Hayatın akışı içinde en sık sorulan soruların başında, “Türkiye nereye gidiyor” sorusudur. Sorunun yanlış mı doğru mu sorulduğu da başlı başına bir sorundur. Zira tarihsel olarak herhangi bir toplumun gidiş yönü her zaman ileriye doğrudur ancak, her toplum iktisadi, siyasi ve kültürel olarak her zaman bu akışla zamandaş bir uyum göstermeyebilir. Ki esasen sorunun böyle sorulmasının nedeni de sosyal yasaların kaydettiği gelişmelerin sonucu olan tarihselliğin atlanmasından gelir. Bu açıdan soruya verilen farklı cevaplar, sadece farklı sonuçların çıkarsaması olarak kalmaz; cevaplarla kendini gösteren farlılık aynı zamanda cevap verenlerin durduğu sınıfsal konumunu da ortaya koyar.

Peki gerçekten bu sorunun öngörülebilir bir cevabı var mıdır? Toplumların tarihinde, gelişme yasaları tarafından test edilmiş gerçekliği baz alırsak, cevap zaten verilmiştir. Cevap şudur: Her toplumsal düzen ilkin onu kendinden öncekilerden farklı kılan bir çelişmeyle tanımlanır ve aynı çelişme tarafından varlığı sonlanana kadar da “yaşam öyküsüne” sayısız gelgitler, kritik eşikler, belirsizlikler ve sosyal bunalımlar kaydeder. Bu durumu anlamak için filozof olmaya da süreçlerin tarih olmasını beklemeye de gerek yoktur. Çelişmenin her iki kutbundan herhangi bir birey yaşamını gözlemleyemiyorsak bile, yöneten-yönetilen pozisyonunda uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıflardan birine ait olarak kendi yaşam serüvenimizin analizinden rahatlıkla bir sonuca varabiliriz. Çok doğru dendiği gibi “insan en küçük evren” ise, her insan aynı zamanda hem minimal toplum hem de sınıflı toplum gerçekliğinde minimal sınıf prototipidir. Böyle olduğu için de her toplumsal birey var olduğu sosyal sistemin tüm özelliklerini yansıttığı kadar, sosyal çelişmenin etken ve edilgen niteliklerini de taşıyan örnektir. Bu gerçeklik, kendisinden hareket ettiğimiz verili ‘soru’ nun sorunlu tarafını anlamanın doğru yönteminden biridir.

Diğer yandan bir de idrak edilmeyi gerektiren “görünmez” bir yüzü var bu sorunun, o da şudur: Aslında bu ve benzer sorular, ne bu sorunun sorulmasına neden olan egemen sınıf ve bireylerinin ne de (çekilemez-sürdürülemez durumdan bir an önce kurtulma arzusunu; sosyal ve ruhsal acıyı ve belirsizliği de tanımlamış olarak dile gelen) bu sorulardan murat edilmiş durumdan çıkışın, sosyal bir devrimden başka olamayacağı bilincini taşıyanların sorusudur. Bu ve bezer tereddüt ve belirsizlik yüklü sorular, genellikle hem tarih ve toplum yasalardan bihaber, hem de sınıf konumu ve bilincinden habersiz olarak kendiliğindenlik içindeki örgütsüz, “tarafsız” dolayısıyla bilinçsiz milyonların duruşlarının sordurduğu sorudur. Böyle olduğu içindir ki bu soruya muhatap olan bir burjuva sınıf bireyi cevabını, kendi sınıf konumu ve penceresinden; sınıf bilinçli bir işçi ve aydın da durduğu yerin penceresinden bakarak cevaplar. Burjuva sınıfı, bu soruya neden olan şeyin kendi sistemi olduğunun farkındalığıyla cevap verirken nedenleri kendi dışında tarif eder ve bir kez daha toplumu, sistemin sürdürülmesine davet eder. Aynı sorunun yöneltildiği sınıf bilinci bir işçi ve komünistin soruya cevabı da aşağı yukarı şu özeti barındırır: Bütün devrimler için en güçlü işaret belirsizlik ve bunalımdır. Ve bu durum, kapitalist özel mülkiyet sisteminin geniş halk yığınlarını götürdüğü son eşik; işçi sınıfı ve ezilenlerin de bu eşikte, sömürü ve soygun düzeninden kurtulmak için zamana çağırdığı kurtarıcı da sosyal bir devrimdir!

Bunalımların egemenlere faturası sosyal devrimdir!

Mevcut süreçte, Türk egemen sınıfının kapsama alanında kopan bunalımdan Türk ve Kürt ulusunun işçi ve emekçi sınıflarının ve Türkiye halkalarının bu zamana çağıracağı kurtarıcı da dünden daha belirgin olarak ve geleceğe daha yakınlaşmış olan sosyal bir devrimden başka hiçbir şey değildir. İçinde geçmekte olduğumuz tarihi süreçte, adeta her yönden ve her şeyden patalarken lağım kokusu iğrençliğinde toplumumu girdabına alıp sürükleyen sistemin bu çürümüşlük göçüğü varken, bundan kurtulmak için gerçeğin ifadesini veren “Sosyal Devrim” sözcüğünün dışındaki bütün öteki her söze itibar etmeyi anlamsızlaştırmıştır. Gerekçesi de gayet anlaşılırdır:

Cumhuriyetin kuruluşundan, içinde bulunulan bu sürece gelene dek işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt ulusu ve diğer öteki azınlık ve inançlara… uygulanan gelmiş sayısız baskı ve kanlı bastırmaya; sadece ezilenlerin değil, genel olarak toplumsal dokunun doğal farklılıkları üzerinden düşmanlaştırılarak herkesin ötekine göre daha çok öteki yapılarak aynı sınıftaki bireylerin dahi birbirinden korkar hale getirildiği; bir sene içinde, işsizliğin ve hayat pahalılığının defalarca birbirlerinin rekorunu kırdığı; elektrik, yol su ve yakıtın; döviz karsısında ulusal para biriminin yüzde yüz üzerinde artığı ve emeğiyle yaşayan nüfusun nerdeyse yarısının yaşam kalitesinin bir iki aylık zamanda açlık sınırı altına çekildiği; bir yıl önce yüz liraya dolan pazar filesinin şimdi beş yüz ile yedi yüz liraya ancak dolduğu; bu sürede sağlık giderlerinin, ev kiralarının, ve ekmek fiyatlarının beş-altı kat arttığı; yetmemiş gibi, geri ödemesi aynı emekçi sınıfların vergilerinden tedarik edilen dış borç farazinin iki katına çıktığı; içerde ve dışarda savaş çıkarmak da dahil tek bir adamın mutlak otorite olarak bütün bir toplum yaşamının yegâne belirleyicisi olduğu; işçiye, öğrenciye, kadına, tarımda meyve üreticisine, gazeteciye, milletvekiline ve sokakta kâğıt toplayıcısına varana dek, dayağın, gözaltının ve hapsin olağan hal aldığı; Kürdün direnişçisini, devrimci ve komünistin örgütçüsünü bölük, bölük kırımın ve hapsedilenine de işkence ve züllümün normalleştirildiği; ulusal emek değerlerinden başka bir şey olmayan fabrikaların; geçmişten gelen ve gelecek kuşakların olan limanların, yeraltı madenlerinin, sahillerin, suların, tarım alanları ve değerli arazilerin şeyhlere, sultanlara ve uluslararası tekellere satıldığı; hazinenin iktidar çetelerine servet aktarma havuzuna dönüştürüldüğü; Kürdistan coğrafyasındaki yaylaların ve meraların “güvenlik” gerekçesiyle yasaklanarak tarımın ve hayvancılığın bitirildiği ve aynı gerekçelerle her yıl yaz aylarında ormanlarının sürekli yakıldığı; Ege ve Akdeniz’deki orman yangınları, “söndürme araçlarının yetersizliği” gerekçesiyle katliam düzeyinde küle dönerken, durumu soğuk kanlı katil edasıyla izleyen iktidarın, sarayın iki düzine uçak filosuyla ve devlet bürokrasisin her kademede yüzlerce lüks araçla hava atmayı itibar ve büyüklük övüntüsüne saydığı… bir durumun dolaysız tarifi, sistemin siyasi, iktisadi ve ahlaki olarak batışıdır ve bu gibi her batışın ilk bedeli bunalım ve bu gibi sistemlere faturası da sosyal bir devrimdir.

Durum bu düzeyde net ve anlaşılırdır. Komünistler böyle bir duruma ne iyi der nede kötü. Ne hakemlik yapar nede hekimlik. Tarih ve toplum yasalarından biliyoruz ve tecrübe edilmiş bir gerçektir ki, toplumsal üretim araçları olan sanayi ve toprakları özel mülkü üzerine kurulmuş ve tüm emek süreçlerini bu mülk edinme biçimi üzerinden sömüren kapitalist sistem, eninde nihayetinde bu tüketme zemini üzerindeki ilerleyişinde sistem olarak kendini de tüketme noktasına getirir. Şimdi olan budur ve işçi sınıfının ve öncülerinin tarihi hamle yapmak için bekledikleri koşullar da işte bu koşullardır…

Sermaye kendi tıkanıklığını aşma yolunda yönetim kamarasına yine kendi “kaptan”ını konumlandırma çabasındadır

Sömürü ve soygun üzerine kurdukları sistemle burjuvazi, ezilenleri sürekli bir şekilde bölmek ve parçalamak stratejisiyle yönetirken halk sınıf ve katmanlarını birbiriyle cebelleştirerek güçten düşürerek yönetmeyi adeta sanata dönüştürürken, emekçi halkın bu hileyi fark etmesi ve hızla birleşmesi durumunda “dış kriz” dedikleri, kâh kendi dışındaki ülke egemenleriyle zaman zaman danışıklı, bazen de birbirlerinin işçi ve emekçilerinin kanını döktürecek savaş çıkarırlar. Her iki yöntemin de yetmediği yada her ikisinin de halkı uyutmaya ve iktisadi bunalımı savuşturmaya yetmediği hallerde de ya “sınırın ötesinden içeriye 5-6 roket attırırız olur-biter” sözleriyle açığa çıktığı gibi, “terör saldırısı var” yaygarasıyla halka komplolar kurarak; ya da insan aklının alması “mümkün olmayacak düzeyde bir planlandı” manasında “Allah’ın lütfu” betimlemesinde itirafı yapılan ‘darbe’lerle, iç çatışmalarını da kapsayacak bir sürekli faşizm uygulamasıyla, bu baskı mekanizmasında aktif yer alanların dışında kalan öteki bütün toplumsal kesimleri iktidar terörüyle yüz yüze bırakırlar. Devletten halk kitlelerine doğru salınan dizginsiz şiddet ve hukuksuzluk olan ve siyasal literatüre faşizm olarak geçen bu yönetme biçimi, hayatı üreten ve yaratan sınıflara, eleştirel tutuma ve sorgulayıcı akla karşı yoğunlaştırılmış sömürü, arttırılmış şiddet ve ölüm olarak gelir ki, bu da burjuva sistemlerin yönetememe durumunu soygun, şiddet ve ölümle koruma hali olarak iktisadi bunalımın siyasi bunalımla tamamlanması halidir.

Fakat komünistler, kapitalist sistemin olgunluk aşamasında, insanlığın bilgi hazinesine, sosyal hayatı kapsayan bilimi tanımlamakla aynı anda, her bunalımın, o bunalıma sebep olan sistemi değiştirmeye yetmediğini kaydetmenin de tarihsel güvenine layık olmuşlardır. Komünistler, tarihsel materyalizm metoduna dayanarak kapitalist sistemi çözümlerken, bu sistemin devrevi olarak ürettiği bunalım süreçlerinde işçi sınıfının politik önderlikten ve sınıf olarak örgütlenmiş olmaktan yoksun olması durumunda burjuva sınıfın bu bunalımın faturasını daha ağır olarak emekçilere ödetmenin bir yolunu bulduğunu ve bir dahaki bunalım döngüsüne kadar iktidarı ve sistemi sürdürebildiğini öngördü ve tarihi de bunu defalarca ispatladı. Bu tarihi nasihati elde tutuyoruz…

Öte yandan bu gibi zamanlarda burjuvazinin, ezilenleri yatıştırma argümanı her zaman “hepimiz aynı geminin yolcusuyuz” olurken, peşi sıra gündeme getireceği “seçim”, bunalımı bir kez daha kendi lehine aşmanın oyunu olarak sahneye konur ve bu bilindik yöntemle “değişim” de bu oyunun hilesi olarak devreye girer. Böylece, hep olduğu gibi, bir kez daha “kaptan kamarasında görüntü veren dümencinin adı da “sosyal demokra(si)t” olur.

Türkiye halkları açısından mevcut sürecin yanı sıra geleceği de belirsizleştiren ekonomik ve siyasi bunalımın bu evresinde, sistem, kendi eseri olan bu tıkanıklığı aşmak üzere, sermayenin gemisinin başına kendi dokusunun eseri olan başka bir oyuncuyu geçirmek için sözünü ettiğimiz bu oyun ve hileyi aynı anda devreye sokmuş durumda. Mevcut iktidar kliği hakkında söze söylemenin anlamı kalmamıştır çünkü o zaten yirmi yıllık yönetme evrimi boyunca uygulamalarıyla halk düşmanı kimliğini çoktan tanımlamış olarak gitmekte olandır. Asıl sorun “gelmekte olanın” ne olduğu ve gelirken Türkiye halklarının yaşamına ve geleceğine ne getireceğidir.

Mevcut iktidar giderken, “gelmekte olanın” tarihsel geçmişini ve niteliğini halkın hafızasında tazelemek siyasal ve tarihsel sorumluluktur!

En kestirme yoldan söyleyelim: “gelmekte olanın” getirdiği şey, kendinden öncekilerin yönetime erişmek için getireceklerini söylediklerinden ne eksik ne fazla olarak sadece, açlık ve yoksullukla cebelleşen milyonları sistem içinde kalmaya ikna hedefli olarak gerçeklikten kopuk vaat ve umuttur. Evet emperyalist kapitalist dünya egemenliği şartlarında burjuvazinin tüm yönetim biçimlerinde bu bir mekaniktir. Ama gerçek şu ki bu sistem içinde, bu sistemin yarattığı hiçbir gerçek sorunu, bu sistemin mekanizma ve araçlarıyla çözmenin bir yolu yoktur ve sınıf ilişkilerinin bu uzlaşmaz kuruluşu nedeniyle hiçbir zaman da olmayacaktır. Zira adı üzerinde bu bir ‘Sistem’dir ve bu sistemin üzerine kurulduğu temelin inkâr edilmesi olanaksız olan tarifi de sömürü ve yağmaya dayanan kapitalizmdir. Sermaye ve servete dönüşecek her yetiyi ve her şeyi sömürmek, her şeyi yağmalamak, biriktirmek ve kendisinin yapmak… Kapitalist sistemin değişmez doğası budur! Bu doğasının sonucu olarak durmaksızın ve her seferinde daha fazlasına sahip olmak isteğiyle ürettiği bunalımlar, neden olduğu sömürü, baskı ve işsizlikte derinleşme; savaş, işgal ve yağma ihtiyacı nedeniyle sürekli silahlanma ve en nihayet sermeye klikleri olarak birbirlerine dadanma. Siyasal yapıda kaçınılmaz hale gelen yönetim biçimi olarak faşizm denilen şey de işte sermayenin bu doğasının sonucudur.

Burjuva sınıfın kumandasında olduğu kapitalist mülkiyet sisteminin sonucu olan ve öncekilerinden daha derinlemesine yaşama sirayet etmiş yeni bir bunalımın içindeyken, sahaya çağrılan seçim oyununun aktörlerini ve/veya bloklarının ilişki ve söylemlerini değerlendirirken, ilkin sistemin bu gerçekliğini, ikinci olarak da cumhuriyet denen TC sisteminin kuruluşundan beri işçi sınıfı ve emekçi halk ile, ezilen ulus, azınlık, inanç ve farklılıklara karşı uygulamalarını hatırlamak üzerinde değerlendirmeliyiz. Yani, bu sistem partilerinin her gün halkın hafızasını iğdiş eden yalan ve desteksiz vaatlerle bize dayattıkları sistem hafızasını değil, halkın hafızasını uyandırmak en temel siyasi ve tarihi sorumluluktur. Biliyoruz, şahidiz ve yaşıyoruz: iktidarın borazancılarına kulak asan, giderek azalıyor ve yalanları mizah sanatına büyük ilham olmuş durumda.

Dolayısıyla asıl sorun artık sadece “gitmekte olanı” yani iktidarı analiz etmek değil, işçi ve emekçiler ile ezilen ulus azınlıklar ve ötekileri oluşturan halk kitleleri açısından asıl sorun “gelmekte olan” tarifiyle devleti yönetmeye aday olan, sistemi mevcut bunalımdan kurtaracağını, cumhuriyetin kuruluş kodları üzerinden başaracağı vaadinde bulunan “muhalif” burjuva bloktur. Halkın sömürü ve talan sisteminden kurtulmasına tarihi fırsatlar sunan her kiriz durumunda, halkın sorunları algısı üzerinde kurduğu söylemlerle, sistemi değil, aday olduğu sistem yöneticiliğinde miadı dolan sabık sistem yöneticilerini sorunun ana kaynağı olarak göstermek üzerinden yaptığı muhalefetle, sistemi kurtarmaya koşullanmış sosyal demokrasi, kapitalizm süreci boyunca proletaryanın ve hak kitlelerinin aldatılmasında en etkin sınıf düşmanı rolüyle sabıkalıdır. Bu tarihsel gerçeklik nedeniyle ezilen sınıfın öncüleri, bu süreçlerde projektörlerini özellikle bu odağın üzerin çevirmekte imtina etmez, etmemelidir. Anlaşılır kılmak için bir iki örnek gerekirse, ilki “Millet İttifakı” bloğunun aks rolünü gören “sosyal demokrat” aktöründen olsun:

 Şimdiye dek “hak hukuk adalet” söylemiyle Ankara’dan başlattığı yürüyüşle var olduğunu hissettiren, Ankara’da linç girişimine; Karadeniz yolculuğu “terör” argümanıyla örtülse de, iktidar merkezli bir sindirme operasyonuna muhatap kalışı; Türkiye İstatistik Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı ve Et ve Süt kurumunu ile iktidarın sivil paralel ordu karargahı olan SADAT’ı ziyaretinin engellemesi ile pratik muhalefet; “beşli çete”, “Man adası” ve “kaçmaya hazırlanıyorlar” çıkışıyla etkin gündem yaratmayı başaran Kılıçdaroğlu, seçim emareleri belirince, bir yıl önce “helalleşme ”söylemiyle sermayeye verdiği mesaj karşılık görmemiş olacak ki, bu kez de, geliştirdiği “özeleştiri” tutumuyla, “kadının başörtüsü sorununu Türkiye’nin bir numaralı surunu haline getirdik” çıkışıyla, başkanı olduğu yüzyıllık bir CHP’yi tüm suçlarından arındırmış oldu! İşte sosyal demokrasi denen şey budur! Oysa bir sorun haline getirilişinin “hoca efendi” sinin, seçimlerde oy kullansın diye mezarda kaldırın dediği ölüsü de bilir ki, başörtüsü siyasal İslam’ın iktidar yürüyüşünde bulduğu sihirli bir sözcüktü ve iktidar yolculuğunda barikat aşan ve beyaz rengiyle önüne çıkan herkesin direnme azmini günahlı kılan kanatlı attı.

Erdoğan ekibinin, baş örtüyü sorun göstermek üzerinden döşediği ideolojik zemin, siyasal iktidara ulaşmada stratejik bir araç olarak kullandığını bilmeyen kalmamışken, üstelik özellikle son bir-iki yıldır bu yanılsamayı fark eden binlerce kadınının patır, patır bu örtüden özgürleştiğini herkes kendi çevresinde görüyorken, sistemin kurucu partisi olarak “sosyal demokrasinin” temsilcisi, ve sistemin “seçim yoluyla” yürütmeyi değiştirmesi halinde de bu yürütmenin başı olacağı açık olan kişinin başında bulunduğu partinin yüzyıllık tarihi sorumluluğu içinde bula bula başörtü sorununda yaptık dediği hatayla sınırlı özeleştiri , örneğin aşağıdaki şu başlıkların varlığıyla kıyasta nasıl bir şeydir?

Cumhuriyetin kuruluş hazırlıklarında, Mustafa Suphi ve 15 komünistin Karadeniz’de boğdurulmasını, (Maria Suphiye yapılanları ifade edecek hiçbir söz, söz olarak sağ kalmaz, kalamaz…!) Kürtlerin Şeyh Sait isyanıyla açığa çıkan ulusal taleplerinin kanla ve idamla bastırıldığı sürecin, Dersim Soykırımı ile tamamlanması; komünistlere, yazarlara, aydınlara karşı işletilen işkence, hapis ve yok etme uygulamaları; 68 ve 78 olarak bilinen kuşağın ezilip yok edilmesi; Maraş, Sivas, Çorum katliamları; 12 mart, 12 eylül darbelerinde Kemalist ordunun işlediği insanlık suçları; Diyarbakır, Mamak, Metris hapishaneleri adıyla simgelenen büyük zülüm ve kıyımlar ve yeniden Sivas; Gazi ve 1 Mayıs mahallesi katliamları; Kürt illeri, köyleri ve meralarının yakılıp yıkılması katliamlar ve kitlesel işkence seansları; 17 bin “faali meçhul ”cinayet, 2000 hapishane katliamları…bütün bunları geçelim ve muhasebeyi, Kılıçdaroğlu’nun parti başkanı olduğu zamanla sınırlı tutalım:

Sosyal demokrat ana muhalefet partisi olarak CHP, 300 işçinin diri diri öldürüldüğü soma katliamında hükümeti düşüremiyorsa; her yıl ortalama iki bin işçinin iş cinayetlerinde katledilmesine karşı bir günlüğüne de olsa, işçi sınıfını yaşamını savunma direnişine; har ay ortalama otuz ile kırk kadının öldürüldüğü bir ülkede, “laikliğin temsilcisi” olarak kadınları ülkenin başkentinde bir gün de olsa oturma direnişine; çaresizlikten ve yokluktan ve yoksulluktan dolayı okusunlar diye gönderdikleri imam hatiplerde ve cemaat okullarında peş peşe patlayan tecavüz ve intihar vakaları varken, bu çocukların hakkı için bu evlat annelerini bu tecavüz merkezlerinden birinin önünde oturmaya çağırmayı; Galatasaray meydanında toplandıkları günden bugüne 800 haftadır devletin karakol ve kışlalarına götürülüp bir daha haber alamadıkları evlatlarının akıbetini soran anne babalardan bir heyeti parti merkezine çağırıp dinleyememiş olmayı; Roboski ve Suruç katliamlarında hükümeti hırpalamak Kürt düşmanlığı ortaklığı nedeniyle beklenecek bir tavır değilse bile; Ankara gar katliamında parti üyesi gençlerinin de içinde olduğu yüzün üzerindeki insan ölümü de mi CHP değiştirmeye teşvik edemedi? Haydi diyelim bunları da geçelim; düsturunuz olan “yurtta sulh cihanda sulh” da ihanet sayılan komşu ülkelere savaş teskerelerine imza koyarken orda öldürülenlerin Kürt olması sorun değilse(!) bile, Kürt milletvekillerinin içeri atılmasına atılan imza; Kürtlerin “barış” umuduyla sorunlarını çözmek için gösterdiği çabaya karşılık yaratılan ırkçı dalgadan beslenenlerin Kürtleri linç etmeleri, parti binalarının basılarak genç kızların boğazının kesilerek öldürülmesi, ‘kürdün derdi, türkün dermanıdır’ olarak görülmediyse bile…CHP aklına özeleştiri gibi geçmiş temizleyen bir arındırıcı çağırdıysa, bu suçlarından herhangi birini değil de, ne ölüm, ne zülüm, ne hapis, ne şiddetin zerresini bile içermeyen siyasal İslam’ın stratejisine yer yer kürsülerde gösterdiği tepki nedeniyle özür dileyebiliyor. Örneğin altı milyon oy alan bir parti başkanı olarak Selahattin Demirtaş ve diğer Kürt milletvekillerinin hapse gönderilmesindeki sorumluluğu nedeniyle bir iki söz söyleyemiyor mu? Kürtçe türkü söylediği için, otobüste, trende, vapurda ya da İzmir’de, Konya da Trabzon da… Kendi ana dilini konuştuğu için linç edilen ve öldürülen Kürtlerin maruz kaldığı bu vahşette ırkçılıktaki payını görmek istemiyorsa bile, kendi ana dilini konuşmak, başörtüsü kadar bir hak değil mi ki, özeleştiri deyince, ana sütü kadar hak olan bu hakka cumhuriyet boyunca yapılan zulümden ve kıyımdan dolayı özeleştiriye hak görülmüyor?… Bu sorular uzar gider. Çünkü sosyal demokrasi böyle bir şeydir. Halkın karşısında “sos”ludur. Ancak kapalı kapılar ardında sermayenin öz çocuğudur.

Sosyal demokrasinin sistem kurtarıcı rolü, daha da anlaşılsın diye iki özlü söze ve bir tanıklığı çağıralım: “Isıran köpek diş göstermez”. Ya da “akan sudan değil, durgun sudan kork” özdeyişleri, her ikisi de sermayenin hizmetinde olan açık faşist partilerle, sosyal demokrasi maskesi takan partilerden, maskeli olanların daha tehlikeli olduğunu anlatır. Akar suyun hareketinde onunla nasıl baş edileceğini bilir insan. Ama durgun su böyle değil. Onun tehlikesi dibinde ve derinindedir. Açık faşist ve ırkçı partinin söylemi ve davranışı cephedendir ve iticidir. Aksine sosyal maskesi takmış parti, genellikle halkın sorununu halkın diliyle halkın beklentisini de onun duymak istediği argümanlarla ortaya koyar; yani ısırma niyetli köpek diş göstermeden yanaşır. Bunlar özlü sözlerin tanıklığıdır. Bir de yaşayanınki vardır: Zülfü Livaneli.

“Bizim” sosyal demokrat sistem partileriyle, açık faşist olanlar arasında farkı anlatan en etkileyici tanıklık, 1996 ve 2000 tarihli ölüm oruçlarındaki arabuluculukta yaşadıklarını bir makaleyle anlatan sanatçı Zülfü Livaneli’nindir. Bu makaleye aktarılan tanıklıkta, hem devlet ve siyasal iktidarın aynı olmadığını söyleyeduran komünistlerin tezlerinin doğrulanması hem de halk ve devrim söz konusu olunca, sosyal demokrasinin neden sermayenin açık partilerinden ve sözcülerinden daha tehlikeli olduğu yönlü Leninist tezin evrensel doğrulanışının özgül örneği var. Sistem bunalımının ondan kurtulma olanaklarını yarattığı mevcut koşullarda, sermaye düzenini, onun ezip tükettiklerinden kurtarmak üzere harekete geçen sosyal demokrasinin en tam resmini hafızamıza kaydetmek için: Bu tanıklığı da asla unutmuyoruz!

Önceki İçerikDiyalektik ve Tarihi Materyalizmin Temel İlkelerini Kavramak
Sonraki İçerikHalkın Günlüğü 21. sayı çıktı