Emperyalistler işgal saldırılarını haklı çıkartmak için çok çeşitli nedenler uydurmayı ve bu nedenler etrafında meşruluk kazanmayı hiçbir zaman ihmal etmediler. Nedenler ve onları bu saldırılara iten sonuçlar olmasa aslında hiçte savaş isteyen bir yapıları olmadığını sık sık yaptıkları açıklamalardan, yazılı mülakatlarından duyuyor ve okuyoruz.

Yaptıkları şeyin meşruluk kısmı da emellerine uzanan meşakkatli yolda gerekli bir unsur olduğundan özellikle bazı başlıkları ön plana çıkararak işgal ve sömürge saldırılarına dayanak oluşturuyorlar. Hele bu başlıklar içinde “kadın imgesi” meselesi var ki, kadının cinsiyeti üzerinden savaşın özel politik bir aracı haline getirildiği tartışma götürmez bir konu.

Kadın imgesinin emperyalist savaşın bir nedeni olarak gösterildiği ortalama bir deneyim ve öngörüşlülük neticesinde biliniyor; kötü olan nokta savaşa aracı olan diğer başlıklara duyulan tepki kadar kadının savaş aracı haline getirilmesine aynı seslerin yükseltilmemesi ve hatta emperyalist saldırılara bu nokta da haklılık payı çıkartılması. En nihayetinde savaşın gerekçelerinden biri haline getirilmiş ve dolayısıyla da savaşta araçlaşmış kadının, özgürlük ya da hak gibi kavramlarla harmanlanarak dünya halklarının vicdanına sunulması ve buralardan onaylar alması sorunu tartışılması gereken bir başlıktır.

Bilindiği gibi ABD’nin Afganistan işgali öncesi savaş gerekçeleri arasında “kadın hakları” gibi bir propaganda argümanı söz konusuydu. Emperyalistlere göre savaş ora kadınlarının özgürleştirilmesi için son derece acil, ivedilikle ele alınması gereken bir görevdi. Hakeza batının ‘ilericiliği’ ve ‘kadın özgürlükçü’ göstermelik külliyatı Ortadoğu kadınlarına taşınarak ancak ‘İslam’ın kara perdesi’ aralanabilirdi. Kaldı ki, dünyada İslam dininin kadın hak ve özgürlüklerini yok eden varlığından başka kadınlar için başkaca tehlikeler yoktu! İslamiyet, peçe, örtünme gibi inanç, kültür ve bu çerçevede oluşturulmuş kurallar zor ile zapt edildiğinde dünyanın tek esiri olan Müslüman kadınları da emperyalistlerin rehberliğinde batı özgürlükleriyle buluşacak ve kadının ezilmesi, sömürülmesine yönelik yeryüzünde kalmış o malum, son doğum lekesi de silinecekti.

Afganistan işgalinden çok kısa bir süre sonra siyaset sahnesine bir kez olsun çıkmamış Laura Bush: “Afganistan’daki son askeri kazanımlarımızdan dolayı kadınlar artık evlerine mahkûm değil. Terörizme karşı savaş aynı zamanda kadın hakları ve kadın saygınlığı adına yapılan savaştır.” (16 Kasım 2001 tarihli radyo konuşmasından) demişti. Akabinde dergi ve gazetelerinde boy boy Afgan kadınlarını Taliban’dan nasıl kurtarıp özgürleştirdiklerinin haberleri servis ediliyor, siyasal bir edinime dönüştürülen ve gerçekten de o şekilde ele alınan “peçeyi kaldırma” kampanyaları dünya kadınlarına kazanım olarak sunuluyordu. Emperyalistlerin dilinde kadın hak ve özgürlükleri İslami örtünme biçiminin parçalanmasıyla tamamlanıyordu.

Özellikle de Batı için Ortadoğu kadının peçesi, Ortadoğu kadınına ait bir şark çıbanı olarak görülüyor, bu nedenle de emperyalist müdahale ise tedaviye eş tutuluyordu. (Geçmeden belirtelim ki emperyalistlerin peçeye yönelik yargıları Fransızların Cezayir’i işgalinden beri emperyal bir takıntı halini almıştır. Keza ara ara bu takıntılarını İranlı kadınlara yönelik söylemlerde de, olası bir İran saldırısına meşruluk kazandırmak içinde dillendirdikleri biliniyor.) Kadın haklarını savunan kimi kesimlerce de peçenin yarattığı tehdit; bilhassa kadın özgürlüğüne verdiği zarar kapitalizmin kadınları metalaştıran, basit bir eşyaya dönüştüren beden politikalarından çok daha zararlı olarak görülüyordu. Ve ironik olan bu mantığa sahip, kendini feminist olarak tanımlayan birçok batılı feministin de olmasıydı.

Sahte özgürlükçü söylemler başından beri emperyalist işgal ve bölüşümün en ikna edici parçası olarak sahaya sürüldü ve bu argüman evire çevire kullanıldı. Kadının cinsi savaşta bir imge, savaş yolunu açan, ona gerekçe sunan bir özelliğe büründürüldü. Devamında yaşananlar ise bunun tam tersini kanıtlamak için yeter derecedeydi.

Ve sonuç olarak Afganistan’daki savaş resmi rakamlara göre kadın ve çocuk dahil 47.000 üzerinde insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Özel olarak ta yüzbinlerce kadının tecavüze uğradığını, binlercesinin tecavüze uğramamak için intihar etmek zorunda kaldığı ortaya çıktı.

Afgan kadınları yirmi yılı aşkın süredir annelerinin yaşadıklarını yaşamamak adına bir de göç yollarında aynı muameleye maruz kaldı; tecavüze uğradı ve katledildi. Son kertede Afganistan merkezli gelişen göçün erkek ağırlıklı olmasının temel nedenlerinden biri de bu. Afgan kadınlarının iki cehennem arasındaki tercihi kalma yönlü yapmaları da içinde bulundukları cendereden bağımsız değil.

Benzer şekilde emperyalistlerin bir “özgürleştirme” hareketi daha Afganistan savaşının başlamasından çok kısa bir süre sonra Irak’ta devreye sokuldu. Saikler yine o kadar tanıdıktı ki, Afganistan işgalindeki senaryo küçük nüans farklarıyla bu kez de Irak’ta hayata geçirildi. Cahil, gerici ve vahşi Ortadoğu halklarına taşıma demokrasi götürülecek, Irak terörden arındırılacak ve yine en bildik senaryolardan birisi olan ve bu kez de Iraklı kadınlar üzerinden kurgulanan özgürleştirme söylemleri sıradanlığını korudu.

Gel gör ki Irak işgalinin bilançosu kadın ve çocukların da aralarında olduğu 1 milyon insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Emperyalistlerin demokrasisi eşliğinde Ebu Gureyb hapishanesi başta olmak üzere vahşi işkence merkezlerine dönüşen Irak toprakları, tecavüzlere, infazlara, kitlesel katliamlara tanık oldu.

Bunların içinde belki de hafızalara kazınan en önemli olaylardan birisi Ebu Gureyb hapishanesinden mektup yollayarak sesini duyurmaya çalışan Iraklı Nur ve Fatma’nın emperyalizmin yüzünü dünyaya duyuran kelimeleriydi. Iraklılardan kendileri adına ölüm talep eden bu kadınlar, ABD askerlerinin tecavüzleri, işkenceleri altında “onursuzlaşan kimliklerini” ölümle kurtarmak için sesleniyorlardı. Ebu Gureyb’teki işkenceler daha devam ederken, 14 yaşındaki Abir’ in ABD askerlerinin toplu tecavüzüne uğraması ve sonrasın da ailesi ile beraber yakılarak katledilmesi haberi dünya ezilen halklarının içinde derin bir öfkeye yol açtı. Demokrasilerinin gerçek yüzü o kadar teşhir edilmişti ki bu işgali savunup oy verenler kısmi özürlerle durumu kurtarmaya çalışıyorlardı. Fakat bu olay da tıpkı Nur ve Fatma’nın mektupları gibi ses getirmekle beraber, işgalcilerin Irak topraklarından sökülüp atılmasına neden olmadı.

Abir, Nur ve Fatma gibi daha yüz binlerce kadın ve çocuğun ‘demokrasi ve özgürlükler’ savaşın da aynı şeyleri yaşadıkları şüphe götürmez bir gerçek. Ne de olsa sıradan sömürge ya da işgal altındaki yerlerde yaşayan, yaşamak noktasında ısrarını sürdüren, toprağını terk etmeyen erkekte dahil her birey bu direnişin karşılığını vermek zorunda. Direnişi kırmanın yolu da iktidar olabilmenin aracı da kendini otorite olarak kabul ettirmenin yöntemi de bu gibi işkenceler ve cinsel saldırganlıklardı.

Özcesi Afganistan işgalinde de Irak işgalinde de emperyal amaçların şirinleştirilmeye çalışıldığı bir imge oluşturulmak ve kendine muhtaç bir cinsiyet yaratılarak işgal haklı gerekçelere bağlanmak istendi. Dolayısıyla da mağdur kadın imgesi emperyalist söylemlerde baş köşede yerini aldı. Çünkü bir işgali başlatmak kadar sürdürmenin zorluğu da biliniyordu ve belki de kadın imgesinin bu denli propaganda haline getirilmesinin temel nedenleri arasında mevcut işgale sürdürülebilirlik kazandırmakta vardı. Sömürgeyi fethetme (siyasal, askeri ve toplumsal anlamda), işgali kalıcılaştırma ve siyasal anlamda iktidarsızlaştırma sorununa bu yolla çareler aranıyordu.

Olası bir çekilmenin neler yaratabileceği üzerine konuşmalar bu nedenle başından itibaren siyaset sahasında tartışılmaya başlanıyordu. Kadın hak ve özgürlükleri emperyalist güvence olmaksızın başarılamaz ve savunulamazdı. Keza Afganistan’a güzellik merkezleri açarak kadınlara demokrasi ve özgürlükler götürdüklerini iddia ederken de böyle bir zeminden besleniyorlardı.

Sayısız Afgan kadınına yaşattıkları savaş suçlarını saklamaktan bile imtina etmeden, basit bir meta ilişkisine dönüştürdükleri özgürlük söylemini pazarlamaktan ve kendi siyasal-ekonomik amaçlarını haklılaştırmaktan başka bir dert edinmeyen emperyalist akıl, Taliban’ın Kabil de kapattığı kadın kuaförleri ve güzellik salonlarını büyük bir hak ihlali olarak sunulmasını pazara çıkartıyorlardı.

Onlara göre Afgan kadınları bu muazzam özgürlük mekanını kaybettikleri için büyük bir mevzi kaybetmişti. İşgal sırasında tüm mevziler kadınların elindeymiş gibi kuaför ve güzellik salonlarının Taliban tarafından kapatılmasının demokrasi ayıbı olduğunu söylemek, emperyalistlerin iki yüzlü politikaların en basit ve görünür örneklerinden biri olsa gerek.

Kadınların yaşamlarını ve bedenlerini savaş malzemesi haline getirerek metalaştıran emperyalist söylem, emperyalistlerin savaş politikalarının kadınları ne gibi amaçlara hizmette kullandığını izah etmek için yeterli. Devamla; bir söylem olmanın da ötesinde siyasal bir amacın nihayete ermesi için özgürlük, hak, demokrasi vb. gibi ifadelerin savaş kıyımlarına aracı olması, emperyalist politikaların yapısına içkin olduğunu da belirtmek gerek.

Sahte, demagojik söylemlerle malzeme haline getirilen “kadın hak ve özgürlüğü” gerçekte emperyalist-kapitalistlerin önemsediği bir konu değildir. Kaldı ki bu ülkelerdeki kadınların yaşadıkları yaşamsal gasplar, bedenlerine dair söz söyleme haklarının ellerinden alınması gibi en bildik konularda bile kadın iradesinin tanınmaması gibi mevcut bir durum söz konusuyken; kime ne gibi özgürlükler götürdüğü pratikleriyle de ispatlanmış, ölüm ve yıkımın yanı sıra, daha fazla ekonomik, psikolojik ve bedensel saldırılar demek olan emperyalist saldırganlığı şirinleştirmek akıl işinin ötesinde bir durum.

Şüphesiz bu durumu ayrıntılı değerlendirmek ve üzerine konuşmak bu yazının sınırlarını aşar. Fakat biliyoruz ki burada vurgulanmak istenen meselede işin sadece bir tarafını oluşturuyor. Aslında en temel şey kadınları savaş imgesine dönüştüren bu sistemle nasıl ve ne biçimde mücadele etmek gerektiği sorunu. Mücadele eğilimi sadece emperyalist saldırganlıklar esnasında gelişen bir kadın pratikselliği anlamında da değil- yazıyla da bağlantılı olarak bu sadece bir tarafı- vadesini doldurmuş gerici sistemin bütününü kapsayan bir eylem içeriğine sahiptir. Dolayısıyla da en başından itibaren emperyalist- kapitalist dünya sistemine ve erkek egemenliğine karşı mücadele kadınların politik-askeri iradesi olmaksızın nihayete eremez.

Bununla bağlantılı olarak kadınların savaşlar karşısındaki tutumunu salt bir özsavunma anlayışı ile ele almakta sorunlu bir yaklaşımdır. Evet savaş kimi durumlarda özsavunmaya dönüşen yanlar taşımakla beraber kadınların silahlanma ihtiyacını tamamen bir özsavunma gerekliliğine indirgemek te doğru bir yaklaşım değildir. Burada kadını özsavumaya götüren koşulların dahi aslında kadın cinsinin baştan itibaren mevcut savaşın içinde olmadığı, dolayısıyla da hazırlıksız olduğu, savaşa dair önceden planlanmış taktik ve strateji de planlama da etkin biçimde yer almadığı gibi sonuç açığa çıkartır. Yani saldırı karşısında salt bir savunma meselesi idealize edilirse ne kadınların iradeleri tam anlaşılmış olur ne de kadınların mücadelenin hangi kısmında yer alması gerektiği.

Biliyoruz ki kadınlar günümüzde de geçmişe oranla artan ve yer yer sistemleşen saldırılara maruz kalıyorlar. Bu saldırılar devlet şiddetine de bürünüyor, tek tek bireylerin şiddetine de. Devlet şiddeti yukarıda anlatılanlarla beraber çok fazla çeşitliliğe de sahip. Erkek şiddeti de ondan pek farksız değil ve bunlar ayrıca da kimi durumlarda birbirlerini de besliyor. Dolayısıyla da kadınların kendini korumak gibi bir görevselliği var ve bu yadsınacak, reddedilecek bir durum değil. Fakat kendini korumanın yanında aslında temel mesele kadının gerçek manada kurtuluşunu örgütleyecek bir seçenek içinde yer alması. Yani kendini korumak gibi bir zorunluluğun ortadan kaldırılması ve kadınların savunmadan saldırı haline geçmesi gerektiği. Bedenine, emeğine, aklına sahip çıkarak, onları metalaştıran, değersizleştiren, sömürenlere karşı devrimci irade ile savaş mevzilerinde yer almaları.

Bunu başarabilirsek, “ben yapamam, kendime savaş alanlarında güven duymuyorum” gibi klasikleşen söylemlerden de rahatlıkla sıyrılabiliriz. “Savunmaya ihtiyacımız yok çünkü kendi saldırımızı yapabilecek yeteneğe de kararlılığa da sahibiz” diyebilmek için adım atmak şart.

Belki de en acil ihtiyaçlarımızdan biri de bu. Giderek azalan bu adımları çoğaltmak, yaşanan onca tarihsiz saldırıya dur diyebilmek için devrimci savaşın içinde yer almak gerekiyor. Ancak bu yolla kazanabilir ve başarabiliriz.

Kaynak: Bu yazı Maoist Komünist Parti merkezi kitle yayın organı olan Sosyalist Halk Savaşı Gazetesi 1.sayısında yayınlanmıştır

Önceki İçerik24 Nisan 72, Komünist Mücadelenin Bu Topraklarda Yükselen Lekesiz Bayrağıdır
Sonraki İçerikHalkın Günlüğü 29. sayı çıktı!