Kan ve Barut İkliminde Bir Ulus

Kürtleri teorik ve politik bağlamlarda eleştirebiliriz. Bu eleştirilerimizde haklı da olabiliriz. Bunların hiçbirisi demokrasi-devrim güçlerinin sınırlı desteklerle yetinmelerini haklı çıkarmaz. Ne yazık ki Kürdistan’da topyekûn savaş sürerken, katliamların, baskıların ve tutuklamaların ardı arkası kesilmezken, günlerce kasabalar, kentler tanklarla çevrilirken Batı’nın demokrasi-devrim güçlerinin kısıtlı desteklerle yetinmeleri ciddi eksiklik ve çelişkidir. Bu bir nevi Kürdistan’ı kendi haline bırakmak anlamına gelir ki, böylesi bir algı eleştiriye muhtaçtır. Bu duruş, Kürt ulusu/halkıyla demokrasi-devrim güçleri arasındaki makası açar. Açılan bu makas sonrasında kolay kapanmaz. Bugün yaşananlar tarihe not düşülür, belleklerde yer edinir.

HABER MERKEZİ (27.10.2015)-Gazetemiz yazarlarından Cafer Çakmak’ın 109.Sayımızda yayınlanan ‘’Kan ve barut ikliminde bir ulus’’ başlıklı makalesini okurlarımızla paylaşıyoruz.

Zamanın tozu tortu bağlar. Kürt bir annenin oğluna söylediği “Kurêmin dünya siya derekê ye” vecizesinde, dünya ağacın gölgesidir maddi meali yaşananların toplamı beynimizde yansımasını bulur. Tam burada İbn-i Harabi’nin sorusu palaspandıras düşer, “Testiye sığar mı denizlerin suyu?” Denizlerin tüm sularını testiye doldurmak olanaksızdır belki, ama testiye doldurduğumuz da denizin suyudur. Yaşadıklarımızın bellekte toplanıp kristalize oluşudur. Cenazelerin hayatın sağlamasını yaptığı, neden ve nasıl yaşandığı ortaya koyduğu bu demde, Kürtçe Jiber kol açar. Jiber ezber anlamında karşılığını bulur. Felsefik prizmada, ’93’ün Cizre’’sinde pusatlanmış timlerle ve çatılarda konuşlandırılan keskin nişancıların tehdidiyle Kürt öğrencilere İstiklal Marşı’nı ezberlettirmekle de ilintisi yok. Bu ezber zamanın tozunda biriken tortuyu damıtıp katre yol açmaktır. Kürtler bin yıllık esaret ve direniş birikimlerine yaslanarak kurtuluşun yolunu arıyorlar. Yol aldıklarından ve düğümlenmiş tarihin prangalarını kırdıklarından muktedirler topyekûn savaş ilan edip Kürdistanlı çocukları ölüm getiren demirden kuşlarıyla vuruyor, tankları köylerin, kasabaların, şehirlerin etrafına yığıyor, Kürt kimliğiyle var olanı, var olma iradesini göstereni düşman belliyor. Her şeyi yok edebilirler, ama Kürtlerin tarihsel belleğini yok edemezler. Kürtler Koçgiri’den, Newala Kasaba ‘ya, Ağrı’dan, Suruç’a kadar uzanan tarihin gerçekliğini belleklerine toplamışlar. Bunun rafinesiyle ve iradesiyle yol alıyorlar.

Ateş ve barut ikliminde Kürtlere yana döne biteviye ne yaşadıklarını anlatmak ya da birilerinin yaptığı gibi kan revan günlerinde akıl hocalığına düşmek mütevazılıği de kaybetmektir. Kürtler ne yaşadığını biliyor. Yaşadıkları, acılarla bilinçlerine kazınıyor. Yıllarca kızının, oğlunun cesedini arayan anneler, babasını sokakta vurulmuş kanlar içinde yatmış gören bir çocuk, günlerce köyleri bombalanan ve köy meydanında işkence gören insanlar… neler yaşadıklarını gayet iyi biliyor.

Muhakkak ki Kürtler ve onların şahsında Kürt Ulusal Hareketi (KUH) eleştirilebilinir. Bu olağan, ama hiç kimsede mücadele bilgi ve deneyimlerini küçümseme gafletine düşmemeli. Unutulmasın ki ’78’de bir avuç insanla yola çıkıp mübalağa olmasın dünyanın en güçlü, zinde ve kitlesel hareketi haline gelmişler. Hep yanlış yapsalardı -yanlışların toplamında olumlu sonuçlar çıkmaz- bu başarılar yaratılamazdı. Bu sebepten eleştiri yürütürken de bu realitenin üstünden atlanılmaması gerekir.

Kürtleri teorik ve politik bağlamlarda eleştirebiliriz. Bu eleştirilerimizde haklı da olabiliriz. Bunların hiçbirisi demokrasi-devrim güçlerinin sınırlı desteklerle yetinmelerini haklı çıkarmaz. Ne yazık ki Kürdistan’da topyekûn savaş sürerken, katliamların, baskıların ve tutuklamaların ardı arkası kesilmezken, günlerce kasabalar, kentler tanklarla çevrilirken Batı’nın demokrasi-devrim güçlerinin kısıtlı desteklerle yetinmeleri ciddi eksiklik ve çelişkidir. Bu bir nevi Kürdistan’ı kendi haline bırakmak anlamına gelir ki, böylesi bir algı eleştiriye muhtaçtır. Bu duruş, Kürt ulusu/halkıyla demokrasi-devrim güçleri arasındaki makası açar. Açılan bu makas sonrasında kolay kapanmaz. Bugün yaşananlar tarihe not düşülür, belleklerde yer edinir. KUH’ye teorik ve politik eleştirilerin olması, Kürt ulusuna/halkına karşı sorumluluklarını, Kürtlerin asli (ulusun kendi kaderini tayin hakkı ve eşit- imtiyazsız birlik) ve demokratik (kimlik, anadilde eğitim… vb.) haklarını sahiplenip mücadelesini vermenin ve de aktüel olarak muktedirlerin Kürtlere karşı başlattığı topyekûn savaşa kayıtsız kalınmasını ya da sınırlı destek pratiğiyle yetinilmesini haklı çıkarmaz. Duruşun söylemden çıkıp pratikle birleşmesi tarihi sorumluluktur.

Batı’da savaşın acılarına, yaralarına ve tahribatlarına dönük yabana atılmayacak duyarlılık bulunuyor. Elbette, Batı toplumunda bütünleşmiş içeriğiyle Türklerin Kürtlerle eşit ve imtiyazsızca bir arada yaşama bilinci olgunlaşmış, gelişmiş değil. Batı’da hala Kürtleri asli ve demokratik haklarıyla kabul etmeme bilinci hâkim. Batı’nın homojen olmadığını da vurgulayalım. Böyle olmakla birlikte, çatışmasızlık atmosferini soluyan, “güvenlik politikalarıyla” bir yere varılmayacağını, akan kanı sorgulayan ciddi bir kitle de bulunuyor. Muktedirlerin makro düzeydeki iç çelişkilerinde de savaşa karşı olan klikler bulunuyor. Bütün bunlar doğru ele alındığında demokrasi-devrim güçleri açısından oldukça olumlu avantaj sahası da var. Demokrasi-devrim güçleri aktif ve etkin biçimde, sahada savaş karşıtı kitleyi harekete geçirip barış politikasını hayata geçirebilse(ydi) muktedirlerin bu denli pervasız ve fütursuz saldırıya geçmesi önlenmiş olunur(du). Rojava ve Cerablus IŞİD çetesinden temizlenip ve koridor bütünüyle PYD’nin denetimine geçtiğinde bunun içeride özelde Kürtlere, demokrasi-devrim güçlerine saldırısının üst boyutlara tırmanma olasılığı bulunuyor. Böylesi bir olasılıkta, seçimleri bile iptal (buna yeltenmesi ve sosyal bedellerini kaldırması çok zor olsa da) edip teknokrat bir hükümetle Saray yönetimi yürütülebilir. Düşük bir ihtimal olsa dahi, buna da hazırlıklı olunmalıdır.

Yapılması gerekenlerin başında, demokrasi-devrim güçlerinin kuvvetlerinin önemli bölümünü Kürdistan’a kaydırılması (belli bir kesimin kaydırılması ayrı) değil, Batı’daki proleter ve emekçileri barış politikasıyla birleştirerek muktedirlerin savaş saldırganlığını durdurmak ve aktif pozisyon almak gerekmektedir.

Batı’da demokrasi-devrim güçleri barış eksenli politikasını tek bir eylem biçimiyle sınırlamamalı, yasal tüm olanakları zorlarken buna hapis olmayıp yaratıcılıkla meşru mücadele yöntemlerini nitelikli, zengin ve çeşitlilik arz ederek pratikleştirmelidir. Devrimci eylem niteliği ve aktivistleri de, böylesi süreçlerde bilinç sıçraması yaparak gelişir pekişir. Sınırlılık, yetinmecilik, ürkeklik, statükoculuk böylesi evrelerde kırılarak aşılır. Bu yelpazeyi geniş tutarak toplumun tüm kesimleri farklılıklarıyla barış politikasına dâhil edilmelidir.

HDP’yle seçim ittifakıyla yaratılan sinerji yeni boyutlara taşınarak seçimle sınırlandırılmamalı, koşullar ve kuvvetler diyalektiği gözetilerek demokrasi-devrim güçlerinin bağımsızlığını koruyarak biraradalığını sağlamak ve “barış siyasetini” devrimci yöntemlerle sokaklarda kitlelerle buluşturmak ve daimilik sağlamak esas alınmalıdır.

Maoist tutsaklar da sürece dönük duyarlılıklarını üst seviyeye yükseltip Kürt mahpuslarla alan özgünlüklerini baz alarak birleşmeli, mümkün mertebe ortak hareket edilmeli ve öncelik vermelerinin gerektiğini düşünmekteyiz.

 

Önceki İçerikMafya-Devlet İlişkisi
Sonraki İçerikDevrim ve Edebiyat