HABER MERKEZİ (19.06.2014)- Gezi Ayaklanması’nın üzerinden tam bir yıl geçti ve Gezi Ayaklanması’nın birinci yıl dönümünde karşıt güçler bir kez daha sokaklardaydı. Korkutanları korkutan “çapulcular”, bu kez ne bir yıl öncesi kadar kitleselleşebilmişti, ne de sesleri bir yıl öncesi kadar gür çıkıyordu. Bunun neden ve niçinlerini tartışarak doğru dersler çıkartmamız gerekiyor. Meseleyi bu yönlü irdelemeden önce, karşıt güçlerden biri durumunda olan hakim sınıfların konumlanışına bir göz atmak gerekiyor. İstanbul, İstanbul olalı, “çapulcular”, “çapulcu” olalı hiç bu kadar biber gazlı, TOMA’lı, hiç bu kadar coplu- silahlı polis gücüyle karşı karşıya gelmemiş ve İstanbul bu kadar eli kanlı işkencecilerin postalları altında kalmamıştı. İstanbul’a tam 25 bin polis yığılmıştı. Özel timi, sivil polisi ve palalısı da cabasıydı. Deniliyor ki bu iktidar döneminde en büyük operasyon 10 bin askerle Kandil’e yönelik sınır ötesi operasyonudur. “Çapulcu”ların sokağa çıkmalarını engellemek için ise İstanbul’a 25- 30 bin polis konumlandırılıyor. Yani “en büyük operasyon” un üç katı. Bu, korkutanların, ne kadar çok korktuklarının en açık ifadesi oluyor. “ Polisimi A’dan Z’ye yetkili kıldım” diyen bir başbakanın polisleri de elbette ki orantısız güç kullanmaktan, yani insanları hiç çekinmeden öldürmekten, insanlara işkence yapmaktan, bütün dünyanın gözlerinin içine baka baka basın mensuplarına saldırmaktan hiç bi şekilde sakınmadılar.
Halkın adaleti bu kan içicilerin başta da baş hırsızın yakasına yapışacaktır
Göz göre göre adam öldüren bir polis yargılanmıyorsa bile, geride halkın adaletinden başka ne kalıyor ki artık. Ama halkın şaşmaz adaleti bu kan içicilerin, başta da baş hırsızın yakasına yapışacaktır. Bundan hiç kimsenin, ama hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Sınıf mücadeleleri tarihi, benzer diktatörlerin dünyayı nasıl terk etmek zorunda kaldıklarıyla doludur. Onlar tarihin çöplüğünde bile kendilerine yer bulamadı. On bir yıldır ülkeyi komplolarla, provakatif eylem biçimleriyle, kitleleri sürekli bölmekle yöneten baş çalanın sonu da gelmiş geçmiş diktatörlerden farklı olmayacaktır.
Aradan geçen bir yılın sonunda yüzümüzü geriye dönüp Gezi Ayaklanması’nı daha dingin bir kafayla ve daha objektif bir yaklaşımla değerlendirip, sağlıklı dersler çıkarabiliriz. Her şeyden önce Gezi’nin kendiliğinden bir eylem olarak başladığı su götürmez bir gerçektir. Kendiliğinden başlayan bu kitlesel ayaklanmayı, her siyasal oluşum kendi potasına taşımaya çalıştı. Öyle görünüyor ki, bu direnişten en karlı çıkanların başında Kemalistler geliyor. Devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm, özellikle Türkiye K. Kürdistan proleteryası ve ezilen halklarının komünist önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın yoğun bilimsel çalışmaları ve ideolojik mücadeleleri sonucu itibarsızlaştırılıp Kemalizm’in faşist yüzü teşhir edilmişken, özellikle Gezi Ayaklanması’ndan sonra yeniden halkımızın “umuduymuş” gibi gündeme taşındı. Yeniden itibar kazandırılmaya çalışıldı, hala da bu çabalar özellikle İşçi Partisi, CHP, Atatürkçü Düşünce Dernekleri ve daha başka pek çok sivil örgüt kurumları tarafından yürütülmektedir. Burada AKP’nin oynadığı rolü unutmamak gerekiyor. Her ne kadar Kemalizm’e karşılarmış gibi görünseler de, hatta öyle olsalar da Kemalizmin yeniden bu denli hortlatılması izledikleri politikaların sonucudur.
AKP iktidarına karşı gelişen mücadelenin dinamikleri
Faşist AKP iktidarının halka yönelik saldırıları, mezhep kavgaları, insanların her türlü özel yaşamına müdahaleleri, akıl almaz soygun, vurgun ve rüşvet politikaları,aslı astarı olmayan ve hiç bir zaman bir tek adımı dahi atılmayan Kürt ulusuna yönelik “çözüm” politikaları gibi pek çok unsur birleşince, AKP karşıtı olan her kesimden kitleler özellikle gençler, sanatçılar, memurlar kısacası ezilen, horlanan tüm kesimler Hindistan’ın Gandi’si vari öfkelerini sokağa taşıdı. Direniş sadece Türkiye K. Kürdistan coğrafyasında değil, dünyanın pek çok yerinde yankısını buldu. Farklı renklerin, farklı düşüncelerin bir arada olması, hep birlikte faşizmi lanetlemesi elbette ki önemliydi. Her şeyden önce korku çemberi kırılmış, kitlelerin kendilerine olan güvenleri artmıştı. Kuşkusuz Gezi Ayaklanması birtakım ezberleri de bozdu. Gezi Ayaklanması, faşist iktidara karşı, ayrılıklarımızdan çok, birlikteliklerimizin öne çıkarılmasının altını çizdi. Ancak Gezi Ayaklanması daha da önemlisi Komünist Partisi’nin öncülüğü olmadan, kendiliğindenci hareketler ne denli görkemli olurlarsa olsunlar, mevcut iktidarı yıkıp halkın iktidarını, proletarya diktatörlüğünü kurma şansına sahip olunamayacağının kanıtı oldu. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nde olduğu gibi, bu tip hareketlerin devrimle sonuçlanamayacağını bir kez daha kanıtlamış oldu. Ancak buradan bir devrim çıkmasa bile, devrimin bir avuç aydının veya öncülerin değil, kitlelerin eseri olacağı gerçeğinin altı çizilmiş oldu. Gezi Ayaklanması’nın bize öğrettiği en önemli şey, Türkiye K. Kürdistan coğrafyasında iktidarın ele geçirilmesi için uzun süreli bir mücadelenin kaçınılmazlığının kanıtı olmasıydı. Yani bir andaki devrim beklentilerini yerle bir etti denirse abartılı olmaz.
MLM’ler, geçmişten çıkaracakları derslerle, geleceği inşa etmenin kavgası içinde dal-budak salıp emin adımlarla iktidara yürür. Gezi Ayaklanması’nı da bu anlayışla yorumlamaya çalışırlar. Gezi Ayaklanması’nın en eksik kalan yanlarından biri ise işçi sınıfının başına çöreklenen revizyonistler yüzünden, işçiler sınıf gücünü kullanarak Geziyle bütünleşemedi. İşçi sınıfı bir günlük grev kararlarını bile doğru dürüst hayata geçiremedi. Sendika ağaları polis şiddeti karşısında mücadeleyi seçmek yerine, uzlaşmayı seçip geri çekildi. Kürt Ulusal Hareketi de aynı pozisyondaydı. Olmayan “barış” planına helal gelmesin diye uzlaşı yollarını seçti.
Sonuç olarak, Gezi ruhunun öğrettiklerini asla küçümsemeden,temel sloganları olan “Heryer Taksim her yer direniş” , “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” şiarlarıyla uzun soluklu, Komünist Partisi’nin önderliğinde bir mücadelenin bizleri beklediği gerçeğinden hareketle, kitlelerin açtığı isyan bayrağını daha yükseklere çekme görevi ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız.