İYİ EDEBİYAT

Durumu iyi değildi. Evde sürekli ve sesli bir şekilde kendi kendine konuştuğu için karısı Samantha bitip tükenmez ikazlardan bir sonuç alamayınca, kendisini terkedip, Adalaid’e gitti. Samantha’nın gidişinden iki ay sonra da, çok sevdiği köpeği Fred bahçede ölü bulundu.

Durumu iyi değildi. Analitik felsefecileri okumaktan bıktı. Kısır olduğu halde Ishak’ı doksan yaşında doğuran Sara’ya taktı aklını. Kafasını ellerinin arasına aldı. Düşündü. Arttı eksildi. Ağzını elinin tersiyle silerken, Kozmosu hiperkozmostan ayıran sınırı sildi.

“Yetmiş beş yıllık ömrümün en kötü anını yaşıyorum,” diye mırıldandı. “Roman yazamıyorum artık. Zor iş. Kalemimi prangalayan ön görülerden, alışkanlıklardan kopamıyorum. Yerleşik değer yargılarım, beylik biçimim ve anlatım tarzım, Samantha gibi eziyor beni.”

Ayağa kalktı. Ormanın seyrine durdu pencereden. Okaliptus ağaçlarının kabuklarına resim yapan aborijinler, kangurular, koalalar, dingolar, zehirli yılanlar, goannalar gelip geçti hayalinden. “Hayal ötesini, büyü evrenini nasıl algılıyorum, sembolik mi, derin mi?”

Uçurumun ormanlarla kaplı derinliğine, papağan renklerine daldı. İçkin ve aşkın anlamlarıyla, birbirlerinin içini gösteren, gizemli, şeffaf zerrecikler arasında; görünmeyen, ansız, anlaksız, milyarlarca inkâr parıltısının arasında; doğası, geçmişi ve geleceği olmayan, yapay biçimlerin, metaforların arasında; sonlu ile sonsuzluk, duyum ile duyum ötesi arasında; ve nihayet sözcüklerin arasında; avare hülyalarla dolaşmaya başladı.

“Hayal gözüyle gördüğüm bu duruluğun, bu ışıksız ve karanlıksız mutlak boşluğun kalemimdeki yeri ne?”

Döndü, raflara, dizi dizi kitaplara, nesne ile öznenin bitmez tükenmez çatışması içinde, bu çatışmanın bir parçası olarak yaşayan ve yazan yazarlara baktı. Kitapların iç dünyalarını raflarda bırakarak, hepsini alıp yakmayı düşündü.

“Hangisinin söyleminde bir kök-geçmiş, kendini ele vermeyen, uzak bir gelecek, bir ağırlık var? Yok. İnsanın sahip olduğu sonsuz enginliğinin karşısında, kendilerini cüce gibi hissedeceklerine, dev gibi hissediyorlar.” Bekledi. Sancılı, doğurgan bir farkındalığın kendini yaşamdan kopardığını düşündü. “Enginlik. İnsan enginliği. Ben bu enginliği, yaratıcı dehanın ateşinde biçimlendirip bir üst seviyede anlatma cesaretini gösteremiyorum.”

Samantha’nın çalışma odasına girdi. Köşede, piyanonun üzerinde kıçüstü dikelen kediyle göz göze geldi. Nefsin, bakışlara vuran doğal şavkının, ihmal edilmiş ihtiyaçların ve mavi kibirin, ‘Samantha geri gelecek, seni değil, beni sevdiği için,’ diye sessizce mırıldandığını duyar gibi oldu.

“Önemli değil,” dedi. “Beni sevse de sevmese de, artık bu yaştan sonra iyi edebiyatı yaratamam. Duygu dünyamın parçalarıyla takıntılı bir şekilde yaşıyorum. Sesleri, anlamları, gizemleri eskisi gibi duyamıyor, berrak ve şeytani bir şekilde anlayamıyorum. Girdiğim düşünce ve hayal labirentlerinden çıkamıyorum. İşin sadesine ve kolayına kayıyor kalemim. Yazmak istediğim romanlar, bana karşı direniyorlar.”

Samantha’nın gençlik portresinin önünde durdu. Fuzuli yaşam örüntüleri, çatışmalar, yıkıntılar…

“Beni mahvettin Samantha. Anlatmanın, hikâye etmenin ötesine geçemiyorum. Dil ve gizem zenginliğim nerde? Onu, o zenginliği, insanın özgürlük duygusuna yayılan ve derinlemesine nüfuz eden bir ses çeşnisiyle, estetiğin diline dönüştüremedim; zamana ve mekâna bağlı kaldım; devinen, derinleşen bir estetiğin ebesi haline getiremedim. Olmadı. Çıldırdın. Çırılçıplak soyundun, sokağa çıktın defalarca. Yanıyorum diye telefon ettin defalarca itfaiye kuruluşuna. Peşinde saatlerce koştum, yalvardım. Ruhum dağıldı.”

Dağılmış bir ruhla salona çıktı yeniden. Bu sefer de Samantha’nın geçen yılki yağlıboya portresinin önünde durdu. Kadın, duyuüstü, medyum ışıltılarla kocasını kesiyor ve sık sık yinelediği sözü mırıldanıyordu: ‘Kendinle barışık olsan, gece gündüz tartışıp durmazsın kendi kendinle.’

“Anlamadın beni. Kendimle barışıktım. Kendimle barışık olduğum için yaratamadım. İçimde büyüyen, ama dışa doğru açıldıkça küçülen ve küçüldükçe de güçlenen, parçalayan bir duygu, bir akıl vardı. Kullanamadım. Ama kullanırdım; karmaşık bir sorun olsaydım, tüm zamanların can alıcı sorununa bir sorun olarak dayatsaydım kendimi, kullanırdım.”

Kırmızı kadife zemine iliştirilmiş, camlı çerçeve içinde duvara asılmış, babasına ve kendisine ait madalyaları geçti. Rafların önünde dikeldi bir kez daha. Marie Joserhine Diamond’ın Dünya Yazarlar Ansiklopedisi’ni aldı. İçinde kendi adının olmadığı bir ansiklopediyi raflarda tutmanın bir anlamı yoktu. Kapıyı açtı, balkona çıktı, aşağı attı. Kalınlığını ve gücünü gösterircesine, düştüğü yerde açıldı ansiklopedi. Kollarını kavuşturdu, bu kalınlığa karşın, kendisine sayfalarında yer vermeyen ansiklopedinin seyrine durdu kuş bakışı.

“Ne kadar çok yaratıcı var. Kendi gölgelerinin sanal gerçeğinde, kendi kuyruklarıyla oynuyorlar. Yaratıyorlar, gökyüzüne yükseliyorlar ve oradan dibe vurmuş, tekil bakışlarla bakıyorlar insanlara. Balzac’ın benzetmesini çağrıştırıyor bunların durumu. Ağaca tırmanıp, oradan aşağıdaki yaratıklara gururla bakan maymunlara benziyorlar; kıçlarının aşağıdan çok daha iyi göründüğü gerçeği hariç, her şeyi biliyorlar.”

Kendi çalışma odasına geçti. Perdeyi kapamakla kalmadı, üstüne kat kat yatak çarşafları gererek odayı iyice kararttı. Odanın kararmasıyla birlikte içinin aydınlandığını hissetti. Oturdu.

“Oh ne güzel. Hayalimle baş başayım. Samantha yok. Onun kedisi de yok. Burada yalıtlayanı yalıtlayabilirim. Anlamı anlam üstüne doğru oyabilirim. Yaşamın ve ölümün mutlak gücünden, gerçeğin ceberut, hesapçı prangasından kurtarabilirim hayalimi. Kurtarmakla kalmam, onu, sırlar mahşerinin ötesine, ‘Varım’ gailesinden kurtuluşun rahminde bebek gibi gülümseyen sonsuzluk ateşine doğru sürebilirim.”

Ayağa kalktı. Karanlığın da kendisiyle birlikte ayağa kalktığı sanısına kapıldı. Kendi iç ateşinden, ömrünün asli ve asil çabasından yükselen seslere verdi dikkatini. Daraldı, derin bir nefes aldı. Musallat olduğu her şeyi, kendine göre biçimlendiren, tanımlayıcı, nasihatçı, dayatıcı aklın müsibetinden nasıl kurtaracaktı hayalini. Gelibolu gazisi babanın yüzü belirdi karanlıkta ilkin. Yüzün yerini, Babanın Gelibolu’dan dönerken beraberinde getirdiği kuru kelle aldı. Gözlerini yumdu. Kendi yüzüne çevirdi iç gözünü. Vietnam savaşından dönerken beraberinde getirdiği kız çocuğunun, Ta Phing Tan’ın yani Samantha’nın yüzü göründü kendi yüzünde.

“Uçurumun kıyısından uçurak bir duruş ama, dikleniş, reddediş değil. Benim pek de şikayet etmediğim, hassas, biricik, gençlik gerçeğim. Yazık. Biçimlenmişim. Kıramıyorum biçimimi.”

Kapıyı cırnaklayan kedinin miyavlayışına kulak verdi. Sessizce araladı, karanlığa aldı kediyi. Karanlıkta gezinen bir çift ateş parçasını ve mırıltıyı dikkatle izledi.

“Gezinmek,” diye mırıldandı. “Bilince düşen her ışığın iç dünyasında gezinmek. Işığın yarattığı ilk duygulanımdan, görünmeyen bağlantılarına, esrarına değin, tüm yapısını çözümleyerek, kurarak ve bunu bir büyüye dönüştürerek gezinmek.”

Dışardan papağanların ve Samantha’nın sesi geliyordu. Kedi gözlerini kapamış, susmuş bir durumda, inceliklerini dinliyordu sesin.

 

Önceki İçerikÖZGÜR TUTSAKLARA MERHABA…
Sonraki İçerikÖzgür Kalem’in 8. sayısı çıktı