Kadının özgün mücadelesi, cins olarak yaşadığı sorundan ataerkilliğe karşı gelişmiş ve tarihin çeşitli dönemlerinde farklı taleplerle kadınlar bir araya gelmiş, örgütlenmiştir. İçinde yaşadığımız toplum birçok açıdan eşitsizlik ve adaletsizliklerle doludur. Cins eşitsizliğinin yanı sıra, ezilen ulus ve sınıf çelişkileri hâkimdir.
Esasta kadının örgütlü mücadelesi tıpkı işçi sınıfının doğuşunu temellendiren başlangıç kapitalizminde aramalıyız. Kapitalizmin barbarlığı, kar hırsı erkeğin iş gücüyle yetinmeyip kadını ve çocuğu proleterleştirerek kolektif emeğin üzerinden artı değerini yaratmış ve kendi sisteminin çelişkili yapısında toplumsal mücadelelere taban olmuştur. Kendisinden önceki dönemin feodal sistemden devraldığı kadının 2. Cins konumunu, erkeğin hâkimiyeti altında bir değişiklik yaratmadan devam ettirmiştir. Ancak feodal dönemde kadının bir bütün olarak görülmeyen emeği ve kadınların birbirlerinden bağımsız aile içerisine mahkûm olma durumu kapitalizmde gitgide değişen bir hal almıştır. Kadınlar işçiler olarak yan yana gelmiş, toplumsal üretim sürecinde ev içi sorumlulukların dışında fabrikalarda vs. çalışmaya başlamıştır. Eski değer yargılarının yerini yeni değer yargılarının oluşturması, feodalizmi giderek tasfiye eden burjuva hareketlerin, alt sınıfları kendi yanına insan hakları sloganıyla çekerek kendine yedeklemesi, kadınları yavaş yavaş kendi konumlarını sorgulamaya götürmüştür. Bu noktada kadın mücadelesi, ilk sınıf mücadelelerinde özgün örgütlülükler seklinde görülmeyip, klasik örgütler içerisinde yedeklenerek kadının dinamiği cins sorunu özgülünde yüzeysel kılınmıştır. Bu durum sınıf hareketinin önemli bir kaybı olarak değerlendirilebilir. Kapitalizmin ilk gelişim aşamasında ataerkillik, kadın isçilerle erkek isçileri bir araya getirmedi. Direnişte olan kadın işçiler, erkeklerin hegemonyasında olan sendikalarca desteklenmedi. Aksine ucuz iş gücü oldukları için, erkek işçilerin ücretlerini düşürdükleri gerekçesiyle ötekileştirildi. Tarihten öğrenelim; bu örnek kadının özgün örgütlülüğünün bağımsız niteliğine ne kadar da çok ihtiyaç olduğunu göstermesi bakımından önemsenmesi içindir.
Mücadele çelişkilerin bir ürünü ise, bu mücadelede kadın ve erkek arasında bir hegemonya yaratan toplumsal sisteme karşı bir açıdan homojen olmak zorundadır. Yani bu mücadelede ezilen ve ezen yan yana olamaz. Birey olarak bizlerden bağımsız bir şekilde kadını ve erkeği farklı konumlandıran bir sistem mevcuttur. Mücadelemiz bu yüzden direkt erkeğe karşı değil, bunu yaratan toplumsal sisteme karşıdır. Ancak bu aşamada var olan ataerkillikle barışık yasayan, onu içselleşirken bireylerin, hele de bu durum bir avantaj ise yani birey-erkek ezen konumda ise toplumsal sistemdeki üretim ilişkileri, onun uzantıları kültür, ahlak vs. değişmeden, bireyler-erkeklere bilinci alsa da üzerinde oldukları, başkalarını ezme zemininden vazgeçmek istemez. Nasıl ki ezen ve ezilen ilişkisi içerisinde proletarya ve burjuvaziden birlikte sınıf mücadelesi bekleyemeyeceğimiz gibi, bu toplumsal sistemin değerleriyle şekillenen kadın ve erkeğin beraber kadın mücadelesi vermesi önemli sorunlar taşımaktadır. Engels’le açıklarsak, çünkü kadın aile içerisinde proletaryayı; erkek ise burjuvaziyi temsil etmektedir. Peki, bu bizi dar bir cinsiyetçiliğe mi dönüştürür, toplumsal mücadeleden uzaklaştırır mı? Bu da kadın hareketinin programıyla açıklanır, kadınların kadın olarak bağımsız mücadele yürütmesiyle değil. Şayet programımızda kadın mücadelesini dinamik bir şekilde sürdüreceğimizi antikapitalist, antiemperyalist bir perspektifle hareket ettiğimizi söylüyorsak en zor alanda, kadın mücadelesinde zaten toplumsal mücadelenin merkezinde oluyoruz. Çünkü kadın mücadelede erkeğe nazaran tutuk değildir, mücadeleyi kendi çevresine taşır ve onu toplumsallaştırır ve kendi cins gündeminin dışında gelişen toplumsal olaylara daha bir duyarlılıkla yaklaşır.
Öte yandan reel sosyalizmin bizlere öğrettiği gibi, devrim sonrası da kadının özgün örgütlülüklerine ihtiyaç vardır. Çünkü kaba bir sınıf bakış açısına indirgenen mücadele, daha sonraları ataerkilliğin etkisiyle kadın devrim sonrası da cinsiyetçi kalıplara sokulmuş, anne olarak tanınmış, ev içi sorumluluğun esas payını almış ve üretimde cinsiyetçi rollere hapsedilmiş ve tüm bunlar devlet politikalarıyla teşvik edilmiştir. Kadınlar yönetim organlarında gerektiği gibi temsil edilememiştir.
Peki, neden kadının özgün mücadelesi? Çünkü bu toplumsal sorunu dinamik bir şekilde ve detaylıca ele almalıyız. Yüzeysel kılmamalıyız. Kadınların söz ve irade olmalarını sağlamalıyız. Bu yüzden de bağımsız olmalıyız. Mücadelemizi yedekleştiren, ikincil kılan kadın kolu örgütlenmeleri esasta kurumlardaki ataerkil maskeyi süsler. Kadının Komünist Partisi önderliğindeki bağımsız örgütlenmesinde ve kadının pratik anlamda örgütlenmesinde sorunlara yol açan her türlü ataerkil anlayışa ve bununla uzlaşan örgütsel modellere karşı fikir tartışmasından asla vazgeçmemeliyiz. Kadının bağımsız mücadelesi korkutmamalı, bu toplumsal mücadelesinin bir yansımasıdır. Bağımsızlık anlayışı sınıf bakış açısından kopmak ya da Komünist Partisini reddetmek vb vs demek değildir. Kadın hareketi, kendi programında sosyalist veya komünist görüşleri benimseyebilir, bunun mücadelesini de yürütebilir. Kadınların bağımsız mücadelesinin küçümsenmesi ve bağımsızlık anlayışının sınıf perspektifinden yoksun şeklinde ifade edilmesi en büyük hakarettir. Sınıf perspektifi pek tabii ki kadın mücadelesi içerisinde de kök salabilir, gelişebilir. Kadın hareketi, geniş kadınlara ulaşıp, onları kendi talepleri bünyesinde örgütleme amacı taşırken, içinde yaşadığımız bu kapitalist-emperyalist sömürü düzenine karşı amansız mücadelesini yılmadan sürdürecektir.