Hıdır Uludağ : Emperyalizmdeki değişimler ve küreselleşme teorileri üzerine (1)

Bu sürecin önemli özelliklerinden biri, hiç kuşku yok ki sürekli artan ve yükseltilen devletin şiddet aygıtının pervasızca kullanılmasıdır. Geri bıraktırılmış devletlerde pek bir anlam ifade etmeyen ama emperyalist-kapitalist ülkelerde var olan burjuva demokratik hak ve özgürlükler sürekli budanmakta ve halklar faşist bir cenderenin içine sokulmaya çalışılmaktadır

HABER MERKEZİ (21.01.2016) – Bilindiği gibi MLM, gerçeğin anlaşılıp kavranması için proletaryanın vazgeçilmez bilimsel dünya görüşüdür. Yani toplumsal gelişme yasalarının kendi somut nesnelliği içinde ele alınması ve toplumsal değişiklikleri doğru kavrayıp, doğru sonuçlar çıkartılması ve buradan hareketle dünyanın değiştirilmesidir. Yaşanabilir başka bir dünyanın var olabileceğinin mücadelesinin yürütülmesidir. Emperyalizm ve küreselleşme denen bu iki olgu hiç kuşku yok ki günümüzün önemli başlıklarını oluşturmaktadırlar. Önemli başlıklar oluşlarının nedeni elbette ki mevcut sistemin temelini oluşturmalarının yanı sıra, çeşitli çevrelerce farklı farklı yorumlanışlarındandır da.

Emperyalizm, özünde bir şey kaybetmemekle birlikte, kuşkusuz pek çok nicel değişiklikler de yaşamaktadır. Somut olarak en belirgin değişikliğin, sermayenin alabildiğine yoğunlaşmanın yarattığı merkezileşmedir dersek yanılmış olmayız. Bunun sonucu olarak da uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesi kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Bu durum, emperyalist sistemin gelişim sürecinde, emperyalist öze ters düşmeyen, onun saldırgan ve talancı özüyle bütünleşen yeni bir aşaması olarak değerlendirilebilinir. Ama bu durum kesinlikle emperyalizm de nitel bir değişiklik yarattığı anlamına gelmez. Sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesi gibi sonuçların en öz ifadesini, “Uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesinin özünü, üretim ve değişim ilişkilerinin ulus-devletler tarafından düzenlenmesinin nispeten çözülmesi eğilimi oluşturuyor. Uluslararası tekeller arasındaki rekabet, karşılıklı olarak birbirlerini yok etme savaşına dönüştü.” diye özetliyorStefan Engel. Emperyalizmin bu sürecinde, uluslararası emperyalist tekeller önemli bir güç odağı haline geldiler. Bu güç, onlara sadece dünya ekonomisi üzerindeki egemenliklerini değil, dünya politikası üzerinde de egemenliklerini sürdürmeyi beraberinde getirdi.

Tam da bu noktada devlet, ulusal ekonominin düzenleyicisi olma durumundan giderek uzaklaştırılıp, dünya ekonomisine hükmetmekte olan emperyalist tekellerin hizmet acentesi durumuna getirilmektedir. Yani devletin doğrudan ekonomik faaliyetleri önemli derecede kısıtlanıp, hukuk, güvenlik ve düzen gibi kamu erkiyle ilgili alanlarda odaklaşması, aslında doğrudan doğruya uluslararası emperyalist tekellerin çıkarlarının jandarmalığını yapması durumuna sokulmasıdır. Böylece uluslararası alanda olduğu gibi, ulusal alandaki politikaları da söz konusu tekeller belirlemekte ve devletlere kendi diktatörlüklerini dayatmaktadırlar.

Bu sürecin önemli özelliklerinden biri, hiç kuşku yok ki sürekli artan ve yükseltilen devletin şiddet aygıtının pervasızca kullanılmasıdır. Geri bıraktırılmış devletlerde pek bir anlam ifade etmeyen ama emperyalist-kapitalist ülkelerde var olan burjuva demokratik hak ve özgürlükler sürekli budanmakta ve halklar faşist bir cenderenin içine sokulmaya çalışılmaktadır. Bu, emperyalist sistemdeki krizlerin, çatlakların her geçen gün biraz daha büyümesinin kaçınılmaz sonucudur. Bu durum karşısında, ezilen ve sömürülen dünya halkları, emperyalist-kapitalist barbarlıklar içinde boğulmak istemedikleri ve yaşanacak başka bir dünyanın var olabileceği bilinci ve umuduyla, devrimci bir altüst oluş temelinde sınırsız ve sınıfsız bir dünya yaratma doğrultusunda örgütlenmekten ve mücadele etmekten başkaca alternatiflerinin olmadığının bilinciyle hareket etmek durumundadırlar. 

Önceki İçerikPolis DGH’lilerin ailelerini arayarak tehdit etti
Sonraki İçerikUmutsuzluğa inat mücadeleyi yükseltelim