İNSANIN ÖZÜ

İlkçağ filozoflarının, doğayı/ dünyayı/ evreni anlama çabalarının odağında töz/ ilk madde arayışları bulunmaktadır. Kimine göre su, kimine göre hava, kimilerine göre toprak, güneş, vb. ilk madde sayılmıştır. Bu filozoflar, diğer maddelerin bu ilk maddeden türediğini varsayarak, ilk maddenin özelliklerinin kavranması ile evrenin gizlerinin çözülebileceği anlayışından yola çıkmışlardır.

Filozofların bilgi merceğini yöneltikleri bir diğer odak ta, insanın kendisi olmuş; insanı diğer canlılardan ayırıcı özellikler, bilimsel uğraşa konu edilmiştir. İnsanın nesnelliği değiştirebilmesi, gerçekliği kavrayabilmesi ile olanak kazanabilmektedir. Dünyayı değiştirirken, kendisini de değiştirmesi için insanın kendi gerçekliğinin bilgisini edinmesi gerekmektedir.

Çeşitli filozoflar, insanı değişik yönlerden tanımlamaya çalışmışlardır; kimilerine göre insan toplumsal bir varlık, kimilerine göre politik, kimilerine göre ekonomik, konuşan, düşünen, vd… Bu tanımlamalarda, filozofların bakış açılarına göre, kimileyin insanı olumlayan özellikleri öne çıkarken; kimilerinde de insanın olumsuz özelliklerini içermektedir. Örneğin Hobbes, “İnsan insanın kurdudur” derken, Rousseau insanın özünde olumlu özellikler taşıdığını, ancak özel mülkiyete dayalı toplumsal ilişkilerin ortaya çıkışıyla olumsuzlukların egemenliğine girdiğini savunur.

“İnsanın özü” kavramının, insanı diğer canlılardan ayıran tüm özelliklerini içermesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanın özü dediğimizde doğal, doğuştan gelen özellikleri anlaşılmamalıdır; kendisine özgü niteliklerinin toplamıdır ve bu niteliklerini edindiği süreçte doğal özelliklerini dönüştürmüştür. Hatta, belirli tarihsel koşullarda oluşan kendisine özgü nitelikler de değişime uğrayabilmiştir. Marksist yaklaşım, insanın özelliklerinden üretken etkinliğinin belirleyici olduğunu ortaya koymuştur (G. Thomson, “İnsanın Özü”, Çev. C.Üster, Payel Yayınevi, 3.Basım Ekim 1987). Kuşkusuz edindiği bu özellikler arasında karşılıklı bir ilişki ve etkileşim sözkonusudur.

Bu belirleme, özellikle Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluş sürecinin gereklerinden de destek bularak, çalışmanın yüceltilmesine dönük yaklaşımların toplumcu düşünde egemen olmasına yol açmış, insanın “tembellik hakkı” yok sayılmıştır. Emek verimliliğini arttırmayı amaçlayan burjuva düşünürlerin de, çalışmanın yüceltilmesini ideolojik yaklaşımlarının göbeğinde yeraldığı bilindiğine göre, insanın “tembellik hakkı”nın yakın dönemde, düşünsel düzeyde bile tanınması olanağı görünmüyor. Buna karşın nesnel gerçeklik, zorunluluğun iticiliğinden dolayı, çalışmanın yüceltilmesi anlayışlarını yadsımıştır. Her türlü ideolojik yönlendirmeye karşın, insanın en temel insani etkinliği olan çalışma sürecinde bireysel yeteneklerini ve gereksinmelerini geliştirme ve gerçekleştirme olanağından yoksun kalmasına yolaçan kapitalist üretim sürecinin doğurduğu yabancılaşma, “70 yıllık sosyalizm deneyiminde” de çözülemeyen bir sorun olarak kalmıştır.

İnsanın üretken etkinliği de açıklama gerektiren bir özelliktir. Tüm canlılar için geçerli olan, varlığını korumak ve yaşamını sürdürmek için gereksinimlerini karşılamak zorunluluğu, insanda doğayı değiştirme etkinliğini ortaya çıkarmıştır. İnsan gereksinimlerini karşılarken, doğanın verdikleri ile yetinmemiştir. Gereksinimlerin yatay ve dikey yönde sonsuz genişlemesi olarak doymazlık, insanın gelişmesinde sürükleyici bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır burada. Ayrıca, insan gereksinimlerini karşılarken de, en az zahmetli bir biçimde sorununu çözmeye çalışmıştır. İnsanın özü, diyalektik bir nitelik taşımaktadır. Başka bir deyişle, insanların davranışlarının temelinde, en az zahmetle gereksinimlerini en üst düzeyde karşılama isteği bulunduğu görülmektedir: Her türlü toplumsal ilerlemenin, yeniliklerin, değişmenin ve çatışmanın kaynağında bu çelişme bulunmaktadır. Gereksinmelerini en az zahmetle karşılama isteği, bir yönüyle emek verimliliğinin artıran, üretim güçlerini geliştiren bir unsur olurken;  diğer yandan başkalarının emek ürünlerine, toplumsal artığa el koymanın da dayanağını oluşturmaktadır.

Bu düşüncemizi, çağdaş toplumsal ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde açımlamaya çalışalım (bu yaklaşımı tarihsel bulgulara da uygulayabiliriz). Bilimsel-teknolojik ilerlemeler, çağımızın en önemli özelliklerinden birisi olarak görünüyor. Bilimsel-teknolojik arayışların bir boyutunu, insanların gereksinimlerinin karşılanması oluşturmaktadır. Yapay gıda üretiminden başlayarak, insan sağlığına kadar çeşitli uzlanım alanlarıyla gen mühendisliğinin etkinliklerini örnek olarak verebiliriz. İnsanların gereksinimlerini karşılamaya dönük bilimsel-teknolojik arayışlar, diğer yandan emek verimliliğini artırmaya dönüktür. Emek verimliliği artışının kendisi bizzat, daha az emekle daha çok üretim sağlamayı içermektedir; üretim sürecinde canlı emeğin payını azaltmaktadır. Başka bir deyişle, teknolojik gelişmeler sonucunda, üretim daha az zahmet gerektirmektedir. Bu durumu günümüzde, en net biçimiyle bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler ve bu gelişmelerin üretim sürecinde yaygınlaşan uygulanmasında görebiliriz.

Emek verimliliğinde artışla birlikte, birim üretim için gerekli emek-zamanın azalması, tembellik hakkı kavramına yeni bir içerik kazandırmaktadır. Yakın zamanlarda başta Fransa olmak üzere, özellikle gelişmiş ülkelerde, işçi sınıfı haftalık çalışma sürelerinin azaltılması istemiyle çeşitli eylemliliklere giriştiler ve belirli kazanımlar da elde ettiler. Tembellik hakkı, P.Lafargue’ın toplumcu düşüncede unutulan bir mirası olarak kalmıştır. Oysa Lafargue, tembellik hakkıyla, kapitalist çalışma ahlâkına ve çalışma düzenine dönük köklü eleştiriler getirmektedir. Bu eleştirilerinin özünde, Marx’ın kapitalist üretim tarzının, “insanın en temel insani etkinliği, üretim süreci içerisinde, insani yeteneklerini geliştirme ve gerçekleştirme olanaklarını yitirmesine yolaçtığı” düşüncesinin bir uzantısı olduğu yadsınamamaz. Buna karşın, Lafargue’ın insanların çalışmak yerine “yeyip, içip, gezmesi ve sevişmesi” biçiminde getirdiği bir tembellik hakkı da savunulamaz. Bu tür yaklaşımla, Oblomovvari “tembellik hastalığı” birbirlerine çok yakın bulunmaktadır (Y.Günday, “Oblomuvluk Üzerine Notlar”, imzasız, Yeni Demokrasi, 1988). İnsanın üretken etkinliği, varlığının temel koşulu ve özelliğidir. Bu bakımdan, tembellik hakkı, çalışma özgürlüğü olarak değerlendirilmelidir.

Kapitalizm, üretim güçlerinin özgürce gelişmesini engellerken, insanı da çalışma zorunluluğu boyunduruğu altında tutmaktadır. Diğer yandan, yedek işçi ordusu gereksiniminden dolayı da, “çalışma hakkı”nı kısıtlamaktadır; günümüzde, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile işsizlik ürkütücü boyutlara ulaşmış, sermaye çeverelerini, Dünya Bankası gibi kuruluşları “sosyal programlar” gereksinimiyle karşı karşıya bırakmıştır.

İnsanın en az zahmetle, gereksinimlerini en üst düzeyde karşılama isteğinin gerçekleşmesinde, başka insanların emek ürünlerine el koyma yoluna gitmesi, kapitalist toplumda da varlığını sürdüren bir özellik olmuştur. Öyle ki, burjuva ideolojisinin bireyci niteliği, bu duruma daha fazla  meşruiyet kazandırmıştır. Çünkü, başkalarının emek ürünlerine el koyma biçimleri daha da uygar biçimler almış, hatta ekonomi-dışı zorun göreli önemini yitirmesiyle el koyma olarak görülmemeye bile başlanmıştır; yalnızca sömüren sınıfların bakış açılarında değil, sömürülen sınıfların bilinçlerinde de egemen olan anlayış durumuna gelmiştir.

Özcesi, insanın gereksinimlerini en zahmetle karşılama çabası insanın hem olumlu, hem de olumsuz özelliklerinin temelini oluşturmaktadır. Uygarlığın tüm ürünlerinde, insanlığın bu diyalektik çelişkisini görebiliriz. Yalnızca gündelik yaşamımızda kullandığımız ve bize yaşamı daha da kolaylaştıran araçları düşündüğümüzde bile, insanlığın kültürel birikimine saygı ve hayranlık duymamak olanaksız. Ama tüm duyarlığımızla tepki duyduğumuz çeşitli olaylar ve olgular da aynı tarihsel birikimin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Burjuva tüketim ideolojisinin egemenliğinin nesnel zeminini de oluşturan, insanın doymazlığı değil midir? Gereksinimleri için doğayı dönüştürme etkinliği içerisinde insanın yer yer, zaman zaman doğayı yokettiği de bilinmektedir; sömürü koşullarının sürdürülmesi, daha çok sömürü sağlanabilmesi için insanın insanı yok etmesi olarak savaşlar da, insanın diyalektik özünden kaynaklanmaktadır.

Doğanın nesnesi olmayı kabul etmeyen, öznesi olan insanlık kendi tarihinin de öznesi olmak durumundadır. Doğanın yok edilişinin sınırları giderek yaklaşmaktadır; uzayda yaşam kaynakları bulabilme, olanaklarını yaratabilme çabalarından henüz bir sonuç alınabilmiş değildir. İnsanlık varlığını koruyabilmek ve sürdürebilmek için; doğayı tüketen, hemcinsini sömüren ve yokeden olumsuzluklarını aşmak, kendi gerçeğini kavramak ve değiştirmek zorunluluğundadır. 

                                                                                                                        (Çalışma Ortamı, Mayıs-Haziran 2001)

Önceki İçerik“Eşik”teki Ortadoğu ve T.“C”[*]
Sonraki İçerikCan dost-8