İDO DAYI

Şehir Terliyor. Güneş merdivenlere yapışmış. Merdivenlerde Kürtler, tuğla işçileri, betoncular, sıvacılar , lağımcılar, plastacılar, badanacılar… En üst merdivende İdo Dayı oturuyor .  Küçük bir gövdenin çöküntüsünde, çöküntü bir kafa, tahta gibi yamyassı bir gövde ve fil hortumu bacaklar. Dikkatini, dil ile hayat arasındaki ilişkide, dilini hayatı anlamanın değil, yıldırmanın aracı haline getiren Meyro’ya takmış.  Bakışları, kaldırımdan geçen duyarsız kalabalıklara, karnından konuşan ruhlara, boşluklara, belirsizliklere, karanlık noktalara yönelmiş.

“Bu kadınları kim öldürdü Mükerrem Dayı? “ diye soruyor Yusuf.

Düşünüyor seksenlik Mükerrem Dayı.  Okuma yazması yok, ama sağduyusu güçlü.  Konuşurken, karşı düşüncelere hem (önceden hazırlanmış) kendi savı, hem de karşı savların kalbiyle aynı anda bakıyor.  Kadınları kim vurabilir? İhtimaller üzerinde duruyor.  Arkalarında izsiz, manasız şimdiler bırakan örnekleri sıralıyor. Dönüyor, dolaşıyor, derin devlete bağlıyor.

“Sen ne diyorsun İdo Dayı?” diye başını sağa çeviriyor Yusuf. “Sence kim öldürdü bu üç kadını?”

Algı sınırında silinen kaygılardan, derin meraklardan, acıma hislerinden, intikam hırslarından  bihaber bir iklimle  bakınıyor İdo Dayı. Aklında, Mükerrem Dayı’nın sadece, diş etlerine kurşun gibi çarparak seken ıslığımsı harfler kalmış, Meyro’yu çağrıştıran harfler.

 “Ben sana söyledim Yusuf, bir daha söyleyeyim. O karıya telefon et, cüzdanımı göndersin.  İçinde paralarım, kartlarım, rahmetli babamın resmi var. İnsan modaya uyar da elli yıllık kocasını bırakır Sidney’e gider mi? Kim alır onu o yaşta?”

“Yahu İdo Dayı ben ne soruyorum, sen ne cevap veriyorsun?” diye çıkıştı Yusuf. “ Telefon edeceğim, dedim sana, niye anlamıyorsun.  Biz buraya, oturma eylemine geldik, mateme geldik. Doğru mu senin özel meseleni  dillendirmen, dayatman?”

Söyleneni ve homurdanışları duymadı bile. Hiçbir insanı, onun özünü ve biçimini değiştirip kendisine uyarlamadan, kendi dünyasına kabul edecek durumda değildi. Omuzlarının arasında kafa yerine beyaz kıllarla kaplanmış güçlü bir iktidar taşıyordu. Saplantılarını, kuşku ve endişelerini alazlandıran sözcüklerden, “ben de varım,” fısıltılarından korktuğu için ses ve dil eriminin dışında kalmayı tercih ediyordu. Eskiden, üstünkörü de  olsa gülümsüyor, nesnelerin deliğinden neliğine bakabiliyordu; o bakışa da kapatmıştı artık iç gözünü.

Kürtler, beş saat oturdular şehir merkezinin merdivenlerinde. Yusuf, yanı başında bulunan birkaç kişinin kafasını, katilleri açığa çıkarma konusunda haylice zorladı. Kendi sesini, titreşimlerin ruhundan doğan derin bir müzik gibi algıladığı için bol bol konuştu Mükerrem Dayı. İçkin çelişkiler yumağı, içinden çıkılmaz bir hal alınca, meydanda dolaşan güvercin, tedirgin adımlar ve arayışlarla geldi, gölgesine tünedi  İdo Dayı’nın . Tüylerinde parke taşlarının alaşımı, yaralanmış bir ışık. Baktı, Meyro’nun entarisi canlandı gözlerinin önünde. Dayanamadı,  “Bak Yusuf,” diye ayağa kalktı, “Senin hatırını kırmadım, bindim arabana buraya geldim. O karıya telefon et, paraları da istemiyorum, zehir zıkkım olsun, babamın resmini göndersin.”

Sabahtan beridir İdo Dayı’ya sabreden tuğlacı Cebo ayağa kalktı birden. “Sen niye ayrı ses çıkarıyorsun İdo Dayı? Bu matemin manasını niye bozuyorsun? ”  Elindeki ince kitabı açtı. “Bak, bu sayfalardaki bütün harfler,  bu kitaba bağlıdır. Hepsinin sesinden uyum çıkmış, mana çıkmış, kitap güzelleşmiş. Sen niye ayrı ses çıkarıyorsun?”

“Üzerime gelmeyin gardaşım yaa,” diye köpürdü. “Kitabınız sizin olsun. Ben ayrı bir kitabım.”

    “Lo boş verin, uğraşmaya değmez,” diye Mükerrem Dayı girdi araya. Cebo’nun elinden kitabı aldı, şöyle bir  çevirip baktı, geri verdi. “Ben ömrü billah hiç kitap okumadım. Kitap ona derim ki bin sayfa olsun, içinden bir harfini çaldın mı manası bozulsun. Dünyada var mı öyle bir kitap? Yok. Olsa zaten ben okurdum. ” Meydanı hızla terk eden İdo Dayı’nın arkasından gülümseyerek baktı. “Uğraşmayın, bırakın gitsin. Bunun babası da böyleydi. Rahmetli senelerce düşündü, insanlara baktı, ‘bunlar kimin için yaratıldı,’ diye sorup durdu. Sonunda  herkesin kendisi için yaratıldığı zehabına kapılınca rahatladı. Sonra ne olduysa bu sefer de kafayı, kendisinin niçin yaratıldığına taktı. Deli bir atı vardı. Yağmurlu bir gün, şimşek çaktı, atından kıçüstü düştü, rahatladı. Aradan beş  altı sene geçti, bu sefer de, ‘ben kendimden ayrıyım ,’ demeye başladı.  Gitti, bir köpek leşini  bacağına bağladı, kendini suya attı. Olacağı da oydu zaten. Allah kimseye göz darlığı vermesin.”

Önceki İçerikEMPERYALİZME ‘İLERİCİLİK’ MİSYONU!
Sonraki İçerikKongre kararlarını kavrayalım, kavratalım!(1)