Emperyalist krizin serencamı

Karşı devrim cephesinde çelişkiler her geçen gün daha da keskinleşmekte. Bu keskinleşen çelişki, doğası gereği sınıflar arası çelişkiyi de aynı oranda derinleştirmektedir. Keskinleşen sınıf çelişkileri, bu çelişkiye doğru politik müdahalelerde bulunacak örgütlenmeyi de zorunlu kılmaktadır. Ancak ne yazık ki, devrimci-komünist parti ve örgütlenmeler (Kimi Maoist partileri dışarıda tutarsak) bu çelişkiye müdahil olmaktan uzak durumdadırlar. Mevcut dünya gerçeğinde, milli baskı ve işgallere karşı ulusal savaşlar ile birbirlerinin egemenlik alanlarını tehdit aracı olarak kullandıkları, çatışmanın belirli bir düzeyinden sonra, denetimlerinden çıkan mezhep savaşları öne çıkmış durumdadır. Bu her iki savaşın ezilen halklara nihai kurtuluşu sağlayamayacağı, bilinen bir gerçektir. Bu acı gerçek değiştirilemez değildir. Değiştirilmesi de bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun tesisi edilmesinin yolu, devrimci-komünist parti ve örgütlerin, sürecin derinleştirdiği sınıf çelişkilerine müdahalede bulunarak,  güncel somut çözüm politikaları geliştirmek ve bunu somut örgütsel ayaklarını oluşturmaktan geçmektedir. Bunu yapamayan güçler, devrimin bu en elverişli koşullarının seyircisi olmaktan kurtulamazlar. Seyirci değil, müdahil olma bilinci, iktidar olma bilinciyle yan yana büyür ve gelişir. Bunun için var gücümüzle ana ve sürece cevap olmanın ısrarı ve kararlılığı kuşanılmalıdır

 HABER MERKEZİ (24.11.2015)- Gazetemizin 111.Sayısında yayınlanan ‘’Emperyalist krizin serencamı’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

 ABD’de de 2008’de, emlak alanında başlayan kriz, finans krizini tetikleyerek büyüdü. Ve bu kriz, kısa bir zaman sonra ABD’nin büyük bankalarını da içine alarak, iflaslar boyutuna ulaştı. Bankalardaki ardı ardına iflaslar, doğası gereği sanayi başta olmak üzere üretimin bütün dallarına yayılarak ABD ekonomisini sarsmaya başladı. Emperyalist kapitalist sermayenin 80’li yıllardan bu yana gerçekleştirdikleri birleşmeler ile borsalar ve bankalar üzerinden bir birbirleriyle geliştirdikleri ilişkilenmelerden dolayı kriz, ABD ile sınırlı kalmadı, hemen hemen bütün emperyalist tekelleri de girdabına çekerek, emperyalizmin küresel krizine dönüştü. Kriz ilk adımda emperyalist merkezleri sarsmaya başladı ve ardından da Yunanistan, İspanya, İtalya, İrlanda, Portekiz ve Belçika gibi kapitalist ülkelere yayıldı. Bu yayılmanın en sert hali, Yunanistan’daki iflas oldu.

Esas olarak, ABD’deki birçok emperyalist banka ve finans kurumlarında patlak veren kriz, doğal olarak ABD ekonomisindeki dengeleri de altüst etti. Banka ve finans kurumlarında ard arda yaşanan iflaslarla sanayide payına düşeni aldı. Gidişatın kaçınılmaz bir şekilde kendilerini de içine alacağını gören, başta İngiliz, Alman, Fransa ve Çin emperyalistleri hemen harekete geçtiler. Her birisi yüz milyarlarca dolar yardımlarla ABD ekonomisinin çöküşünü önlemeye çalıştılar. Özellikle bu konuda 1 trilyon dolar civarındaki ABD senetlerini alan Çin emperyalizmi, diğerlerine kıyasla daha belirleyici bir adım atarak öne çıktı. Çin ve diğer emperyalistlerin bu yardımlarının nedeni, krizin genişleyerek kendilerini de içine alacağı korkularının yanı sıra, esas olarak çıkarlarının iç içe geçmiş olmasıdır. Emperyalist sermayenin geldiği aşamadaki birleşmelerinden kaynaklı çıkarlarının ortaklaşmasından ötürü herhangi bir yerdeki olumlu veya olumsuz gelişme, diğerlerini de dolaysız olarak etkilemektedir. Ayrıca, rakip oldukları oranda aynı zamanda birbirlerinin pazar alanıdırlar. Bundan dolayı bir pazarın gerilemesi ve yaşadığı kriz; bu pazarlar üzerinde dalaşan emperyalist güçlerin her türden ihracatını etkileyerek krizin içine çekmektedir. Bu nedenle, pazar hegemonyasında her ne kadar rakip durumunda olsalar da, emperyalist-kapitalist sistemi olumsuz duruma sürükleyen her gelişme karşısında, ortaklaşan çıkarlarını korumak için hareket planlarında “ortaklaşmaktadırlar.” Çin’i, ABD’nin yaklaşık 1 trilyon dolarlık hazine senedini almaya iten neden de budur.

2012 verilerine göre yaptığı 352.632.716 dolarlık ihracat oranıyla ABD, Çin için dış ticarette vazgeçilmez bir pazar durumundadır. Bu oran, Çin toplam ihracatının neredeyse yüzde 17’siyle ilk sırada yer almaktadır. Böylesine büyük bir pazarının çökmesi demek, kendi ekonomik dengelerinin de çökmesi demektir. Dolayısıyla bu pazarını sağlama alması kendisi için bir zorunluluktu. Çin bu atağıyla aynı zamanda, rakibinin ekonomik dengelerini ciddi oranda etkileyecek anahtarı da eline geçirmiş oldu. Keza, Yunanistan’ın iflasından dolayı vermiş oldukları kredilerin geri ödenememesinden dolayı, başta Almanya olmak üzere diğer emperyalist kreditör hemen harekete geçerek Yunanistan’ı “’kurtarmaya” koştular. Bilindiği gibi bu koşuşturma, Yunanistan’ın bütün gelir kaynaklarına el koyma ve yönetmeyle sonuçlandı. Dayattıkları acı reçetelere karşı itiraz eden Yunan emekçi kitleleri, umut olarak Syrıza’yı hükümete getirdi. Syrıza, sınıfsal karakterinin doğal sonucu olarak, devrimci iktidar hedefinden uzak oluşundan ve uluslararası tekellere boyun eğmesinden kaynaklı, Yunan halkının umutlarını, dayatılan anlaşmaları kabul ederek, emperyalist-kapitalist sistemin Yunanistan’daki siyasetinin devamcısı oldu. Hemen hemen aynı ekonomik politikalar, İspanya, İrlanda ve kısmen de İtalya’ya da dayatılarak,  krizin derinleşme riski kontrol altına alınmaya çalışıldı. Bunda belirli oranda başarılı oldular. Fakat bütün bu çabalarına karşın krizi atlatabilmiş değiller. Sadece belirli bir düzeyde kontrol altına almış durumdalar. ABD ekonomisindeki gerileme, yapılan destekler ve uygulanan politikalarla belirli bir oranda toparlanma eğilimine girmiş olsa da, krizi tümüyle atlatabileceğine dair umut vaat etmiyor. Çünkü büyüme oranı her adımda beklenenin gerisinde seyretmektedir.

Dünya ekonomisinin belirleyici motoru durumunda olan ABD emperyalist sermayesinin bu gerçekliği, doğası gereği diğer emperyalist ülke ve tekellerin durumunu da yakından etkilemekte ve peşinden sürüklemektedir. Bu etkilenme daha çok Çin ekonomisinde kendisini göstermektedir. Çin, sahip olduğu ucuz emeğe dayalı ucuz meta ihracatıyla, yarattığı birikimin avantajına yaslanarak 2008 krizinden ilk süreçlerde etkilenmedi. Ancak, gerileme içinde resesyon diye tanımlanan emperyalist sermayenin seyri, Çin emperyalist sermayesinin ihracat pazarlarının, her geçen gün daralmasına ve hızlı büyüme seviyesinin gerilemesine neden oldu. Pazarlarındaki bu daralmayı ve büyüme oranındaki bu gerilemeyi durdurmak için devalüasyona gidildi. Fakat bunun da çare olmadığı kısa sürede ortaya çıkmış durumdadır.

Mevcut krizin temel karakteri yapısal olduğu için sadece adını andığımız ülkeleri etkilemekle yetinmedi. Ekonomik motoru finans sermayesinden oluşan Fransa da, krizden en çok etkilenen emperyalistlerden birisi olmaktan kurtulamadı. Emperyalist sermayenin merkezlerinden olan Fransa, krizden en çok etkilenenlerden birisi oldu. Öylesine ki, kurucu üyesi olduğu AB’nin ekonomik kriterlerinin hemen hiçbirisini tutturamaz duruma geriledi. Hollande nezdinde pompalanan umutlarla, emekçi kitlelerin tarihsel olarak süregelen direnişçi ve mücadeleci yanları törpülenip hükümete yedeklenerek, krizi aşma politikaları uygulanmaya başlandı. Ki, tümüyle emekçi kitlelerin kazanımlarının gaspına dayanan bu politikalardan dolayı Hollande hükümeti kendi içinde anlaşamayıp, daha ağır politikaları uygulayacak olan yeni bir hükümet kurdular. Bu yeni hükümetin Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’un, “Şu an zor bir dönemden geçtiğimizi kabul ediyoruz” açıklaması, Fransız emperyalizminin hal-i pür melalinin hiç de parlak olmadığının itirafıdır.

Krizlerde zayıf emperyalist tekeller çökerken, büyük tekeller için fırsat doğmaktadır

Her kriz dönemi, zayıf emperyalist tekellerin çöküşü ve iflasını getirirken; sermayesi ve yatırımları güçlü olan emperyalist kapitalistler içinde büyütme fırsatı yaratmaktadır. Böylesi dönemlerde, güçlü olanlar, zayıflayan ve çökmeye başlayan sermaye gruplarını, düşük fiyatlarla alarak daha da güçlenmektedirler. Yani bir diğer anlamda, emperyalist sermaye kriz öncesi döneme göre daha az sayıda tekelde birikip yoğunlaşmaktadır. 2008’de patlak veren bu kriz, tüm burjuva ekonomistleri ve emperyalist kurum temsilcileri tarafından, ikinci pazar paylaşımına neden olan 1929 krizinden daha derin ve daha büyük, kapitalizmin yapısal krizi olduğunu kabul edilmektedir. Ve büyük krizde öncekiler gibi emperyalist sermayenin daha az elde yoğunlaşmasını yaratmaktadır. Bu bağlamda bu kriz sürecinde kendisini korumakla birlikte, krizi en hasarsız yöneten emperyalist gücün, Alman emperyalist sermayesinin olduğunu belirlemek hiç de yanlış olmaz. Bu, Alman emperyalist tekellerinin, krizi fırsata çevirdikleri ve sermayenin yoğunlaşmasında ilk sırayı aldıkları anlamına gelmektedir. Sanayi üretiminden ihracat oranlarına, büyüme seviyesinden kamu borç miktarlarına kadar, Almanya’nın bütün ekonomik göstergeleri de bunu ispatlamaktadır.                    

Birleşik kaplar örneğinde olduğu gibi, emperyalist sermayenin iflaslara paralel bir seyir izleyen yoğunlaşma; dünya pazarlarının da yeniden biçimlenmesi ve paylaşılmasını zorunlu hale getirmektedir. Bu yeniden biçimlendirme ve paylaşım, genellikle uzun bir süreci kapsar. Bu süreç günümüzde daha çok karşılıklı çıkara dayalı anlaşmalar, yerel ve bölgesel savaşlar tarzında işletilmektedir. Ancak bugün çözüm için öne çıkan bu yolun neye, nasıl evirileceği; pazarları anlaşmalarla mı yoksa öncekiler gibi büyük kapışmalara mı evirileceği, emperyalistlerin kendi aralarındaki pazarlıklara bağlı olarak şekillenecektir.

Şu an için birbirlerinin pazar alanlarında, bölgesel düzeyde iç kargaşalıklar çıkararak, bölgesel gerici iktidarlarını “değiştirerek”, bu gerici iktidarlar ve örgütlenmeler aracılığıyla, bölgesel savaşları kışkırtma ve yürütme şeklinde bir yol izlemektedirler. Ukrayna’da olduğu gibi, ellerinde tuttukları enerji kaynaklarını,  rakiplerine karşı şantaja dönüştürerek, masa başı avantajlı konumlanmayla, uzlaşmaya zorlayarak da “sonuca” gitmektedirler. Yine Suriye ve Ortadoğu örneğinde görüldüğü gibi, bilek güreşini andıran karşılıklı güç tartmaları ve birbirine meydan okumaya varan politik-askeri stratejilerde, emperyalistlerin, emperyalist-kapitalist krizi, bölgesel çatışmalar üzerinden, şekillendirme hamleleri söz konusudur. Ve emperyalist dalaş ve çatışmanın, karşılıklı şiddet araçlarıyla yaşanması durumunda, doğacak toplumsal sonuçlara henüz hazır olmadıkları için, süreci “uzlaşı” siyasetiyle idare eden  “ortak” politikalar geliştirmektedirler. Fakat burada “uzlaşı”, esas değildir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un dediği gibi, “Dünya artık tek kutuplu değildir.” Suriye’de konumlandırılan savaş gücünün gölgesinde, Rusya’nın bu meydan okuyuşu, emperyalist hegemonya dalaşında, sadece Ortadoğu ve Suriye özgülünde, aktif rol almak değildir. Aynı zamanda emperyalist hegemonya dalaşının sürdüğü tüm alanlarda, aktif rol alma ilanıdır. Emperyalist blokların birbirleriyle girdikleri egemenlik çatışmasında, ezilen halklar ve mazlum uluslar sürecin en ağır faturasını ödemektedirler. Emperyalistlerin egemenlik çizgisi ve emperyalist-kapitalist sistemin krizlerden çıkış siyaseti, derinleşen sömürü, baskı ve kitlesel katliam olarak sosyal yaşama geçmektedir.

Karşı devrim cephesinde çelişkiler her geçen gün daha da keskinleşmekte. Bu keskinleşen çelişki, doğası gereği sınıflar arası çelişkiyi de aynı oranda derinleştirmektedir. Keskinleşen sınıf çelişkileri, bu çelişkiye doğru politik müdahalelerde bulunacak örgütlenmeyi de zorunlu kılmaktadır. Ancak ne yazık ki, devrimci-komünist parti ve örgütlenmeler (Kimi Maoist partileri dışarıda tutarsak) bu çelişkiye müdahil olmaktan uzak durumdadırlar. Mevcut dünya gerçeğinde, milli baskı ve işgallere karşı ulusal savaşlar ile birbirlerinin egemenlik alanlarını tehdit aracı olarak kullandıkları, çatışmanın belirli bir düzeyinden sonra, denetimlerinden çıkan mezhep savaşları öne çıkmış durumdadır. Bu her iki savaşın ezilen halklara nihai kurtuluşu sağlayamayacağı, bilinen bir gerçektir. Bu acı gerçek değiştirilemez değildir. Değiştirilmesi de bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun tesisi edilmesinin yolu, devrimci-komünist parti ve örgütlerin, sürecin derinleştirdiği sınıf çelişkilerine müdahalede bulunarak,  güncel somut çözüm politikaları geliştirmek ve bunu somut örgütsel ayaklarını oluşturmaktan geçmektedir. Bunu yapamayan güçler, devrimin bu en elverişli koşullarının seyircisi olmaktan kurtulamazlar. Seyirci değil, müdahil olma bilinci, iktidar olma bilinciyle yan yana büyür ve gelişir. Bunun için var gücümüzle ana ve sürece cevap olmanın ısrarı ve kararlılığı kuşanılmalıdır.

 

 

Önceki İçerikProleter devrimin dilini kuşanalım
Sonraki İçerikYENİDEN AKP İKTİDARI VE YARATACAĞI SONUÇLAR