Kapitalizmi tanımlarken, genel olarak insanlık tarihinin gelişim seyri içerisinde özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmaların ekonomik, siyasi, kültürel anlamda en derinleşmiş biçimidir diyebiliriz. Feodalizmden kapitalizme geçiş ve burjuva demokratik devrim (Kemalizm özgülünde) tartışmaları ülkemiz devrimci-komünist hareketinin gündemini uzun yıllar meşgul etmiş, etmektedir. Bu tartışmalar, doğru bir tarihsel bakış açısı geliştirmek için zorunlu ve gayet anlaşılabilirdir.

Bu aşamada devrimci hareket esasen iki ana görüşe ayrılmıştır, bir kesim Kemalist Hareketi, burjuva demokratik devrim süreci olarak görürken, diğer bir kesim ise bunun bir burjuva demokratik devrim olmadığını, esasen bir klik değişimi olduğu ve Osmanlı ekonomik yapısının aynen devralındığını savunmuştur. İlk görüşü savunanların yanılgısı özetle İngiliz-Fransız işbirlikçisi saltanatçı klik ile Alman yanlısı İttihatçı (Sonrası Kemalist) klik arasındaki iktidar savaşımını burjuvazi ve feodaller arasındaki çatışma biçiminde ele almak olmuştu. Halbuki her iki klikte tüm emperyalist güçlerle iş birliğine açık, hakim ekonomik ilişkileri değiştirme iddiası taşımayan ve mevcut tüm uluslararası anlaşmalara kendilerini tasfiye eden bir içerik taşımadıkça sadık bir posizyon içerisinde olmuşlardı. Bu yanılgılı analiz doğal olarak bu burjuva devrimin liderliğine (Kemalizm’e) ilerici bir misyon yükleyerek sahiplenmeyi de beraberinde getirmişti.

Kaypakkaya’da somutlaşan ikinci tez ise bu yanılgıya düşmemiş feodalizm ve burjuva demokratik devrim (Kemalizm) başlıklarına bilimsel Marksist bir analizle cevap olmuştur. Buna karşın sınıf hareketi içerisinde Kaypakkaya sonrası 1975-2020 arası emperyalizmin strateji değişikliği ve bunun yarı-feodal ülkelere yansıması konusu yeterince derin ele alınmadığı gibi çoğu zamanda bu yönlü tartışmaların karşısında sol muhafazakarlarca (kaçkınlar, ihanetçiler, davayı satacaklar vb) bir set çekilmiş,çekilmektedir. Son on yıl içinde Kaypakkayacı sınıf hareketinin bir kesimi bu dönem aralığını analiz etme ve ona uygun konumlanma hattında arayışlara girmiş ve buz çatlamış olsa bile genel bileşen açısından yarı feodal ekonomik yapının analizi hala tartışmaya kapalı bir durumdadır.

Şimdi biraz geriye dönüp kafamızda taşların daha bir yerli yerine oturması için, emperyalizm öncesi dönem ve emperyalizme evrilen aşamada komünistlerin feodalizmin tasfiyesine ilişkin analizlerine biraz değinelim.

Bir ülkede üretim araçlarının denetimini elinde tutan sınıf aynı zamanda hakim ekonomik yapıyı da belirler. Marks feodalizmden kapitalizme geçişi şöyle tanımlamaktaydı: “Feodal üretim tarzından geçiş iki farklı biçimde olur. Üretici, doğal tarımsal ekonomi ve ortağınla kent sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini alır. Bu, gerçekten devrim yapan bir yoldur. Ya da tüccar, üretim üzerinde doğrudan bir egemenlik kurar. Tarihsel yönden bir basamak taşı olarak ne denli fazla hizmet ederse de … kendiliğinden, eski üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı olmaz, ancak kendi önkoşulu olarak onu koruma ve sürdürme eğilimini taşır. Örneğin, Fransız ipek sanayinde ve İngiliz çorap ve dantela sanayilerinde, yapımcı, 19. yüzyılın ortasına kadar çoğu kez ancak ad bakımından yapımcıydı. Gerçekte ise, dokumacıları eski örgütlenmemiş düzende çalıştıran ve ancak, bunların gerçekten kendisi için çalıştıkları bir tüccarın denetim gücüne sahip düpedüz bir tüccardı. Bu sistem, her yerde, gerçek kapitalist üretim tarzı için bir engel olmuş ve onun gelişmesiyle yok olup gitmiştir. Üretim tarzında köklü bir değişiklik yapmaksızın, yalnızca doğrudan üreticilerin durumunu daha da kötüleştirir ve bunları, sermayenin yakın denetimi altındakinden daha beter koşullar altında çalışan düpedüz ücretli işçiler ve proleterler haline getirir ve artı-emeklerine, eski üretim tarzı esasına göre el koyar. … Tüccar, artı-değerden aslan payını cebe indiren gerçek kapitalisttir”(1)

Bunun dışında Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve feodalizmin tasfiyesi, ayrıca Junger ya da Prusya tipi modelle de karşımıza çıkmaktadır. Esasen toprak aristokratı olan Junger’lerin aynı zamanda sanayi üretimine de yatırım yapması ve bu yeni ekonomik üretim biçimin gelişiminin de lokomotifi olmasıyla feodal ekonominin egemen sınıfı toprak aristokrasisinin bir kesimi zaman içinde kapitalist üretimini geliştirip burjuvalaşmıştır. Bu durumun en tipik örneği Almanya’da yaşanmıştır. Bundan dolayı feodalizmin bu biçimde tasfiyesinin bir adı da Prusya tipidir.

1815 yılında Almanya, prenslik, düklük, özgür kentler ve devletler olmak üzere 39 ayrı siyasal birimden oluşuyordu. Gevşek konfederatif siyasal sistem ve güçlü toprak aristoklarının ağır vergilerle imkansız hale getirdiği ticaret, kapitalizmin gelişiminin önünü tıkamış ve nihai olarak modernleşme yanlısı Junger’leri muhafazakar Junger’lerle karşı karşıya getirmiştir. Aynı zamanda Prusyalı bir toprak aristokratı olan ve modernleşme yanlısı toprak aristokratlarının siyasal temsilcisi olan Bismarck, 1862 yılında Prusya Başbakanı olarak yaptığı meclis konuşmasında “Günümüzün siyasi krizleri, eskisi gibi müzakere ve ekseriyet kararıyla değil, KAN ve DEMİR ile çözülecektir.diyerek bir taraftan muhafazakar feodallere diğer taraftan da bölge devletlerine yeni dönemin siyasetini ilan ediyordu. 9 yıl sonra 1871 yılına geldiğimizde Birleşik Almanya Devleti tarih sahnesinde yerini alıyordu.

Marks, Burjuvazi ve Karşı Devrim makalesinde bu konuyu işler ve klasik Avrupa burjuva devrimleri ile arsındaki farkın altını çizer. Fransız devriminde burjuvazi, kilise, feodaller ve soylulara karşı halkla derin bir ittifak halindedir. Bunun sonucunda eski devlet-(sistem) kanlı bir yöntemle tasfiye edilmiştir. Alman devriminde ise Junger’ler, verimsizleşen feodalizme karşı değişim hareketine girişirken, halktan korkmuş ve ittifaktan özenle uzak durmuş, eski toplumun egemenleri ile uzlaşma ve tepeden düzenlemelerle kapitalizmin önünü açmaya çalışmışlardır. Siyasal yaşamda halk için neredeyse hiçbir demokratikleşme yaşanmadan sanayi ve burjuvazi gelişip hakim hale gelmiştir. Engels ve Marks bu özgün durumundan kaynaklı Alman Devrimini “Cüce Devrim” olarak tanımlamışlardır.

Proletaryanın Rusya’daki önderlerinden Lenin, 1905-1907 dönemini kapsayan bir makalesinde Rusya’da feodalizmin tasfiyesine ilişkin Marks ve Engels’le benzer görüşleri paylaşmaktaydı.

“Mücadelenin bel kemiğini, Rusya’da feodal kalıntıların en önemli cisimleşmesi ve en sağlam dayanağı olarak feodal büyük çiftlikler (latifundia) oluşturmaktadır. Meta ekonomisinin ve kapitalizmin gelişmesi bu kalıntıların mutlak bir kaçınılmazlıkla sonunu hazırlamaktadır. Burada Rusya’nın önünde yalnızca kapitalist gelişme yolu açık durmaktadır. Fakat bu gelişmenin biçimleri iki türlü olabilir angarya iktisadının kalıntıları büyük çiftliklerin dönüştürülmesi ya da  yok edilmesi yoluyla yani reform yoluyla ya da devrim yoluyla ortadan kaldırılabilirler.  Onları Prusya ve Amerikan yolları olarak tanımlıyorum.”(2).

1905 Devrimi Kanlı Pazar

 Burjuva demokratik devrimin asli görevlerinden biri olan feodalizmin tasfiyesi meselesi, Rus Devrimi boyunca komünistlerin kendi içinde ve komünistlerle diğer devrimci gruplar arasında polemik konusu olmuştur. 1900’lü yılların başında geniş bir coğrafyada milyonlarca köylünün yaşadığı ve köylü sorununun böyle yakıcılık arz ettiği bir coğrafyada bunun siyasal temsilciliğine soyunan hareketlerin ortaya çıkmaması düşünülemezdi. 1874’den 1918’e aktif bir siyasi oluşum olan, otokrasinin yıkılması ve toprağın köylülere dağıtılması ve tarımsal komünlere (Mir) dayalı bir köylü sosyalizmi siyaseti üzerinden örgütlenen Narodnikler (Sosyalist Devrimciler) Rusya’da geniş bir etki alanı, köklü bir tarihe ve desteğe sahip olmuşlardı.

Çarlık otokrasisi uzun bir dönem boyunca despotik vahşi yöntemlerle bu hareketleri bastırmaya çalışmıştır. 1905 yılına gelindiğinde Rusya’da siyasi atmosfer özetle şöyleydi: milyonlarca köylü otokrasi tarafından köy toplulukları içerisinde kendisine tahsis edilen toprağı satma, ipotek etme ve haklarından vazgeçme hakkına sahip olmadan yaşamaya zorlanıyor, Ruslaştırma politikası diğer uluslara dayatılıyor, azınlıklara oy kullanma ve işçilere sendikal örgütlenme hakkı yasaklanıyordu.  Aynı yıl çalışma koşullarının iyileştirilmesi için barışçıl bir yürüyüşle Çar’a dilekçe vermek isteyen 200.000 işçinin üzerine ateş açılması ve 1500 işçi katledilmesi ise 1905 devriminin fitili bir anlamda kendiliğinden ateşleniyordu. Tüm devrimci gruplar devrime destek vermiş ve katılmış olsa dahi bu devrim tarihe başarısız bir devrim girişimi olarak geçecekti. 1905 sonrası Çarlık Otokrasi devrimi kanla bastırıyor ve bazı reformlarla (Duma,1906 Anayasası) mevcut gerilimi azaltmaya çalışıyor ama en önemlisi yeni bir devrimci kalkışmaya köklü bir çözüm bulmak adına genel siyasetini değiştiriyordu. 1905 her ne kadar yenilgi ile sonuçlanmış olsa da halkın öz örgütlülüğü ve Ekim Devrimi’nin kaderini belirleyen Sovyetlerin (Halk Meclisleri) doğumunun da başlangıcıydı. 1905 devriminde bir yıl içinde yaşanan çatışmalarda 14.000 kişi yaşamını yitirirken 75.000 kişi de tutuklanmıştı.

Lenin 1908 tarihli Hükumetin Tarım Politikası Üzerine adlı makalesinde Çarlığın genel siyasetindeki değişikliğe şöyle değinir: “1905 yılından sonra eski politik önyargılar öylesine derinden ve büyük ölçüde kırıldı ki, hükümet ve onu yöneten Birleşik Soylu Derebeyleri Konseyi* köylülerin bilgisizliği ve kuzu gibi uysallığı üzerine eski spekülasyonların artık olanaksız olduğunu kabul ettiler. Hükümet kendisiyle, kendisi tarafından mahvedilen, tam bir sefalete itilen, yok olmaya ve açlığa mahkûm edilen köylü halk kitleleri arasında bir barışın olamayacağını gördü. İşte “Birleşik Soylular Konseyi”nin politikasında değişikliğe yol açan bu bilinçti, köylülükle bir “barış”ın olanaksızlığı bilinciydi. Konsey, ne pahasına olursa olsun köylülüğü bölmeye ve köylülük arasından,1905 yılında devrimci kitlelerin saldırısından yine de bir ölçüde zarar görmüş olan çiftlik beylerinin muazzam mülklerinin asayişini ve dokunulmazlıklarını kitlelere karşı korumaya kendi isteğiyle ve içgüdüsel olarak hazır olacak bir “yeni çiftlik sahipleri” katmanı, zengin-köylü mülk sahipleri katmanı çıkarmaya çalışmayı kararlaştırdı.(3)

Stolypin “”reformları”

Otokrasi artık köylülere ve işçilere karşı büyük toprak sahipleri ile ittifak içinde devlet kapitalizmini inşa etme rotasına dümen kırmıştı. 1906 yılında Başbakan olarak atanan Stolypin “Önce temizlik sonra reform” stratejisi ile bir yandan devrimcilere saldırırken diğer yandan tarımsal reformlara girişti. Toprağın geleneksel mülkiyet sistemi olan Obshcina (Mir-Ortak Mülkiyet) kaldırılarak kapitalist bireysel mülkiyet sistemine geçildi. Yeni toprak sisteminin öznesi büyük ölçekli modern kapitalist çiftlikler güçlü bir şekilde desteklendi. Stolypin Gericiliği olarak adlandırılan bu dönemde sosyo-ekonomik yapı da derin altüst oluşlar gerçekleşiyordu. Köylülerin toprağa olan mecburi bağının kaldırılmasının altında yatan sebep esasta Rusya’da köylülerin katılımı olmadan hiçbir devrimin gerçekleşmeyeceğinden hareketle köylülüğü yok etme, diğer yandan hızla gelişen sanayi için iş gücü yaratma stratejisiydi. Ortak mülkiyet, (Mir) köylülerde kolektif hareket etme davranışını pekiştirip devrimci propaganda için güçlü bir zemin teşkil ederken serbest bireysel mülkiyet muhafazakar köylü mülkiyetçiliğini güçlendiriyordu. Hane mülkiyeti yerine aile reisi mülkiyeti ve batı bölgelerindeki tarımsal komün üyelerinin doğuya dağıtılması gibi uzun yıllara yayılan tarım reformu her ne kadar klasik feodal iktisadı derinlemesine tahrip etse de nihai olarak devrimi ertelemekten öte anlam taşımayacaktı. İlerleyen yıllarda milyonlarca köylü toprağını kaybederek farklı sınıfsal kimliklerle yeniden devrim saflarında mücadeleye katılacak ve tarım arazilerinin ağırlıklı kısmına sahip olan Stolypin kapitalist çiftliklerine ve fabrikalara karşı savaş bayrağı açacaktı.

Kulaklara Kolhozlarda Yer Yok

 Lenin bu yapısal değişimi ele aldığı bir yazısında, yarı feodal yapıdaki niteliksel farklılaşmaya şöyle değiniyordu: “Otokrasi önceden olduğu gibi şimdi de, proletaryanın ve tüm demokrasinin baş düşmanıdır. Ancak onun aynı kaldığını varsaymak yanlış olurdu. Stolipin “Anayasa”sı ve Stolipin’in tarım politikası, eski yarı-pederşahi, yarı-derebeylikçi Çarlığın dağılmasında yeni bir aşama, onun bir burjuva monarşisine dönüşmesi yolunda yeni bir adım anlamına gelmektedir.” (4)

1905,1917 Şubat Burjuva ve 1917 Ekim Sosyalist devrimleri sonrasında dahi Sovyet ekonomisi feodalizmi hala yaygın olarak barındırmaktaydı. 26 Ekim 1917’de çıkarılan kararname toprakta özel mülkiyet kaldırılmış, toprak aristokrasisinin büyük arazileri kamulaştırılmıştı. Fakat köylüler yine de eski üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştirmede oldukça isteksiz ve verimsizdiler. Bundan dolayı Sovyet ekonomisinin çöküşünü engellemek için 1921’de uygulamaya konan NEP (Yeni ekonomik politikalar) ile hem köylülere hem de küçük burjuvaziye zorunlu olarak kapitalist tipte işletmeler konusunda tavizler verilmişti. Bundan dolayıdır ki 1930’lar da dahi Tek Ülkede Sosyalizm için başlatılan kolektifleştirme kampanyalarının sloganlarından biri hala “Kulaklara (Orta Köylülük) Kolhozlarda (köylü kooparatifleri) yer yok”tu.

Buraya kadar ki yazdıklarımızda Marksizm’in ilk çıkışı ve sonrası süreçte genel anlamda feodalizmin tasfiyesine ilişkin görüşlerine ilişkin bir çerçeve oluşturmaya çalıştık. Fakat 1914 yılında dünya üzerinde o güne kadar görülmemiş bir savaş gerçekliği (1. Emperyalist Paylaşım savaşı) sonrası kapitalizm farklı aşamaya ulaşıyor 1916 yılında Lenin, emperyalizm tespitini yapıyordu. Kapitalizm serbest rekabetçi dönemini geride bırakmış tekelci ve son aşamasına ulaşmıştı. Artık emperyalizm ve proleter devrimler çağı başlamış ve burjuvazi ilericilik barutunu tamamen tüketmişti. Artık feodalizmin tasfiyesi sorunu da proletaryanın sorumlulukları arasında yerini alıyordu.

Feodalizmin tasfiyesi için proletaryanın önderliğinde burjuva devrim (Yeni Demokratik Devrim) ilerleyen yıllarda Çin özgülünde Başkan Mao tarafından sistematik bir şekilde formüle edilecekti. Bu yeni çağda gelişebilecek tüm toplumsal alt üst oluşlara gerici emperyalizm ya da devrimci proletarya damgasını vuracaktı. Marks’ın batılı gelişmiş kapitalist ülkelerden beklediği (İngiltere, Almanya) sosyalist devrimlerin fırtına merkezi olma durumu emperyalizmle birlikte yeni kapitalistleşmekte olan ülkelere yani doğuya kaymıştı. 1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası Rusya da yaşanan sosyalist devrim, savaş yenilgisi sonrası Alman ekonomisinin tamamen çökmesi nihai olarak 1921’de İngiltere’nin de ekonomik krize girmesine evrilmişti.1929 yılına gelindiğinde  ABD borsalarının çökmesi ile “Büyük Buhran” ABD’yi içine alarak küresel bir kapitalist krize dönüşmüştü, SSCB  ise bu krizden neredeyse hiç etkilenmeden ekonomik büyümeye kesintisiz devam etmişti. Birkaç gün içinde Avrupa ve ABD’de 4000 banka batmış milyonlarca insan açlık ve işsizlikle karşı karşıya kalmıştı.

Çöküş’ün en kötü döneminde (1932-33) İngiliz ve Belçikalı işgücünün %22-23’ü, İsveçlilerin %24’ü, ABD’lilerin %27’si, Avusturyalıların %29’u, Norveçlilerin %3l’i, Danimarkalıların %32’si ve Alman işçilerinin yaklaşık %44’ü işsiz kaldı. 1933’ten sonraki iyileşme sırasında bile, l930’lardaki ortalama işsizliğin Britanya ve İsveç’te %16-17’nin ya da İskandinavya, Avusturya ve ABD’de %20’nin altına düşmediğini de belirtmek gerekir. İşsizliği ortadan kaldırmayı başaran yegâne Batılı devlet, 1933 ile 1938 arasında Nazi Almanyası oldu. Emekçilerin hayatında bu kadar büyük bir ekonomik felaket daha önce görülmemişti.” (5) 

 Bu dönemde Keynes adında bir burjuva ekonomistin serbest piyasa ekonomisinin dengesiz olduğu için krizleri kaçınılmaz hale getirdiği, enflasyon, işsizlik ve mali durgunluk gibi durumlarla devletin piyasalara müdahalesi olmadan baş edilemeyeceği içerikli görüşleri ve devlet kapitalizminin ağırlık kazandığı yeni bir ekonomik model emperyalist ülkeler ve denetimindeki yarı-feodal geri kapitalist ülkelere uyarlaması İthal ikamecilik kapitalizminin “can simidi” ilan ediliyordu. 1933’te ABD’de iktidara gelen Roosvelt ve Yeni Antlaşma (New Deal 1933-1937) programı ile ABD tarihi boyunca devlet ilk defa banka ve sanayi sektörlerine doğrudan müdahale ediyor ve planlı ekonomiye geçiyordu.

Kapitalizm tarihinin en derin ekonomik krizlerini yaşarken yeni bir olgu olarak 1. ve 2. Emperyalist savaşı sonrası tüm dünya da aynı zamanda Ulusal Kurtuluş mücadeleleri de hızla yükseliyordu. Dönemin egemen emperyalist devletleri olan Fransa ve İngiltere’nin 1919-1970 arasında “bağımsızlığını” tanımak zorunda kaldığı eski sömürgelerinin listesi emperyalizmin dünyada eskisi gibi at koşturamadığının da itirafı gibiydi. (Afganistan (1919), Güney Afrika (1931), Irak (1932), Ürdün (1946), Hindistan (1947), Pakistan (1947), Myanmar (1948), Sri Lanka (1948), Sudan (1956, aynı zamanda Mısır’dan), Gana (1957), Malezya (1957), Nijerya (1960), Kıbrıs (1960), Kamerun (1960, İngiltere’den ve Fransa’dan), Sierra Leone (1961), Tanzanya (1961), Kuveyt (1961), Trinidad ve Tobago (1962), Uganda (1962), Jamaika (1962), Kenya (1963), Malawi (1964), Malta (1964), Zambiya (1964), Gambiya (1965), Maldivler (1965), Botswana (1966), Barbados (1966), Guyana (1966), Lesotho (1966), Yemen (1967), Mauritius (1968), Tonga (1970), Fiji (1970),Bahreyn (1971), Katar (1971), Birleşik Arap Emirlikleri (1971), Bahamalar (1973), Grenada (1974),Lübnan (1943), Vietnam (1945, aynı zamanda Japonya’dan), Suriye (1946), Laos (1953), Kamboçya (1953), Fas (1955, aynı zamanda İspanya’dan), Tunus (1956), Gine (1958), Gabon (1960), Madagaskar (1960), Mali (1960), Moritanya (1960), Nijer (1960), Senegal (1960), Togo (1960), Fildişi Sahili (1960), Kongo Cumhuriyeti (1960), Benin (1960), Burkina Faso (1960), Kamerun (1960, Fransa’dan ve İngiltere’den), Orta Afrika Cumhuriyeti (1960), Çad (1960), Cezayir (1962), Komor Adaları (1975), Cibuti 1977 ).

Emperyalist devletlerin “dünyaya her zaman polis lazımdır” anlayışı ile 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası bayrağı devrettikleri ABD’nin Kore ve Vietnam’da İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki makus kaderi paylaşması sonrası 1975’ler de emperyalizm artık dünyayı eskisi gibi yönetemeyeceğini anlamıştı. Askeri- siyasi hareket tarzında değişiklik yapmak artık bir zorunluluktu ve bunun sonucu olarak Neo Liberalizmin dönemi başlıyordu.

 1970’lerin sonunda sömürge, yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde CIA destekli askeri darbelerle neo-liberal ekonomi modeline uygun yapılan ekonomik revizyonlar süreci başlatılırken, SSCB’nin 1991’de dağılmasından kısa süre önce 1989 yılında ABD ve dünya ekonomisinin neredeyse %70’ni kontrol eden G8 ülkelerince Washington Konsensüsü adı altında neo-liberal politikalar çok daha üst boyutta sömürge- yarı sömürge, yarı feodal ülkelere dayatılıyordu. Emperyalizmin bu yeni ekonomik modelinde 2.Emperyalist paylaşım savaşı sonrası uygulamaya konan ve 1970’lerin sonuna kadar sürdürülen ithalata dayalı ikameci kapalı ekonomik büyüme modeli yerini ihracata dayalı açık kalkınma modeline bırakıyordu. Buna göre, yarı sömürge, yarı feodal ve geri kapitalist devletler, küresel kapitalizmle ne kadar derin ilişkiler içerisinde olurlarsa bağımlılık ilişkileri de bu oranda derinleşecektir. ABD ve IMF bir yandan yarı sömürge, yarı feodal ülkeleri, sermaye piyasalarını uluslararası finans kurumlarına açmaya zorlarken diğer yandan serbest döviz kurunu şart koşuyordu. Bu yeni ekonomik şekillendirmenin ana başlıkları şöyle sıralanıyordu :

Mali disiplinler/Özel Mülkiyetin korunması/Kamu harcamalarının azaltılması/Kamu teşebbüslerinin özelleştirilmesi/Vergi reformı/Ticaretin serbestleştirilmesi/Finansal reform/Uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması/Sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi/Serbest faiz hadleri/Rekabetçi kur politikaları (6).  Brezilya, Meksika, Arjantin ve Türkiye Neo-Liberalizmin pilot çalışma sahaları oluyordu.

Avrupa ve dünyada feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmin kısa tarihçesinden sonra birazda yaşadığımız coğrafyada tüm bu dönemler boyunca durumlar nasıldı genel olarak bir bakalım. Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyeti Avrupa feodalizminden farklı olarak uzun bir dönem feodal beylere değil tamamen saltanata aitti. Fakat 17.yy da merkezi otoritenin zayıfladığı vergi toplamakta zorlandığı dönemde, saltanat devlet arazilerinin vergi gelirlerini peşin ödeme karşılığı satmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak da yeni ve güçlü bir feodal sınıf ortaya çıkmıştı: Ayanlar. Rumeli, Anadolu ve Mısır’da oldukça güçlenen bu yeni toprak ağaları-beyleri sınıfı 1808 yılında monarşiyi saltanatın yetkilerini sınırlayan Sened-i İttifak’ı imzalayacak kadar baskı altına alabilmiştir.

Başlarda saltanatla çatışmalı olan bu sınıf, Türk Burjuva sınıfının (Jön Türkler ve İttihatçılar) Alman ve Fransız işbirlikçiliğine paralel bürokratik tarzda hızla gelişmesi sonrası saltanatla ittifaka girişmiştir. 1908 yılına girildiğinde Saltanat, Ayan Meclisi (Toprak Aristokratları) ve Meclisi Mebusan (Komprador Burjuvazi) mensup klikler arasındaki iktidar savaşımı yarı-feodal yarı sömürge sosyo ekonomik yapının üzerinde tüm keskinliği ile sürmekteydi. 

1923 ilan edilen Cumhuriyet eski ekonomik ilişkileri olduğu gibi devralmıştı. Ürünün 1/10’nun devletçe alınmasını öngören aşar vergisi yeni rejimin de 1925 İzmir İktisat Kongresi ile kaldırılana kadar toplam gelirlerinin hala 1/4’nü oluşturuyordu. Kemalist rejim Lozan Anlaşması gereği zorunlu olarak serbest piyasa ekonomisi ve serbest kur rejimi uyguluyordu. Türk Lirası, İngiliz Sterlinine endekslenmişti. Osmanlı borçları ve Osmanlı’nın yabancı şirketlere verdiği tüm imtiyazlar yeni rejimce üstlenilmişti. Özetle ortada ne bir bağımsızlık ne de üretim ilişkilerinde bir değişim vardı. Emperyalizmin, kapitalizmin krizlerine karşı 1930’larda uygulamaya koyduğu yeni stratejisi planlı ekonomi (Keynesçilik) ve sonrası, aynı tarihlerde Kemalist rejim, emperyalistlerin Lozan’ın serbest piyasa ekonomisini şart koşan ticari hükümlerini uygulamadan kaldırması ile, parti programına 1931 yılında devletçilik ilkesini ekliyordu.

Buna göre 1930’da para basma yetkisini elinde bulunduran İngiliz-Fransız ortaklı Osmanlı Bankasına ek olarak Merkez Bankası kurulmuş.1934 yılından itibaren ise 1. Beş yıllık kalkınma uygulamaya konmuştu. Sümerbak, Etibank vb. gibi sermayesinin tamamı devlete ait KİT’ler üzerinden bir “kapitalizmsiz sanayi” inşa edildiği propagandasına karşın mevcut yarı-feodal, yarı sömürge ekonomik yapı gerçekliği, Türkiye Sosyalist Fırkası sekreteri Suphi Nuri İleri’nin şu sözlerinde açıkça görülebiliyordu: “Biz neyiz burjua [burjuva] mıyız? Yani mülkiyeti şahsiyeci miyiz? Hiç zannetmem. Çünkü öyle kanunlar yaptık ki. Sosyalist miyiz? Hayır. Amelisiz sosyalizm, sendikalizm olmaz ki? Sermayeci miyiz? Hayır, çünkü borç içindeyiz. Tüccar mıyız? Hayır. Bir türlü mahsulümüzü alem piyasasında satamıyoruz. Sanayici miyiz? Dört yüz müstahsil fabrikacıyı himaye için 17 milyon müstehliki zarar sokak sanayi himayeciliği ile bir memleket hiçbir vakit sanayici olamaz”(7)

2. Emperyalist Paylaşım savaşı sonrası gelişen bağımsızlık savaşlarının emperyalist ülkelerde yarattığı şok etkisinden yazımız içinde bahsetmiştik. Emperyalizmin geri kapitalist ve yarı feodal ülkelerdeki ekonomik doktrini 1930’dan 1980’lere kapitalizmin krizlerine karşı nispeten daha korunaklı olan fakat yarı feodal ekonomik ilişkilerin büyük oranda korunduğu ithal ikamecilik olmuştu. İthal ikamecilik öz itibariyle ithalatı baskılayan yani dışarıdan mal alımını zorlaştıran, geri kapitalist ve yarı-feodal ülkelerin küresel emperyalist pazarla ekonomik bağını derinleştirmeyen bir modeli ifade etmekteydi. Emperyalizmin yarı feodal ve geri kapitalist ülkelerdeki bu ürkek modelinin arkasında yatan kaygı elbette sosyalist SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti gerçekliğiydi.

Kapitalist sistemin yaşayabileceği derin krizler yeni devrimlerin ateşleyicisi olabilirdi. Fakat 1975’lerde Emperyalist ülkelerdeki rota değişikliği ile baskın hale Neo liberal politikalar yarı feodal-geri kapitalist ülkelerdeki ithal ikameci ekonomik modele son verip İhracata dayalı ekonomik modeli dayatıyordu. Buna göre artık yarı-feodal geri kapitalist ülkeler kendine yeterlilik gibi bir ekonomik modelle değil belli alanlarda ihtisaslaşmaya dayalı bir sanayileşme üzerinden büyümeliydi. Sağlık, medya, turizm, tekstil, teknoloji ya da ucuz iş gücü vb. alanlarda çekim merkezi olan bir ekonomi diğer gereksinimlerini bu alan üzerinden elde ettiği gelirle ithal ederek karşılayabilirdi. 1960-1970 yılları arasında Türkiye, Meksika, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerden daha geri bir kapitalist gelişmişlik düzeyine sahip yarı-feodal Kore ve Tayvan’ın (Milliyetçi Çin) tüm bu dönem boyunca ithal ikamecilik yerine ihracata dayalı sanayileşme modeli ile hızla gelişmesi üzerinden bu ülkeler tüm geri kapitalist ve yarı feodal ülkeler için rol model ilan ediliyordu. 1980-90’larda  neo liberalizm ve ihracata dayalı ekonomi modelin önünü açan nedenler: İthal ikameci ekonomilerin geleneksel tarım ürünler dışında ihraç edilebilecek bir ürün ortaya çıkaramaması, montaj ve dışa bağımlı sanayi için yapılan ithalatın döviz talebini arttırması, aşırı değerli döviz sonrası cari açığın büyütmesi ve krize girmesi, Sosyalist devletler de geri dönüşlerin başlaması sonrası küresel krizlerden doğabilecek devrim korkusunun nispeten azalması, tarım -hayvancılık ve genetikteki yeni gelişmelerin emperyalist ülkelerde de bu yönlü bir stok fazlasına yol açması ve yarı feodal-geri kapitalist ülkelerin tarım hayvancılık pazarlarının emperyalist şirketlerin iştahını kabartması, piyasa ekonomisine devlet müdahalesinin kapitalizmin gelişimi ve sermayenin serbest dolaşımını kısıtlaması gibi başlıklar olarak sıralayabiliriz.

Türkiye de 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası 24 Ocak 1981 ekonomik kararları ile uygulama konulan Neo-Liberal politikaların en yıkıcı etkisi tarım üzerinde olmuştur. Tarıma yapılan devlet teşviki tamamen kaldırılırken tütün, şeker pancarı, pamuk gibi pek çok ürüne üretim kotası konuyor ayrıca pek çok tarım ürününde gümrük vergisi sıfırlanarak iç pazarı yıkıma uğratacak ithalatın önü sonuna kadar açılıyordu.

“2002-2014 döneminde ülke nüfusu 66 milyondan 77 milyona yükselmiş, yani yaklaşık 11 milyon kişi artmıştır. Buna karşılık;

* Buğday üretimi 19,5 milyon tondan 19 milyon tona,* Arpa üretimi 8,3 milyon tondan 6,3 milyon tona,* Nohut üretimi 650 bin tondan 450 bin tona,* Mercimek üretimi 565 bin tondan 345 bin tona,* Kuru fasulye üretimi 250 bin tondan 215 bin tona,* Kuru soğan üretimi 2,1 milyon tondan 1,8 milyon tona,* Karpuz-kavun üretimi 6,4 milyon tondan 5,6 milyon tona,* Patates üretimi 5,2 milyon tondan 4,2 milyon tona,* Lif pamuk üretimi 988 bin tondan 846 bin tona,* Tütün üretimi 153 bin tondan 70 bin tona gerilemiştir.* Yağlı tohum ve türevleri ithalatına 29 milyar dolar ödendi.* Pamuk ithalatına 15 milyar dolar ödendi* Buğday ithalatına 10 milyar dolar ödendi.* 33 milyon ton buğday ithal edildi.* 14 milyon ton soya ithal edildi.* 9 milyon ton pamuk ithal edildi.* 7 milyon ton ayçiçeği ithal edildi.”(8)

Birkaç sayfa ile sınırlı bir makalede sınıflı toplumların neredeyse en uzun dönemini ifade eden feodal, yarı-feodal ekonomiyi derinlemesine ve çok yönlü olarak ele almak elbette mümkün değildir. Yazı içerisinde geçen her bir ana başlık ve dönem kendi içerisinde başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar geniştir. Sınıf hareketinin önderlerinin bize bıraktıkları teorik mirasın bir boyutu somut meselelerde döneme ilişkin belirlenen siyaset iken diğer yönü de ekonomik, siyasal ve kültürel değişimleri kuyumcu hassaslığı ve bilimsel materyalist yöntemle inceleme yöntemidir. Bu yöntem konusunda bir disiplin oluşturmak aynı zamanda aramızdaki suni ayrılıkları da büyük oranda ortadan kaldıracaktır. Ortak amaca giden yolda farklı patikalardan yürünse bile nihai olarak aklın yolu birdir. Sınıf devrimcilerinin hareket noktası burjuvaziden taban tabana farklı olmak zorundadır. Birbiri ile rekabet ya da aynı kulvarda hareket ettiklerini boşa düşürme burjuvazinin, dayanışma ve birbirini geliştirme daha ileri taşıma proletaryanın kültürüdür. Yaşamın her alanında sınıfımızın tarzı ve sınıfımızın kimliği ile bütünleşmeden insanı kendine, emeğine, doğaya yabancılaştıran kapitalizmi ve burjuvaziyi alt etmemiz mümkün değildir. Doğru tanımlama, doğru çözüm için ebetteki tek başına yeterli değildir. Sınıf devrimcileri teori ve pratiklerini bilimsel sosyalizmin yöntemleri ile pekiştirdikleri oranda devrimin somut itici gücüne dönüşecektir.

(1) Marx, Karl, 1990, Kapital, C. III, Çev.: Alaattin BİLGİ, Sol Yayınları, Ankara.

(2)  Lenin Seçme Eserler Cilt 3 Syf  169-170

(3)  Lenin Seçme Eserler C 4  Syf  236

(4)  Lenin Seçme Eserler C 4  Syf  15

(5)  Eric J. Hobsbawm,Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yay., 2011, s122

(6) Wikipedia

(7) NUR, S. (1932). Devletçilik ve Koopretifçilik, Türk İktisatçılar Cemiyeti İktisadi Konferanslar Serisi, No:5, İstanbul: Matbaacılık ve Neşriyat Anonim Şirketi, s.18.

(8) Dr. Necdet Oral, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi üye

Önceki İçerikHBDH: 6 Mayıs yenilmezlik destanımızdır!
Sonraki İçerikGünceldeki Popüler Savunular ve Tartışmalar Bağlamında Proleter Devrimci Siyaset ve “Popülizm” Meselesi