziyi yenilgilerle tanıştırıp mezara gömme pratiğini gerçekleştirdi. Burjuvazinin bu sürece, yani yapısal çelişkisinin zorunlu sonucu olarak geliştirdiği mezar kazıcısına ve elbette dünyayı kasıp kavuran devrimci eylemine kayıtsız kalamazdı, kalmadı da. İşçi sınıfı teorisinin sulandırılması, burjuva akım ve düşüncelerle yozlaştırılması, sınıf saflarına ideolojik-teorik sızmalar gerçekleştirerek bu safların bölünmeye çalışılması ve daha bir çok argümanın geliştirilerek ideolojik deformasyonun yürütülmesi hiç bir zaman eksilmedi. Devrimci sınıf mücadelesinin anlamsızlığı, sınıf çelişkilerinin ortadan kalktığı demagojik yalanıyla geliştirilip tarihin sonu safsatasıyla propaganda edildi. Sosyal devlet projesi, mezar kazıcısı olarak karşısına çıkan proletaryanın iktidar mücadelesini baltalamaya dönük bir proje olarak yürürlüğe koyuldu. Fakat burjuvazi bununla yetinemezdi, proletaryanın yuvasına girip onu içten çökertme hamleleriyle proletaryayı ve proleter devrimleri engelleme çabalarını sinsi yöntem ve saldırılarla sürdürdü.

Neo-liberal ve bilumum burjuva ideolojik saldırı stratejileriyle ideolojik tasfiyeci kuşatmayı derinleştirip büyütürken, işçi sınıfı ve mücadelesini bölüp parçalayarak zayıflatma ereğini ekonomik-siyasi nüfuz olanaklarıyla devreye soktu. İşçi aristokrasisini geliştirerek, ideolojik tasfiyeciliğe koşut olarak, ögütsel bölünmeyi de işçi sınıfı hareketinde hortlattı. Sendikalardan siyasi partilere kadar en geniş yelpazede işçi sınıfını bölüp parçalayarak zayıflatan siyaset ve stratejiler güttü. Teknolojik gelişmelerle birlikte, sermaye hareketi ve dolaşımını, yatırım biçimlerini ve sömürü alanlarını, iş gücü ihtiyacını, emek gaspını vb. vs. yeni çalışma yasaları ve spekülatif sermaye ekseninde düzenleyerek geniş biçimlere ve geniş emekçiler toplumuna yaydı. Böylece işçi sınıfı, yani mezar kazıcısı ve örgütlenmesinin üzerinde daha derin bir kontrol sağlamayı ve onun üretim merkezlerindeki büyük kümelenmesini zayıflatarak değişik iş ve üretim sektörleri alanlarında fason ve acentalara sürerek dağıtıp parçalara böldü. Bu durum, işçi sınıfının özü ve niteliği üzerinde olmasa da, biçimi ve örgütlülüğü üzerinde önemli tahrifatlar yarattı. 1800-1900’lerin dinamik işçi hareketi mücadelesinin bugün nispeten geriye çekilen hali bu tahrifatın sonucudur.

Ne yazık ki, bilinçli devrimci sınıf hareketi, yani proleter devrimci sınıf önderlikleri burjuvazinin bu saldırısına karşı tam bir önlem alamadı ve sınıf mücadelesini günün durumuna uygun siyasetlerle güne yeterince uyarlayamadı. Daha da önemlisi, burjuva ideolojik tasfiye saldırılarına karşı da gerektiği ölçüde yanıt olup bu saldırıları püskürtemedi. Reel sosyalizmin çözküşüyle birlikte yaşanan derin kırılma ve moral bozukluğu poreleter dünya devrim saflarında yaşanan ideolojik-teorik sancıları derinleştirdi. Sosyal-emperyalizm tahlil ve tartışmalarındaki ileri yaklaşımın avantajını taşıyan Maoist Halk Savaşları bu sürecin en diri hareketleri olarak belli bir dinamizm gösterdi. Ancak, Maosit saflar da, DEH’in geldiği durum ve yaşadığı sorunlarda da görüldüğü gibi, mutlak biçimde bu sürecin dışında kalamayarak tasfiyeci süreçten büyük yaralar aldı. Ancak, yaşadığı tüm sorunlara karşın, Maoist çizgi safları hala önemli bir dinamizm göstermekte, dünyadaki sınıf hareketleri içinde nispeten olumlu pratik zemininde durmaktadırlar. Yaşanan bu sürecin önemli bir karekteri, dünya çapında ulusal hareketlerin gelişme tablosudur. Aynı süreçte fundamantalist dinci hareketlerin gelişimi de göze batan başka bir unsurdur. Bunlarda belirleyici olan siyasi rol ise, emperyalist blokların hegemonik dalaşlarında güç dengelerini lehine çevirme siyasetiyle/çıplak pragmatist burjuva siyasetle etnik ve ulusal sorunları kaşıması, kışkırtarak stratejik planları temelinde devreye sokmaları gerçeğidir. Fundamantalist hareketlerin mantar gibi türemesi de aynı emperyalist proje ve stratejilerin birer ayağı olarak anlam kazanmaktadır. Emperyalist dünya sistemi ve bunun siyasi güçleri (blok ve devletleri) dünyadaki durumu gerici hegemonik çıkarları doğrultusunda biçimlendirerek yönetme yeteneği göstermektedirler.  

Dünya ölçeğinde, ekonomik-siyasi toplumsal sistemi ve bu sistemin örgütlenmesini tayin eden temel unsur, dünya gericiliği sistemini temsil eden uluslararası tekelci emperyalist sınıflar ve çok uluslu tekelci emperyalist güçleridir. Bu barbar dünya sistemi dünyanın tüm parçalarındaki toplumsal siyasi sistemlere hükmederek, buralardaki egemen sınıfları, devlet ve iktidar biçimlerini ve tüm karakterini biçimlendirir. Her gerici sınıf sistemi bu dünya gericiliğinin bir parçası, yedeği ve yereldeki uzantısı olarak nitelik edinir. Bundandır ki, dünyanın muhtelif herhangi bir coğrafyasında gündeme gelen her devrimci sınıf mücadelesi ve ulusal bağımsızlık savaşı, dolaylı-dolaysız olarak bu emperyalist haydutların fiili hışmına maruz kalır ve bu hayduta karşı mücadele karakteriyle sınanır. Her nitelikteki devrim mücadelesi ve bağımsızlık hareketi, anti-emperyalist karakter taşımak durumundadır ki, bu karakteri taşımadan devrimci nitelik edinemez ve devrimci hedeflerine ulaşamaz.

Emperyalizm ve proleter devrimler çağı olan çağımızın karakteri gereği, dünya ve her parça coğrafyasındaki genel siyasi gelişmeler ve devrimci durum, köhnemiş emperyalist-kapitalist dünya barbarlığı sisteminin çapulcu saldırgan karakterinden, bu sistemin çok uluslu tekellere evrilmiş niteliğinden, bu niteliğin azgın sömürü ve talana dayalı işgalci-ilhakçı-sömürgeci hegemonik nüfuzundan, dünya hegomonyası uğruna bloklaşarak girdikleri paylaşım ve nüfuz dalaşında yaşadıkları çatışmalardan, yapısal olan ekonomik-siyasi krizlerinden ve bütün bunların faturasını yoksul dünya halkları ve mazlum uluslarına yüklemekten, elbette yoksul dünya halkları ve mazlum uluslarının bu haydutluğa karşı yükselen mücadele, itiraz ve isyan hareketlerinden bağımsız değerlendirilemez.

ABD, hala emperyalist dünya sisteminin başat gücü, oyun kurucusu ve baş haydutu olma pozisyonunu karumaktadır

Emperyalist haydut bloklar nüfuz ve sömürü alanlarını yeni ihtiyaçlarına uygun olarak geliştirip genişletme hedefiyle yürüttükleri iç dalaşlarıyla adeta yeni bir paylaşım savaşı süreci içindedirler. Bu süreç bir yanıyla da emperyalist güç ya da bloklar arası güç dengelerinin yeniden oluşması ve oluşturulmasıyla da doğrudan alakalıdır. GOP-BOP sürecinin somut gerçekte çökmesiyle birlikte ve elbette ABD emperyalizminin dünya jandarmalığı konumunun Putin Rusyası emperyalizmindeki gelişmelerle de alenen sarsılmasıyla birlikte, ABD emperyalizmi (ve elbette Rusya’ya karşı ABD ile ittifaka giren AB’li emperyalistlerle birlikte), Rusya’nın sınırlanıp gelişiminin frenlenmesi amacıyla, ‘‘Arap Baharı‘‘ safsatasıyla yürürlüğe koydukları ve Suriye’de Rusya engeline takılarak tökezleyen strateji değişikliğiyle, yeni ve daha keskin bir dalaşı gündeme getiren sürece girdiler. Suriye, Irak ve Kürdistan parçalarında büyük yıkım ve değişimlere yol açan bu saldırganlık stratejisi, tamamen bölge ulus ve halklarını birbirine kırdırma zemininde sürdürülürken, Balkanlardan, Afganistan’a kadar uzanan ulusal çatışma ve işgalci savaşlar arka planıyla ulus ve halkları kıyımdan geçiren bölgesel savaş stratejileriyle tam bir kronik savaş serüvenine oturmaktadır.

Bölgesel savaşlar biçiminde kışkırtılarak yerel ulus ve devletler üzerinden yürütülen bu savaşlar özünde ABD ve Rusya emperyalistleri arasındaki bilek güreşini ifade etmektedirler. Bölge devlet ve uluslarının bu savaşlarda kıyımlar yaşama pahasına yer almaları ve doğrudan savaş özneleri olarak bu emperyalist gerici savaşlara alet olmaları, onların emperyalist güçlere bağımlılıklarının ürünü olmakla birlikte, emperyalist dünya sisteminin dayattığı emperyalist güçlere sırtını dayayarak ayakta kalma gerçekliklerinin de ürünüdür. Bağımsızlıkları olmadığından ve bağımsız siyasi çizgilere sahip olmadığından, bölgedeki devletler de, ulusal hareketler de emperyalizmle işbirliğine girmeyi, emperyalist dünya şartları kadar bağımsızlıkçı çizgi ve devlet gerçeğinden yoksun olmalarının ‘‘kaderini‘‘ yaşamaktadırlar. Suriye, Irak ve Kürdistan parçalarında sürdürülen gerici emperyalist savaşların milyonlarca insanın yaşamına malolduğu ve en az bir o kadarının da mülteci yaşama mahkum edildiği unutulamaz bir insani dramdır.

ABD emperyalizmi Rusya emperyalizminin gelişimini engellemeye dönük, Rusya‘yla kara sınırları olan etrafındaki devletlerde sorun ve çatışmaları kışkırtarak dalaşı bu sınırlara çekme stratejisi güttü. Renkli devrimlerle süslenen ilgili ABD stratejisi, ilerleyişini tamamlayamayarak Rusya’nın karşı stratejisiyle geri düşerek esasta boşa çıktı. Bunun gibi, ‘‘Arap Baharı‘‘ dalgası da özellikle Ortadoğu-Suriye etabında ABD’nin başarısızlığına tanık oldu. ABD emperyalizmi, Ortadoğu’da yaşadığı tökezlemeyle uluslararası alanda ciddi bir ‘‘prestij kaybına‘‘ uğradı. Ortadoğu başta olmak üzere, dış siyasetinde esasta başarısız bir süreç yaşadı. Lakin, devasa askeri-teknolojik gücü ve büyük ekonomi olma özelliğiyle uluslararası alandaki nüfuzunu esasta koruyarak sürdürmekte, ve elbette gerilemeler yaşadığı çatışma alanlarındaki pozisyonunu diğer alan ve bölgelerde sahneye koyduğu strateji ve adımlarla telafi etme çabasını ortaya koydu. Kısacası, geri adım attığı dalaş alanlarında da tamamen havlu atıp çekilmedi. Yeni strateji ve siyasetlerle buralardaki çıkarlarını ve nüfuzunu muhafaza etmeyi esasta sürdürdü, sürdürüyor. Rusya karşısında nispeten attığı geri adım pozisyonu, esasta Rusya’ya dönük kuşatma stratejisinde gösterdiği başarısızlıktır ki, bu, aslında Rusya’nın, ABD‘nin kendisine dönük sınırlayıcı stratejilerini boşa çıkaran bir savunma başarısıdır.

Dünya ölçeğinde ABD nüfuzunu geri plana atarak Rusya’yı baş aktör durumuna getiren genel bir başarı değildir henüz. Dolayısıyla ABD, hala emperyalist dünya sisteminin başat gücü, oyun kurucusu ve baş haydutu olma pozisyonunu karumaktadır. Ne var ki, ABD ile Rusya eksenli cereyan eden mevcut dalaşın eğilimi Rusya’dan yana seyretmektedir. Lakin, dalaş dediğimiz bu yeniden paylaşım ve güçler dengesinin oturması süreci tamamlanmamış olup aktüel olarak devam etmektedir. Ortadoğu’da odaklanan emperyalist dalaş bir rastlantı olmayıp, ilgili emperyalist haydutların dünya hegemonyası ve söz sahipliği konusunda belirleyici bir çatışma bölgesi olma özelliğiyle önem taşımaktadır. Ortadoğu’da kaybeden haydut, dünya çapındaki jandarmalık statüsünü kaybederek hasmına kaptırmış olacaktır. Yani tayin edici bir dalaş halkasıdır Ortadoğu. Buradaki emperyalist dalaş ve çatışma bu zaviye itibarıyle, çok daha köklü, kararlı, keskin, önemli ve zorludur. Ve bu tayin edici faktördendir ki, emperyalistler için Ortadoğu vazgeçilmez bir pazar, bir bölge olup, toplu mezarlığa dönüştürülmesi pahasına en barbar savaşlara boğulmaktadır.

Emperyalist aktörler arasındaki gerici çıkara dayalı nüfuz ve hegemonya dalaşı, aralarındaki karşıt örgütlenmelerine yol açıp bloklaşmalarını koşullarken, yaşadıkları dalaşı da fiilen bloklar arası dalaşa yaymaktadır. ABD emperyalizminin Çin emperyalizmiyle ekonomik savaşı, yalnızca Çin’in ekonomik büyümesi ve geleceğin büyük pazar adayı olarak ABD’yi tedirgin ve tehdit etmesi değil, esasta Rusya ile aynı blokta yer almasıdır. Aynı şey, ABD ile İran arasındaki sorun/çatışma içinde söylenebilir. Çok daha sırıtan örnek ise, ABD ile Rusya’nın ortadoğu dalaşında güç dengesini lehine çevirmek ve birbirilerine üstünlük kurmak veya avantaj elde etmek amacıyla ‘‘TC‘‘ devleti Erdoğan-AKP iktidarına verdiği ödünlerdir. Ve bu ödünler sayesindedir ki, Erdoğan-AKP iktidarı Suriye, Irak ve Batı Kürdistan ile Güney Kürdistan topraklarına dönük işgalci saldırganlık sergilemiş, katliamlar gerçekleştirebilmiştir… Zira, her emperyalist blok için asıl sorun, karşıt bloğun zayıflatılması, nüfuz ve etki alanlarının daraltılması, örgütlülüğünün etkisizleştirilerek kendi lehine rakiplikten düşürülmesidir. Nitekim aynı blok içinde bulunan emperyalist devletler ve kendilerine bağlı yerel devlet ya da güçler, çıkar eksenli bir bağımlılık ve formel de olsa çıkar birliği içinde bulunmaktadırlar. Ve karşıt bloğa karşı güç birliği, ortaklık ve örgütlülüğe sahiptirler. Dolayısıyla her blok için, karşıt bloğun zayıflatılması amacıyla bu blok içindeki devlet veya güçlerle dalaş ve çatışmayı gerekli kılar. İçinde örgütlenmiş olan emperyalist bloklar kendi üyelerini müdafa ederken, karşıt blok üyelerini hedef alarak geriletmeyi, karşıtı bloğun zayıflatılması olarak ele alırlar… Örneğin, İran’lı genaralin öldürülmesi, İran’ın Suriye çatışmasında ABD aleyhine oynadığı rolle alakalıdır. ‘‘TC‘‘ devletinin Rusya uçağını düşürmesi (durum sonradan değişse de), bölgede-Suriye’de ABD lehine, Rusya’nın ise aleyhine oynadığı rolün ürünüdür.

‘‘TC‘‘ devleti Erdoğan-AKP iktidarının bölgedeki strateji ve siyaseti, emperyalist güçler arasındaki dengelerden kaynaklanan ödünkar yaklaşım ve esnek alan boşluğunu fırsta çevirme yönelimiyle biçimlenirken, emperyalist dalaş sahasında geçici bir müsamahayla sınırlıdır. Aynı zamanda bu siyaset, keskin değişkenlik ve çelişkiler barındıran tutarsız bir siyaset olmanın ötesinde, handikaplarla dolu olup kaybetmeye mahkumdur. Nitekim, Erdoğan-AKP iktidarının yayılmacı hayalleri esasta kursağında bırakılırcasına emperyalist ‘‘höt‘‘le karşılaştı. Mevcutta sürdürdüğü işgalci saldırganlık pozisyonu geçici olmakla birlikte, esasta ilgili emperyalist güçlerin bölgedeki çatışmasını henüz bitirememiş olmalarına ve ‘‘TC‘‘ devleti Erdoğan iktidarının iki emperyalist güç arasındaki bocalamasının devam edip kesin tutumunun netleşmemesinden ve dolayısıyla bu emperyalist haydutların ‘‘TC‘‘ devletini yanına alma stratejilerinden vazgeçmemiş ya da sonuca gitmemiş olmalarına bağlıdır. Ki, ‘‘TC‘‘ devleti Erdoğan iktidarı, Suriye sorununda tutumunu kesin biçimde ortaya koyarak bölge hangi emperyalist devlet/blok lehine pozsiyon alacağına kesin karar verdiğinde, yani ABD ile mi, yoksa Rusya ile mi ortak hareket edeceğini net biçimde ortaya koyduğunda, birinden birinin yaptırım ve hışmına maruz kalarak mevcut işgalci saldırganlık pozisyonunu da yitirecektir. Bu tercih ve sürecin uzak olmadığı söylenebilir. Suriye’de siyasi çözüm argümanıyla gündemde olan anayasa süreci ‘‘başarıyla‘‘ tamamlandığında, Erdoğan iktidarının defteri de dürülmek üzere açılacaktır. Dürülecektir çünkü, Erdoğan iktidarı somut pratikte içiçe geçmiş olan Suriye ve kürt politikasında, ne ABD ile ne de Rusya ile tam bir uyum yakalayamamaktadır. Suriye-Esad iktidarı konusunda izlediği düşmanlık siyasetiyle ABD emperyalizmi ile örtüşürken, Batı Kürdistan Kürt politikasında aynı ABD ile çatışmaktadır. Rusya ile ha keza, Kürt politikasında esasta uyuşurken, Suriye-Esat iktidarı konusunda çatışmaktadır. IŞİD faşist çeteleriyle ilişkilerinde ise, ABD, Rusya, AB’li emperyalistlerle örtülü-örtüsüz bir uzlaşmazlık içindedir… İşte bu karmaşık çıkar ve bağımlılık ilişkileri, Erdoğan iktidarının güven vermekten yoksun, tutarsız ve başarısızlığa mahkum siyasetini koşullarken, emperyalist güçler arasında bocalayıp somutta net tavır almasını zorlaştırmaktadır…

***

Dünya ve coğrafyamız dahil her bir toplumdaki genel siyasi durum, emperyalist dünya barbarlığının yoksul dünya halkları ve mazlum uluslarına sistematik olarak uyguladığı azgın sömürü ve talancı saldırganlıkta, baskıcı faşist terörde, katliam ve kıyıma dayalı işgal-ilhak eksenli sömürgeci gerici savaşlarında vücut bulan gerici kamp ile  sınıf mücadeleleri yasasına uygun gelişen sınıf savaşımları ve tezahürü olan özgün mücadele türevlerinin temsil ettiği devrimci dünya kampı arasındaki tarihsel kavganın tezahürü olarak, her dünya coğrafyasında devrim ile karşı-devrim arasındaki güçler dengesine göre biçimlenir. Ama bunun stratejik eğilimi, devrimci durumu geliştirerek devrimci sınıflar lehine gelişir. Geleceği temsil eden devrimci sınıfların mücadelesiyle birlikte, tarih tekerleğinin ileriye dönen çarkı da yoksul dünya halkları lehine gelişimi koşullar.   Lakin, örgütsel-siyasi güç burada belirleyici rol oynayarak önem kazanır. İşte odaklanmamız gereken temel sorun, en azından mevcut şartlar için söylenebilir ki, budur.

Önceki İçerikİktidarın Tedavi Seanslarıyla Gelişen Siyasi Süreç ve Devrimci Tutum
Sonraki İçerikReformlar, İnsan Hakları ve Yeni Anayasa Safsataları Neyin Ürünüdür?