Faşist devletin güncel politikaları üzerine!

Amed’deki katliam saldırıları buna işarettir. 1990’lardaki Güreş-Çiller-Ağar pratiğine benzer politikalar devreye sokulmuştur. Kuledeki rüzgar yaklaşan fırtınanın habercisidir derler. T.C. devletinin bütün karşı-devrimci saldırıları daha koyu karanlık faşizmin ayak sesleridir. Şimdiki durumda Erzurum, Bingöl, Amed saldırıları, katliamları ve provokasyonları da bunu kanıtlar niteliktedir.   

Bugüne kadar çeşitli yazılarımızda farklı biçim ve içeriklerde T.C. devletinin somut ve güncel karşı devrimci politikalarına ilişkin değerlendirmelerimiz olmuştur, daha da olacaktır. T.C. devlet gerçekliğinde belli başlı temel referans noktalarını bir kere daha vurgulamak isteriz. Zira hala devletin her “yeni” uygulamaları ya da yönelim konsepti karşısında öncekileri sanki daha “iyi” ve “demokratik”miş gibi, arka planda yanılsamalar bırakan açıklamalara yer verilmektedir. Mesela bir “darbe mekaniği” argümanı tutturulmuş gidiyor. Sanki darbe denilen olgu salt askeri ya da yarı-askeri şeklinde oluyormuşçasına ve arada bir devreye konan bir olguymuş gibi algı yaratılmaktadır. Oysa istisnasız bir şekilde her gün darbeler uygulanmaktadır. Hem de salt askeri değil, ondan çok daha önemli ve etkili ideolojik siyasal darbeler sürekli devlet ve toplumda gerçekleştirilmektedir. Bizzat kendi yasa ve anayasalarını dahi hiçe sayarak her gün suç işleyen devletin tepesindekilerden en alt uşak unsurlarına kadar yaptıkları bu duruma somut kanıttır. Bir yandan demokratik olmayan güçlerin her zaman çözüm adına başvurdukları darbe ve otoriter rejimden bahsedeceksin diğer yandan “yeni bir darbe ve diktatörlük dönemi geliyor” diyerek Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarına ve tabi ki dünyaya, adeta önceki süreçleri ara-t-y-an ya da onları istekli bir beklenti içerisine sokacaksın. Böyle bir anlayış olabilir mi? Tekçi faşist T.C. devletinin önemli bir geleneğidir ki, askeri, yarı-askeri veyahut da 28 Şubat gibi sivil darbeler diyebileceğimiz pratikleri her zaman mümkün ve gerçek olguları olmuştur. Siz devletin ya da Türk hakim sınıf iktidarı klikleri içerisinde her şeyin güllük gülistanlık yürüdüğünü veyahut da arada bir “darbe”nin gerçekleştirildiğini düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içerisindesiniz demektir.
Osmanlı’dan ve hatta ondan çok daha önceki süreçlere dayanan darbe mekaniği, taht kavgaları, iktidar dalaşı, komplo ve senaryolar, askeri ve siyasi oldukça çeşitli biçimlerdeki devlete ve iktidara hakim olma amaçlı hegemonya çelişkisi, mücadelesi ve savaşı sınıfların ilk çıktığı dönemlerden bu yana söz konusudur. En büyük ve tarihin ilk stratejik darbesi ise kadının ataerkil (erkek-eril) egemen anlayış tarafından ayaklar altına alınması ya da düşürülmesidir. Akabinde ise bu durumu da arkasına alarak sınıfsal temeldeki özel mülkiyet dünyası ve sistemleri merkezli-eksenli devletlerinin sömürü ve zulüm politikalarıyla sürekli darbeler pratiğinin durmaksızın işlevsel kılınması durumu vardır. Öyle ki darbeler mekaniğinden toplumlar içerisinde hiç kimse kaçamamış ve hatta ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünist hareketler bile şu veya bu şekilde bu gerçeklikten kendini kurtaramamıştır. Ve daha da ileri gidilerek bu minvaldeki olgular saplantılı hallere kadar vardırılmış ve son derece meşru ve demokratik olmasına karşı, salt bencil ve kariyerist emellerden kaynaklı kişisel ihtiraslara hizmet temelinde önüne gelinen her şeye “darbe” denilir olmuştur. Bir ironi olarak vurgulamak isteriz ki 12 Eylül darbesine öncülük eden Kenan Evrenlerin darbe pratiği bir yana bırakılarak kendi içinde darbe de darbe diye yatıp kalkanlar ve saplantılı hallere kadar düşenler olmuştur. Komünist hareketin tarihsel tecrübeleri içerisinde ayrılıkları ele alışa ilişkin hasım haline getirdikleri kendileri dışında örgütsel mekanizmasını sürdüren kesimlere yönelik “darbeci” iftirasını her daim kullanmaktan imtina etmedikleri de sabittir.         
T.C. devlet gerçekliğinde şimdi ki durumda Erdoğan önderliğinde yeni bir darbe ve diktatörlük dönemi yaşanacağı söylenirken Erdoğan’ın açık bir askeri darbenin şimdilik ülke açısından iyi olmayacağı bu açıdan bunu sivil bir görünüm şeklinde gerçekleştireceği yönlü algılar ve yorumlar yapılmaktadır. Daha önceleri de belirttik Osmanlı’dan T.C. ve bugünlere kadar Türk hakim sınıf klikleri iki ana büyük siyasi kampa ayrılmışlardır. Bu temelde sürekli olarak hükümet ve iktidarda olan klikler ve partileri devletçi ve merkeziyetçi, muhalefette olanları ise hür teşebbüsçü ve özgürlükçü kesilmişlerdir. Bu durum bugünde esas olarak devam etmektedir. Bugün AKP, CHP ve MHP’de olan biten de budur. Geçmiş süreçlerde CHP ve DP ya da AP’de olan biten de buydu. Tıpkı öncekiler ve sonrakilerde olduğu gibi nesnel gerçeklikleri bu şekildeydi. Dolayısıyla onların, bir “demokratikleşme”, “demokratik çözüm”, “işçi ve emekçiler, Kürt ulusu ve azınlık milliyetlerin demokratik ve meşru çıkarlarını düşündüğü” falan yoktur. Tümünün temel referansı tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil, tek inanç, tek vatan şeklinde ifadesini bulan tekçi faşizmdir. Bütün bunların ideolojisi, çizgisi, felsefesi, politikası, örgütü, askeri yapısı, kadrosu, zihniyeti ve kültürleriyle gerçek anlamda bir demokratikleşme, ilerleme, çözüm, muhalif ve alternatif dinamiklerinin olmadıklarını rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu bilinçten hareketle onlarla yapılan her istişare, girilen her türlü görüşme ve müzakerelerde azami kabullerinin çok da bilinmeyen şeyler olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Hele hele tekçi faşizmdeki stratejik ısrarı bilinerek taktik politikaları ve manevralarına karşı da oldukça uyanık olunması önemlidir ve bu durum bir kenara atılacak ya da basite alınacak türden asla değildir. Oyunlar ve provokasyonlar her daim göz önünde bulundurularak hareket edilmelidir. Hatta kamuoyuna yapılan şirin sözler ve çokça dillendirilen demokratik çözüm,  demokratikleşme argümanları ne kadar fazla dile getirilirse bilinmelidir ki orada daha sinsi bir tasfiye amaçlanmış ve devreye sokulmuş demektir. AKP öncülüğünde-inisiyatifinde gerçekleştirilen devletin bugünkü provokasyonları belli ki daha büyük pervasız faşist saldırıların habercisidir. Buna daha yoğunlaşmış faşist baskı ve sömürü politikaların hayata geçirilmesi için öngörülen fragmanlar da diyebiliriz. Keza onlarca defa denenen provokasyonlardan esaslı bir sonuç alabilmiş değiller ve çok daha kapsamlı ve oldukça çeşitli provokasyonları art arda devreye sokarak sonuç almak için girişimlerinden vazgeçmeyeceği bizzat devlet geleneğinden bilinmelidir. Şimdiki durumda Hüda-Par’ı da kullanmaktadırlar, önümüzdeki süreçte özel ve psikolojik savaşın hemen birçok araçları ve piyonlarını da kullanmaktan geri durmayacağı kesindir. Amed’deki katliam saldırıları buna işarettir. 1990’lardaki Güreş-Çiller-Ağar pratiğine benzer politikalar devreye sokulmuştur. Kuledeki rüzgar yaklaşan fırtınanın habercisidir derler. T.C. devletinin bütün karşı-devrimci saldırıları daha koyu karanlık faşizmin ayak sesleridir. Şimdiki durumda Erzurum, Bingöl, Amed saldırıları, katliamları ve provokasyonları da bunu kanıtlar niteliktedir.   
T.C.’nin Sünni İslam eksenli tekçiliğinin bir parçası olarak bugün Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte anlaşma ve ittifaktaki ısrarı da anlaşılmaz değildir. Bu anlamda “Esad ile PYD’nin ittifak halinde olduğu”nu iddia eden egemenler bugün de KDP ile PKK arasındaki çelişkili duruma ilişkin “PKK’nin İran ile ittifak halinde olduğunu” iddia ederek aslında başını ABD’nin çektiği çok uluslu emperyalist blok güçlerin bölgede bir stratejik uşağı olarak işlev görmektedir. T.C.’nin, ABD ile “eğit-donat-saldırt” projesi ve bütün diğer birçok teorik pratik politikalarda ABD emperyalizminin bölge politikalarıyla esasta örtüşmektedir. Nüans farklılıkları genel kaidelerin önüne elbette geçmemektedir. Geçmesi de şimdiki durumda düşünülemez. Zira T.C. devletine hakim olan sınıflar ve hakim sınıf kliklerinin iktidarsız iktidarlar olduğu gerçekliği asla unutulmamalıdır. Onların tüm referans noktaları emperyalist efendileridir ve efendilerine bölge ve dünyada hizmet temelinde bir hareket serbestlikleri söz konusudur. Dolayısıyla AKP’nin de derin devlet gerçekliği akıllardan ırak tutulmamalıdır. Tıpkı MGK, CHP, MHP, BBP, MİT, TSK vb. parti ve devletin, hükümetlerin merkezi ve öncü kadrolarının ve temel kurumlarının derin devletin bileşkeleri olduğu gibi.
AKP hükümeti- iktidarının hemen her şeye ve hatta geceli gündüzlü bütün argümanları ve saldırılarının temeline Fethullah Gülen merkezli odaklar (paralel yapı argümanlı) ya da bizzat onunla ilişkili olarak görüp yönelme durumu da aslında bir korkunun ifadesidir. Nitekim onlarca yıl birlikte Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının kanını kana kana içtikleri ortağını tam bir çökertme konseptiyle amacına ulaşabileceği ve başarabileceğini bilmektedir. Ancak Gülen cemaatinin bizzat arkasında ABD emperyalizmi olduğu gerçekliğini de bildiği için çırpınışları ve hemen her şeyin altında Gülen’in nam-ı diğer paralel yapının olduğu iddiası daha ziyade emperyalist efendisini ikna etme çırpınışıdır. Tük hakim sınıflarına mensup muhalif parti ve kesimlerin Gülen cemaatinden medet ummalarının arka planında da aynı durum yani emperyalist efendilerine daha fazla yaranmalarının yattığını vurgulamak isteriz. Nitekim esaslı olarak 12 Eylül askeri faşist cunta sürecinden bu yana Gülen cemaatinin nasıl palazlandırılarak geliştirildiği ve bizzat AKP hükümetinin koalisyon ortağı durumuna getirildiğini düzen partileri iyi bilmektedirler. Faşist Ecevit’in Gülen’e yanaşması da bu gerçekliğinden kaynaklıdır. Yine şimdiki durumda tekçi faşist Kılıçdaroğlu’nun başındaki CHP’nin de Gülen’e yanaşmaları ya da flört gerçekliği bundan ötürüdür. AKP ise artık ipi una sermiş ve kılıçları çekmiştir, onu artık doğrudan efendisi ABD emperyalizmi ile ilişkileri ilgilendirmektedir ve kendi bekası ya da kıymet-i harbiyesi içindir bütün uğraşları. Ve bunu da son yıllarda devlete ve tabi ki ekonomik kaynaklara ve rantlara daha fazla sahip olma adına koalisyon ya da iktidar ortağı olarak Gülen cemaatini dışında tutarak gerçekleştirmek için elinden ne geliyorsa ardına koymadan yapmaktadır. Bunun için Ergenekon kapsamında gözaltına alınan askerleri ve tabi ki sivil uzantılarıyla zımni anlaşma yapmış ve Gülen’e karşı gizli ittifak gerçekleştirmiştir. İlker Başbuğ, Doğu Perinçek ve bunların bileşkeleriyle yaptıkları budur. Şimdiki durumda aynı bileşke güçlerin salt Gülen ile değil aynı zamanda Kürt ulusu ve Kürt ulusal hareketine karşı da bir zımni anlaşma içerisinde oldukları gözlenmektedir. Belli ki T.C. devletinin tekçi faşist bekası için birbirlerine yönelik ihtiraslarında görece yumuşama durumu vardır. Keza tekçi faşist Türk ulus devlet gerçekliğinin statükosunda bazı çatlakların onarılması ihtiyacı ve aciliyeti ortadadır ve bunu da ancak AKP hükümetine-iktidarına hakim olan klik yalnız başına yapacak durumda değildir. Başkanlık sistemi yönelimini de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmaz. 2015 yılı içerisinde yaşamaktayız ve artık geçmiş süreçlerdeki geleneksel ve klasik tekçi zihniyetlerle Türkiye-Kuzey Kürdistan halk kitlelerinin bu kadar rahat yönetilemeyeceği aşikardır. AKP hükümeti-iktidarının “Türkiyelileşme” argümanı da aslında tekçi faşizmin Sünni Türk İslam bayrağı altında yeniden üretimi durumunu içermektedir. Nitekim aslında hiç bir zaman tarafsızlıklarını yitirmeyen egemenlerin durumundan farklı olmayan Erdoğan’ın seçim mitinglerindeki Hakkari konuşmasında “Bunlar benim Kürt kardeşimi sevmiyorlar, biz seviyoruz, Kürt olduğu için değil, Allah onu yarattığı için seviyoruz, bizde ölçü Türklükle Kürtlükle değil bizim ölçümüz Allah’a yakınlıktır. Bir de Zerdüştler var, Zerdüştlerle işim olmaz, kimler bunlar siz bilirsiniz…” diyerek açıkça göstermektedir. Türk ulus devlet faşizmi açık bir şekilde dillendirilmektedir. Demek ki oynanan oyun gayet açıktır. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı öteden beri önemli ve temel bir stratejik harç olarak kullanılan İslam’ın daha fazla öne çıkarılması ve tıpkı eskiden de olduğu gibi stratejik bir araç olarak egemenlik için kullanılmasıdır. Tarihsel arka planının da asla belleklerden silinmesine izin vermeden ve unutmadan Kürt İslam komutanı Selahattin Eyyubi’nin İslam’ın yayılmasında stratejik olarak kullanıldığı gibi Hakkari havaalanının ismini de Selahattin Eyyubi olarak konulmasıyla taşlar yerine oturmaktadır. Hatırlanırsa İstanbul’a yapılan 3. köprünün ismi de Yavuz Sultan Selim olarak deklere edilmişti. Buna yönelik özellikle Alevilerden gelen eleştiriler karşısında Kırşehir’deki üniversite isminin Hacı Bektaş-ı Veli olarak değiştirilmesiyle “Bakın hepiniz İslam bayrağı altında eşit ve özgür vatandaşlarımızsınız, zira sizleri Alevi, Kürt, Türk vs diye değil Allah sizi yarattığı için seviyoruz” demektedirler. Oysa ortadaki bütün olan biten tekçi faşist Sünni Türk hakim sınıflar devletinin Kürdü, Alevisi, Ermenisi, Romanı, Lazı, Çerkesi olarak özünden ve kendi doğallığından kopararak çoraklaştırmak ve devletin beyaz unsurları haline getirmektir. Bu temelde bütün bunlara yani bütün tekçiliğin her türüne hayır diyoruz.

Önceki İçerikHAZİRAN’IN MÜJDESİ
Sonraki İçerik“…ESASEN BİZ KOMÜNİST DEVRİMCİLER, PRENSİP OLARAK SİYASİ KANAATLERİMİZİ VE GÖRÜŞLERİMİZİ HİÇ BİR YERDE GİZLEMEYİZ..”