Fakir

Yıl 1993. Güneşli, serin, kuş düğünü bir gün. Bencilliğimi, parçalı halimi gerilere doğru iteklemiş, bütünlüklü, kaygısız ve paylaşımcı bir iklim içine girmiştim. Telefon öttü. Kaldırayım mı kaldırmayayım mı diye tereddüt ettim. Kafadarım, laklakçı Göçmen Dede olabilirdi. Çenesine yol verdi mi, en az bir saatimi bağlardı, sınırları secereyle çizilmiş malum hikayeleriyle. Dedemin dedesinin dedesiyle dedenin dedesinin dedesi dayıoğluydu.

Çık işin içinden. Telefonun ötüşü ısrar çizgisine oturunca, kaldırdım ahizeyi. Sesi çıkaramadım. “Kusura bakmayın, tanıyamadım.” Yumuşak, ferahlatıcı bir ses: “Ben Fakir.” Düşündüm. Melbourne’de Fakir. “Yine çıkaramadım.” Kablonun öteki ucunda hafif bir bekleyiş. Gülümseyişini duyumsar gibi oldum.  “Fakir Baykurt.” Şaşırdım. Sevinç ve coşkuyla, “Ooo abiciğim bu ne sürpriz? Nerden ediyorsun?” “Haberin yok mu, ben Melbourne’deyim. Adresini ver sana uğrayacağım. Müsait misin?” “Hiç müsait olmaz olur muyum, buyurun, bekliyorum.”
Bir saat sonra, Kültür Derneği’nden bir arkadaşla birlikte geldi. Kapıda kucaklaştık. İçeri girer girmez, salonu şöyle bir süzdü ve karşı duvardaki tabloya doğru yürüdü. Eş zamanlılığını yitirmiş, kendileriyle özdeş olmayan varlıklar ve hakikatler kuyusuna ve kuyuyu saran yamuk kafalara dikkatle baktı. Renkleri, ışıltıları hassasiyetle dinleyen, içine taşıyan ve onlara duygularıyla dokunan bir insanla yan yana olduğumu düşündüm. Başını çevirdi, o sade, derviş haliyle, “Senin Fransa’daki sergini gezdim,” dedi. “Vaktin varsa, buradaki müzeleri birlikte gezelim. Bana Aborjin resimlerinin hikayesini anlat.” “Memnuniyetle,” dedim. Sevdiğim ressamları sordu. Onlar hakkında söylediklerini dinleyince, resim dünyasına derin bir ilgi duyduğunu anladım.
Evde bulunan herkesle yakından ilgilenişi; ışığa, yalınlığın gücüne kendini vermişçesine dinleyişi; nasihatçı, egemen bir edayla onları bilgi değirmeninde öğütme eğilimi içine girmeyişi, kendisine karşı kısa zamanda bir sempatinin oluşmasına yol açtı.

Merakımı ve sorularımı, gençliğimde beni etkileyen romanları üzerinde yoğunlaştırdım. Ve konuşurken, diline, mantığına, çabasına dikkat ettim. Bakışlarını tek bir kişide yoğunlaştırmıyor, herkese yayıyor; kendisini mesken tutmadan, kendi hakikatinin dışında özgürce gezinen, duru, sakin bir dille konuşuyordu. Kaplumbağalar’ı, uzun bir hazırlık aşamasından sonra, oturup 45 günde yazdığını anlattı. Gösterime çıkması engellenen Yılanların Öcü filmini, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’le birlikte izlediğini ve Gürsel’in, “Çok güzel, sakıncasız bir film,” demesi üzerine filmin gösterime girdiğini, yalın ve ironik bir şekilde anlatışını yıllarca anımsadım.

Müfettişlik döneminde, gittiği her köyde, yaşlı kadınları dinlemeyi adet haline getirmesi; romanları ve öyküleri yazarken, onların anlatılarından yararlanması; Türk Dil Kurumu’na altı yüzden fazla sözcük kazandırmış olması, aklımda kalan noktalardı. Toplantı günlerinde, salona erken gelmesi, bir yerde oturmaması, gelenlerle tanışması, alışılmadık bir tevazu ve içtenlikle sohbet etmesi, dikkatimi çekti hep. Kendisini, insanın özüne götürecek yolları ve biçimleri ısrarla arayan bir insan gibi davranıyordu. Sanatı, yaşadığımız evreni güzelleştiren, onun özünden doğan, başka bir evren olarak görüyordu.

Konferansında, İstiklal Marşı’ndaki bazı bölümlere eleştirel yaklaşınca, dinleyicilerden birisinin sert eleştirilerine maruz kaldı; fikrinden ve o güleç, ipeksi edasından ödün vermedi hiç. “Sanatta ideoloji olmaz,” diyen birisini, “İdeolojisiz sanat yoktur,” diye yanıtladı.
En son, Duisburg’ta, bir edebiyat panelinin ve benim resim sergimin olduğu bir kültür etkinliğinde buluştuk. Rıza arkadaşın yönettiği panelde, Fakir, Şükrü Erbaş, Mehmet Çetin, ben ve sanırım bir kişi daha vardı. Sergiyi Fakir, ben ve Ali Yıldırım birlikte gezerken,  “Sana bir resim hediye etmek istiyorum, sergiden seç bir tane,” dedim. Şaşırdı, bir çocuk sevinci ve mahcubiyetiyle teşekkür etti.  “Sen seç,” dedi. Kabul etmedim. Serginin en sevdiğim üç tablosundan birisini, “Nasreddin Hoca”yı seçti.

Gündüzleyin yıldızları, geceleyin de güneşi seyreden alçakgönüllü dervişin vakitsiz ölümü, öyle sanıyorum ki en çok, Melbourne’li göçmenleri üzdü. Fakir’le birlikte çektirdikleri resimleri duvarlarına astılar. “Ne güzel insandı” sözünü yıllarca duydum onlardan.

Önceki İçerikSatranç Tahtasındaki Suriye
Sonraki İçerik“Tarihi” Dava