“TC” hâkim sınıflarının yaşadıkları ekonomik ve siyasal kriz derinleşiyor. İç ve dış politikada, temsil ettiği sermayenin çıkarlarına uygun sürecini ele alan AKP-MHP iktidar bloku, “çözüm yaratma”, ürettiği siyasal- iktisadi politikalarda toplumun “rızasını alma”, ve seçim yolu ile iktidarda kalma kapasitesini çoktan yitirmiş durumdadır. Toplumda derinleşen ulusal/sosyal çelişkiler bağlamında, ekonomik-demokratik sorunlar derinleşmekte, buna paralel olarak her gün daha geniş kesimleri kapsamına alan toplumsal öfke büyümektedir. Yani Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasından (gerici emperyalist savaş halinin uluslararası alandaki ekonomik-demokratik-ekolojik yıkım halinin sonucu olarak uluslararası sahada da), emperyalist-kapitalist sistem ve onun her bir coğrafyadaki iktidar biçimlerinin neden olduğu kriz hali “gök kubbenin altındaki kaosu” ifade etmektedir. Askeri ve teknik olanaklara karşın, burjuva ve türevi tüm gerici iktidarlar için durum büyük riskler taşımakta, devrimci-sosyalist güçlerin politik perspektifine önemli olanaklar sunmaktadır.

AKP-MHP iktidar bloğu, ekonomik-politik-hukuksal ve kültürel olarak, attığı her adımda faşizmin koyu karanlık işlevine yatırım yapmakta, faşist iktidar iktisadi-hukuksal-siyasal tüm alanlarda kurumsallaşmaya gitmektedir. Seçim gündemi ve savaş atmosferinde, iç ve dış politikada birbiriyle bağlantılı tüm gelişmeler, “devletin bekası” siyaseti ile sürdürülmekte, gerek burjuva klikler arasında cereyan eden derin çatışmalar ve gerekse de toplumsal dinamiklerde yükselen itirazlar, bu manipülasyonla denetlenebilir düzeye çekilmek istenmektedir. Ama AKP-MHP iktidar bloğu açısından durum, bu gibi yanılsamalarla atlatılacak kadar kolay değildir.

İşçi ve emekçiler başta olmak üzere, küçük ve orta ölçekli işletmelerden esnaflara kadar, toplumun bir avuç sermayedarı dışında her kesimini bir kasırga gibi etkisi altına alan ve iktidarın suçu başkasına ihale edeceği manevrası kalmayan ekonomik kriz, çökertici etkisi ile iktidarı baş aşağı götürmektedir. İktidarın, kriz koşullarında sermayeyi daha çok palazlandırma ve merkezîleştirme politikalarına devam edeceği hesaplandığında, Maliye Veziri Nebati’nin de itiraf ettiği “dışta kalan yoksullar” ve alım gücü her geçen gün düşen emekçi yığınlar için, “vatan-millet-devlet bekası” adına söylenen popülist söylemlerin bir kıymet-i Harbiye’si kalmamakta ve “savaş politikası” ile “dış düşman-terörizm” algısı iktidarın kemik oyu dışında bir oy potansiyelini konsolide edememektedir. Koyu faşizm koşulları ile, ulusal-sosyal tüm toplumsal dinamiklere, mesleki-akademik- sanatsal tüm (iktidarın yandaş güçleri dışında) kesimlere karşı başlattığı sürek avı, faşizmin iktidarda kalması için elinde kalan tek kirli silahtır. Ve AKP-MHP faşist iktidar bloğu, kaybettiği toplumsal desteği, devlet zoru ve şiddetini kapsamlı devreye koyarak süreci kotarmaya çalmamaktadır.

 Bu politikanın bir sonucu olarak, AKP-MHP faşist iktidarı, iç ve dış politika ilişkisinde, yeni arayışlar ortaya koyuyor, kendisi açısından yeni “ileri adımlar” atmak istiyor. Esasen, “TC” hakim iktidar kliği, tüm stratejik hedefleri kapsamında, iç ve dış siyasette belirlenen politika, seçim sürecine göre ele alınmaktadır. Erdoğan’ın “Dünyada her kim bu kardeşinize saldırıyorsa, aslında Türkiye’ye saldırıyor demektir. Dünyada her kim AK Parti’ye ve Cumhur ittifakına kötülüyorsa aslında Türkiye’yi hedef alıyor demektir” açıklaması ile “yakın dava arkadaşlarına” yaptığı sesleniş, kurnazca hep kullanılan bir yöntemin startı olarak öne çıkmaktadır. Tıpkı bundan önce gerçekleşen seçimler süreci gibi, “beka- terör-dış düşman- mağduriyeti” söylemleri yeniden dolaşıma sokulmuştur. Genel yönelimi bu biçimde ortaya koyarken, seçim için iç ve dış politikaya yön verme anlayışı tek neden olarak mutlaklaştırılamaz. Emperyalist çatışmaların aldığı biçim, uluslararası ve bölgesel düzlemde yarattığı fay hatlarından faydalanma, iç ve dış sahada temsil ettiği komprador tekelci sermayenin çıkarlarını koruma, ulusal-sosyal devrimci-sosyalist güçler başta olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti tasfiye etme, faşist iktidarın var olma kodlarıdır. “TC” iktidarı, tüm bunları seçim süreciyle birleştirilmiş bir savaş konsepti ile geliştirmektedir.

“Dış düşman ve terörizmle mücadele” safsatasıyla seçim sürecine endekslenen dış politika, askeri işgal, çatışma ve kriz hali üzerinden sürdürülmektedir!

Rusya’nın Ukrayna işgali ile, emperyalist bloklar arasında sürmekte olan çatışma ve dalaş yeni bir boyut almıştı. ABD-AB ve Rusya-Çin arasında derinleşen çatışma, Ukrayna işgali, NATO’nun bu çatışmada aldığı askeri rol, karşılıklı ekonomik yaptırımlar ekseninde alınan ve tüm ülkelerin ekonomik-siyasal sürecinde uygulanan “savaş hali” durumu, politik sonuçlarıyla, gerici güçler cenahında kriz halini derinleştirmiştir. Derinleşen kriz hali ve çatışmalar, güçler denkleminde karşılıklı alınan her siyasal-askeri tutum, bir birlik halini değil, her gücün kendi pozisyonuna göre çıkarlarını pazarlama alanı yaratmaktadır. AKP-Erdoğan-MHP iktidar bloğuda emperyalist bloklar arasında derinleşen çatmamaların yarattığı politik-askeri zemin üzerinden kendisine manevra alanı yaratmış, iç ve dış politikasını bura üzerinden şekillendirmiştir.

Savaş-çatışma-gerilim ve kamplaşma üzerinden kendi sürecini inşa eden AKP-MHP iktidarı, devreye koyduğu kapsamlı savaş ile, kendi bekasına stratejik tehlike gördüğü ulusal ve sosyal devrimci güçlere yönelmekte, dış politikaya taşıdığı bu çizgi ile, burjuva klik dalaşında bir adim öne geçmenin koşulumu yaratmaya çalışmaktadır. Ve Erdoğan, son dönemlerde birkaç konu üzerinden dış politikayı, (iç politik süreci hesaba katarak) şekillendirmiştir.

Öne çıkardığı siyasal ve ekonomik paydaşlık üzerinden yanına çektiği KDP yardımı ile Güney Kürdistan’a gerçekleştirdiği işgal hareketi, bir taşla birkaç kuşu vurma planıdır. Güney Kürdistan işgalinde gerillanın Zap’ta ördüğü direniş barikatı karşısında politik planları bozulan “TC” iktidarı, hemen akabinde Rojava sahasını işgal etme hevesiyle gündemi ısıttı. Rusya, ABD, AB emperyalist güçleri başta olmak üzere, İran ve Suriye ile yaratılacak bir gerilim üzerinden, askeri ve jeo-politik konumunu pazarlık konusu yapan Erdoğan, içerde bu gerilim üzerinden burjuva muhalefet ve geniş toplumsal muhalefet ile arasındaki tansiyonu yükselterek, “devletin bekası” gündemini öne çıkarmak istemekte, ırkçı-tekçi zihniyetine politik malzeme oluşturmaya çalışmaktadır.

Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin arasındaki dalaşın ayyuka çıktığı bir tarihsel kesitte, tarihsel ön belirleyeni olan Türk-Yunan düşmanlığını körüklemek, Erdoğan güruhunun ajandasındaki fırsattır. Ege adalarının silahlandırıldığı ve Türkiye’ye karşı düşmanca davranıldığı iddiası üzerinden, Yunanistan ile savaş ilan etme tutumu güncelleştirildi. Emperyalist ve bölgesel tüm gerici güçlerin silahlandığı reel bir durum. Buna “TC” egemenler sistemi de dahildir. Ama kendisi gibi silahlanan her gücü, “büyüyen dış tehlike” olarak lanse etmek ve savaş ilanları çıkarmak, bir gerçeklikten öte, politik bir hesaptır. Davos’taki “bir dakika” çıkışı gibi, “artık benim için Miçotakis yok” beyanı, esas yönün politik şov olduğunu açıklar niteliktedir.

Finlandiya ve İsveç’in NATO ya girme girişimine karşı Erdoğan güruhunun aldığı tutum, aynı politik düzlemdedir. Tek adam rejiminin bilinen soyut söylemlerle, “emperyalizm ve terör karşıtlığını” öne çıkarması, arka planda emperyalist güçlerle sürdürdüğü pazarlık ve hesaplarını örtme amaçlıdır. Bunu “NATO ya ayar çekme” iddiasıyla sürdürmesi ise tam bir soyut propagandadır.

“TC”nin tekçi iktidar bloğu, bir yandan gerginlik siyaseti ile dış politik sahada kendisine alan açmaya çalışırken, diğer yandan geliştirdiği diplomatik ilişkilerle, NATO şemsiyesi altında süren sürece “aktif” dahil olmak istiyor. Suudi Arabistan Veliaht Prens Salman ile yapılan görüşme hemen ardından İsrail ile planlanan görüşme, “TC” iktidarının Suudi Arabistan-BAE ve Israil denkleminde ilişkilerde bir “barışma” süreci işleteceğinin işaretini vermektedir. Aynı tarihsel kesitlerde İran ile dış ilişkiler bakanlığı nazarında planlanan görüşmelerin, “İran Türkiye’de İsrail turistlere saldırı gerçekleştirecek” nedeni ile iptal edilmesi, somut bir tehlikeye önlem almaktan öte, dönemsel olarak “TC”nin tercihleri olarak okunmalıdır. Yani bölgesel düzlemde, “TC”, ABD’nin bölgesel dayanakları ile “uyum” yakalamak istiyor.

Gerginlik siyaseti ile, uluslararası alanda, özellikle ABD ve AB emperyalist güçleri arasında ilişkileri zayıflayan “TC”, Ukrayna süreci ile bu güçlerle ilişkilenecek köprü ülke arıyor. Çünkü gelinen aşamada, ekonomisi, caydırıcı gücü ve yaptırım gücü zayıflayan Erdoğan iktidarı, Suudi Arabistan başta olmak üzere, Mısır ve İsrail ile ilişkileri geliştirmek istiyor. Yoksa daha dün Müslüman Kardeşler meselesinde, Kaşıkçı cinayetinde, kılıçlarını Salman’a çeken Erdoğan, süt dökmüş kediler gibi tersten manevra yaparak Salman’la görüşmesi, Suudi Arabistan’ın talebi üzerine gerçekleşmemiştir. “Bölgesel gelişmeler, ikili ticaret hacmi, olası döviz swap anlaşmaları, diğer yatırım ve enerji projelerinin” görüşmede başlıklar olarak alınması, planın bir yanıdır. Erdoğan’ın iki günlük Suudi Arabistan ziyaretinin ardından Guardian gazetesine konuşan Suudi yetkililerin, “Bizim ona ihtiyacımızdan daha çok onun bize ihtiyacı var ve o bizim ayağımıza geldi. Erdoğan bu durusuyla milyarlarca dolarlık gelir kaybına uğradı. Bu yüzden ticaret koşullarını biz belirleyeceğiz” demeleri de dikkate alındığında, Suudi Veliaht Prensinin ziyaretinde, Erdoğan somut bir sonuç elde edememiştir.

Özetle, Erdoğan tekçi iktidarı, NATO içindeki konumunu güçlendirmek, emperyalist güçler arasındaki derin çatışmaları avantaja dönüştürmek için, mevcut gerginlik politikasına devam edecektir. Bölgesel devletlerle gerçekleştirdiği ilişkiler, NATO içindeki tutumu ve Kürdistan’a işgal hedefi, tüm bu karmaşık ilişkiler içinde elde ettiği pozisyona göre belirlenecektir. ABD, Rusya, İran ve Suriye’den gelen sert tepkiler karşısında Rojava’ya askeri saldırıdan geri adim atsa da Güney Kürdistan işgali sürecinde oluşacak askeri-politik pozisyonuna göre bu işgali güncelleyecektir. Yunanistan gerginliği, Finlandiya-İsveç NATO üyeliğine” Veto” kartı ve Rojava işgali tehdidi konusunda üst perdeden “meydan okuyan” Erdoğan, süreci gerilim siyaseti ile sürdürecektir. ABD ve AB emperyalist güçleriyle “uzlaşarak” emellerine ulaşamadığından, sürecin eline verdiği kozları zorlama aracı haline getirerek sonuç almaya çalışacaktır. Ve Erdoğan bu gerilimi yükselterek, “meydan okuyan lider” algısını seçimler sürecine kadar devam edecektir.

Çünkü 2015 seçimleri başta olmak üzere, her seçim döneminde kullanılan, çatışma savaş hali ile körüklenen milliyetçilik-korku atmosferi ortamı, AKP-MHP iktidarının bu seçim sürecinde de esas kirli silahı olacaktır. Kürdistan topraklarına gerçekleştirilen işgaller ve dış politikada izlenen gerginlik, bu konuda kullanacağı temel araçlardır. Bu iktidarın baş aşağı giden durumuna bir çaremi? Kesinlikle hayır. Dünyanın derinleşen emperyalist dalaş ve savaş ortamında, çapsız siyasetle bir sonuç elde etmek iktidar için zordur. Ki bu savaş ortamının neden olduğu ekonomik külfet, var olan ekonomik krizi, iktidarın boynunda idam ilmiğine dönüştürecektir. Bu çıkmaz içinde, müneccimlerin oluşturduğu iyimserliğe muhtaç olan “TC” iktidarı, son çırpınışı olarak maceradan maceraya yelken açacaktır.

Tekçi diktatörlük iç politikada, tüm toplumsal dinamiklere karşı geliştirdiği saldırılarla iktidarını korumaya çalışmakta, bu çatışma konseptini seçim siyaseti olarak tayin etmektedir!

Irkçı-tekçi iktidar sultasının bugüne kadar kullandığı tüm kirli silahlar, toplumsal gelişmelerin ortaya çıkardığı devrimci gerçekler karşısında artık işlevsiz kalmaktadır. “Darbe süreci”, “Terörle mücadele”, “devletin bekası ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi safsatalarla, dün burjuva klikler arasında sağlayabildiği “uyum” ve geri kitleleri konsolide etme durumu, bugün toplumda karşılık bulmamakta, geniş yığınlar yaşanan ekonomik kriz ve hukuksuzluk karşısında öfke bilemekteler. Özellikle yaşanan ekonomik kriz ve kriz ortamında sermayenin daha da büyümesi için uygulanan ekonomik politikalar, geniş toplumsal kesimlerin yaşamını kuşatmaya almakta, açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşama mahkumiyet, ezilen-sömürülen yığınlara “kader” olarak dayatılmaktadır. Var olan ekonomik krize ek olarak sürdürülen “savaş ekonomisi”, tam bir toplumsal yıkım yaratmış durumdadır. Toplumsal açlık, uygulanan ekonomik politikalarda günden güne boyutlanmaktadır. İktidar tarafından uygulanan ekonomik politikaların, basiretsizlik-ekonomiden anlamama olarak ifade etmek, hatalı bir yaklaşımdır. Faşist iktidar, ekonomik kriz koşullarını, sermayenin daha çok palazlanması ve merkezîleşmesi için fırsata çevirmekte ve buna göre ekonomik politikalar uygulamaktadır. Döviz kuruna endeksli Türk lirası mevduatı, “yap işlet devret(me)” modeliyle sürdürülen yatırım, ithalat ve ihracat denkleminde oluşan cari açık, emek ücret politikası ve enflasyon değerleri, üretim girdisi ve pazar ilişkisi, tarım ve sanayideki istihdam vb gibi tüm ekonomik kategoriler, sermayenin daha çok palazlanması işleyişine göre organize edilmekte ve ekonomik politika buna göre ortaya konmaktadır. Bu politikanın somut karşılığı, üreten-çalışan işçi ve emekçiler için, dar gelirli ve küçük esnaflar için, köylüler için yıkım-yoksulluk-açlık demektir. Ve “TC” ekonomisinde bu yıkıcı politikalar, yaşanan ekonomik krizle birlikte, geniş emekçi yığınları açlık sınırında yaşamaya itmiştir. “Açlıkla imtihan” edilen toplum, açlığın nedeni olan sisteme büyük bir öfke kusmakta ve iktidarın kendi bekası için ürettiği politikalara itiraz etmektedir. İşçi grevleri, “geçinemiyoruz” ” biz böyle yaşamak istemiyoruz” eylemleri, sadece toplumsal itiraz anlamında değil, iktidarın en yakın duran kitle tabanında dahi güç kaybettiğini göstermesi bağlamında da anlamladır, önemlidir. Çünkü, şovenist-milliyetçi politikalarla, “terörle mücadele ve dış düşman” manipülasyonları ile iktidarın politik sürecine yedeklemeye çalıştığı kitleler, somut ekonomik krizin yarattığı toplumsal yıkıma esas alarak tutum almakta, iktidarın, ortaya attığı tüm burjuva soyutlamalar boşa düşmektedir.

Burjuva klikler arasında derinleşen çelişkiler ve burjuva muhalefetin ekonomik-siyasal kriz ortamından etkili faydalanarak kendisine iktidar yolu açması, mevcut iktidarı zorlayan bir başka cephedir ki, bir önceki sayımızda bu başlık altında sorun yeterince işlenmişti.

Yaşam tarzına müdahale edilen, iktidarın kalıplarına göre yaşama itiraz eden kesimlerin tecrit ettiği iktidar, alkol ve sigara zamlarıyla, müzik-eğlence alanlarını yasaklama ile, dinci tabanı etkilemeye çalışmakta, en azında tabandan toplu kopuşları engellemeye çalışmaktadır. Bu yönelim çok dar kesim tarafından kabul görmekte, AKP’nin dinci tabanında yaşanan çözülmeyi engelleyememektedir.

Ekonomik-siyasal politikalarla toplumda bir karşılık yaratamayan tekçi faşizm, askeri-hukuksal, kültürel, ideolojik tüm yüklenmeyi, kendisine göre sonuç alacağını düşündüğü savaş politikalarına, baskı ve yasaklara yapmaktadır. Tekçi zihniyete göre yaşamın tüm alanlarını içerecek şekilde baştan aşağı tahkim ettiği yasaklar, devletin tüm organları kanalıyla tüm topluma dayatılan şiddet ve baskı, iktidarın temel yönetim tarzıdır. Çıkarılan Seçim Yasası, kadın örgütlenmeleri dahil, demokratik örgütlenmelere getirilen yasaklamalar ve sınırlamalar, iktidara muhalif (burjuva çizgi dahil) tüm sanatçıların konser hakkının yasaklanması, festival, piknik gibi kitlesel sosyal aktivitelerin tedavülden kaldırılması, son tarihsel kesitte iktidarın faşist cürümleridir. Ve keyfi kullanılan bu hukuksal süreç, sosyal-siyasal alanı kapsamına alarak uygulanıyor.

İktidar, siyasal, ekonomik, ideolojik hegemonyasını tüm toplumsal gözeneklere uygulayarak, şiddet ve savaş konsepti ile ulusal-sınıfsal-sosyal dinamiklerin üzerine ölü toprağı örtmek amacındadır. “Dezenformasyonla mücadele” adı altında son olarak gündeme getirdiği “basın ve sosyal medya kullanım” Yasası, genelde muhalif basın ve özelde de devrimci-sosyalist basını susturmaya yönelik bir hamledir. En kapsamlı dezenformasyonun uygulayıcı ve yaratıcısı olan faşist iktidar, bu yanılsama ile kitlelerin bilgi alma hakkını gasp etmekte, faşist baskılarla kuramadığı hegemonyasını bununla tesis etmeye çalmamaktadır.

Hırsız, yalancı, katil, yolsuz, mafya karakterli iktidar medyasına limitsiz destek sunulurken, gerçekleri yazmaya çalışan gazeteci yazar, aydınlar da iktidarın kanlı-soyguncu bekası için susturulmalı, politik gündemler, sadece iktidar kanalından topluma gitmelidir. Suskunlukta boğulmak istenen sadece yazılı-görsel haber ağları değil, sosyal medyada kendisini ifade etmek isteyen her kesimedir. Bu amaçla getirilen “dezenformasyon Yasası”, ideolojik-siyasal kuşatma için kapsamlı bir plandır. Tepkiler üzerine yasa ertelense de faşist iktidar, tüm basın kurumlarını bu zihniyete göre dizayn etmeye çalışacaktır. Tutuklanan gazeteciler, kapatılan basın Yayın organları ile pratik olarak sürdürülen bu faşist zihniyet, burjuva yasal statüye kavuşturulmak istenmekte, tekçi hegemonyanın tüm toplumsal gözeneklere uygulanması hedeflenmektedir.

Tüm toplumsal güçler üzerinde, faşist kararnameler ile kurumsallaştırdığı yasakçı zihniyeti, ırkçılık-tekçilik-milliyetçilik ve dincilik zehri ile birleştirerek, devrimci, sosyalist, ilerici güçlere karşı geliştirilen baskı ve saldırı politikası, gerici savaş ve seçim iklimi denkleminde ivme kazanmıştır. İlerici toplumsal muhalefet ve onun siyasal önderlikleri, iktidarın geniş “suç” yelpazesinde ana hedeftir. HDP başta olmak üzere, devrimci ittifakla yan yana gelmiş devrimci-sosyalist güçleri tasfiye etmek, Kürt ve devrimci oy tabanını tercihsiz bırakmak, çıkarılmış ve çıkarılacak yeni yasalarla, bu güçleri kuşatıp zayıflatmak hem genel stratejik plan bağlamında hem de seçim süreci anlamında iktidarın yönelimini ifade etmektedir. Kuşkusuz bu şiddet-baskı süreci tek düze ilerlemeyecektir. Dönem, dönem “demokrasi-insan hakları, ekonomik refah” sosu ile bu şiddet sarmalının yan yana geliştirdiği dönemsel konseptlerin gündeme gelmesi de olasılık dahilindedir. İşgal hareketleriyle, geliştirilen savaş konsepti ile, ulusal-sosyal kurtuluş güçleri karşısında beklediği sonucu yaratamayacağı, tarihi tecrübe ile sabittir. Özellikle Kürt dinamiğini parçalamak için, seçim yatırımı olarak “çözüm süreci” safsatasını kullanması olasılık dışı değildir. Bunu, direk muhatapları ile yapma yerine, kendi muhataplarını yaratarak ve tasfiyeci çizgiye uygun kişi ve kurumlar üzerinden yapması, daha gerçekçi bir olasılık olarak durmaktadır. Amaç, Kürt oylarını parçalamak ve AKP-MHP-Erdoğan karşıtı aday ve partilere oy desteğini zayıflatmaktır.

Sisteme karşı mücadele sosyalistlerin siyasal çizgisidir

Son tahlilde, faşist “TC” iktidarı, sömürülen ve ezilen emekçi halka, mazlum Kürt ulusuna, baskı altındaki inanç ve etnik toplumsal kesimlere, kadınlara, LGBTİ+ bireylere, doğaya düşman ve bu düşmanlığını kapsamlı savaş araçlarıyla icra eden kanlı bir diktatörlüktür. İktidarın bu niteliği, mevcut iktidar kliği ile daha koyu gericiliği temsil etse de bu nitelik “TC” egemenler sisteminin tarihsel-sınıfsal karakterini temsil etmektedir. Bunun anlamı şudur. Mevcut faşist iktidara karşı mücadele, burjuva ve türevi gerici egemenliklerle mücadele ile aynı kulvardadır. Burjuva iktidar kliğinin ana hedef alınması, diğer burjuva kliğe karşı mücadeleyi ötelemez, özellikle onu alternatif haline getirmez. Devrimci-sosyalist siyaset bu konuda nettir ve örgütlü özneleri ile bu devrimci çizgiyi temsil etmektedir. Burjuva seçimler sürecine hapsedilmiş bir muhalefet, burjuva düzen sınırlarında kalır. Burjuva seçimler süreci, devrimci muhalefete daha zengin araçlar-olanaklar sağlasa da devrimci mücadele çizgisi, buradan öte genel süreci kapsamak durumundadır.

Toplumun geniş sınıf ve halk katmanları, zorba zirvede olduğu nadir bir süreçten geçmektedir. Yangınlarla, afetlerle, yıkılan doğa ve bozulan ekolojik denge, burjuva kapitalist sistemin, aşırı kar-yağma niteliğini ve gericiliğini ortaya koymaktadır. Her yıl döngüye dönüşen orman yangınları ve yangınların kontrol altına alınmasında tekrar edilen “olanaksızlık”, gerici iktidar aklının, doğa ve insan karşısındaki yıkıcı siyasetini, rantçılığını deşifre etmektedir. İnsan ve doğada yaşamı savunmak, sömürü ve talan üzerinden barbarlık üreten sisteme karşı mücadele sosyalistlerin siyasal çizgisidir. Geniş bir toplumsal hoşnutsuzluk, itiraz ve öfkeden söz ediyoruz. Ama, toplumsal isyanı mayalayan tüm bu ögeler, örgütlenmediği zaman, kendiliğinden ya da burjuva kliklerin rekabetinde sönümlenmeye açıktır. Örgütlü niceliksel gücün durumundan öte, niteliği temsil eden devrimci politik hat esas tayin edicidir. Devrimci politik hattaki netlik ve sınıf çizgisi, niteliğe uygun nicelikle birleştirir. Temel mesele, proleter sınıf perspektifli politik çizgidir. Bu politik çizgi ışığında, toplumsal muhalefeti, devrimci halk hareketini tarzında örgütlemek, devrimin stratejik merkezleri ile kurulacak bağı ifade eder. Derinleşen toplumsal çelişkilerde, burjuva “çözüm” sınırlarını aşarak, diyalektik sentez ve devrimci çözümü engelleyen tüm “dengelerle” mücadele etmek, devrimci siyasetin niceliksel olarak gövdesini büyütmesine olanak sunar.

Önceki İçerikHalkın Günlüğü 20. sayısı çıktı!
Sonraki İçerikEk Bütçe Savaşa ve Sermayeye Kaynak Yaratma Projesidir!