Bilindiği gibi emperyalistler sistemin çeşitli aşamalarında (kriz, genişleme, daralma vb.) kendi çıkarları doğrultusunda farklı, taktik yapılanma yöntemleri izlerler. Meselenin geniş boyutluluğu ve dergi sayfalarının düzeni ve olanakları düşünüldüğünde konuyu bir sayıya sığdırmanın mümkün olmadığından, bu konuyu birkaç sayı devam ettirerek okurlarımızla paylaşmanın yararlı olacağı kanısındayız. Bu sayımızda da giriş olarak “kalkınma”, “ithal ikame” başlıklarıyla konuya giriş yapacağız…

Hiçbir tartışmaya yer bırakmadan, emperyalistlerin sömürgeci politikalarından zerrece vageçmediklerinin altını kalın harflerle çizelim. Ancak, özellikle II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, klasik tipteki sömürgeciliğin yerine, yarı sömürgeciliği “tercih” ettikleri, yani eskiden topuyla, tüfeğiyle, askeriyle bir ülkeyi işgal edip, doğrudan kendi yönetimleri altında o ülkenin yer altı- yer üstü zenginliklerini talan etmek ve ucuz iş gücünü insafsızca sömürme politika ve eylemlerinin yerine, ulusal “bağımsız”lıklarını kazanmış ülkeleri bu kez borçlandırarak, sermaye ihraç ederek, bu ülkelerde askeri üsler kurarak, ülkenin yönetim biçimlerine dair perde arkasında önemli roller oynayarak, o ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirerek sömürgeci politikalarını bu kılıf altında devam ettirdiler ve bunu oldukça acımasız ve zalimce yaptılar.

Teknoloji ve sanayi geliştikçe, yağma ve talanın da sınırları her geçen gün artarak devam edegeldi. Bunun için burjuva iktisatçıları ve akademisyenlerince bir dizi teoriler icat edildi. Bunların başında da özellikle II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra “kalkınma” teorileri geliyordu. Bu kavram, emperyalist ideolojinin geri bıraktırılmış ülkelere ve ülke halklarına, “uygarlaşma”, “modernleşme” adı altında sunduğu uydurma bir kavramdı. Emperyalistler için önemli olan kavramın veya ortaya konulan teorinin neye yarayıp yaramadığı değil. Önemli olan, toplumsal yaşamda da karşılığı olan kalkınma diye bir şeyin var olduğu ve kitlelerin buna inanmasını sağlamaktır. Ki bunu başardıklarını söylemek hiç de yanıltıcı değil.

Uydurma derken, bunun içi boş, hiçbir anlam ifade etmediği bir anlayış içinde değiliz elbet. Halkların, hatta geri bıraktırılmış ülkelerin lehine bir anlam ifade etmediğinin vurgusunu yapmak istedik. Ortaya atılan bu kavrama göre; “toplumların tarihsel geçmişinin ürünü olan, kültürel, ideolojik, etik, vb. kalıntılardan uzaklaşmaları gerektiği, düşüncesini içeriyor.” (1) Yazarın, bu anlayışa dair uzunca eleştiriler yürüttüğünün altını çizerek, biz bu makaleye sığdırılacak kadarıyla, meselenin özünü sunmakla yetinelim. O da şu, yaşanan burjuva demokratik devrimler sonucu, feodalizmi tasfiye etmiş, sanayisini geliştirmiş, ekonomik olarak kalkınmış ve bunun sonucu olarak toplumsal mücadelelerle kazanılmış demokratik, sosyal ve ekonomik kazanımların, eskiye oranla bir adım daha ileriye taşınmış olan kapitalist- emperyalist toplumsal formasyonların dışında kalan toplulukların tarihsel mirası olan “geri” kültürlerinin, kalkınmanın önünde engel oluşturduğu anlayışıdır. Bundan kurtulmaları ve doğru politikalar uygulanması durumunda, her toplumun, kalkınmış toplumlarla aynı seviyeye gelebilir iddialarıdır. Dolaysıyla, bunun uydurma, insanlığın ve farklı farklı toplumların ilerleme tarihiyle uzaktan- yakından bir alakasının olmadığını, ideolojik olarak uyutma, gerçeklerden uzaklaştırma anlayışı olduğunu ifade emek istiyoruz. Bu, emperyalistlerin hegemonyacı, sömürgeci yüzünü gizleme, dünya halklarına şirin görünme çabalarının ifadesidir. Daha da önemlisi, insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeğini kitlelerden gizleme çabasıdır.

Bu beyhude çabaları, reel gerçeklikmiş gibi göstermek adına, tarihsel olarak her toplum, bu “kalkınma” evrelerini birbirlerini etkileyerek, “destek”leyerek yaşayacakları teorileridir. Kuşkusuz bütün toplumların özel mülkiyetçi toplumsal üretim ilişkileri süreçlerini yaşayarak ilerleyeceği genel bir doğrudur. Köleci toplumdan, feodal topluma; feodal toplumdan, kapitalist topluma; kapitalist toplumdan, sosyalist- komünist topluma doğru ilerleyiş gibi. Bu ilerleyiş tamamen sınıf mücadeleleri tarihi olup, bir toplumdan diğerine geçişteki köklü kopuşlar tarihidir. İddia edildiği gibi, emperyalistlerin, geri bıraktırılmış ülkelere sunacakları “destek”lerle ilerleyecek, köklü dönüşümler sağlayacak bir tarih değildir.

Özellikle II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra “bağımsızlığa” kavuşan ülkelerde, emperyalist dünyanın ideolojik olarak yaydığı “kalkınma” hayallerine iyimser bir bakış ve bu yönlü bir beklenti oluştu. Bu ülkelerin genç burjuvazisi veya “seçkinler” sınıfı, emperyalistlerin de desteğiyle kalkınmanın ve sanayileşmenin mümkün olacağı, böylece dünyanın zenginliklerine ortak olabilecekleri hayaline kapıldılar. Bunun mümkün olmadığı, tüm süreçler tarafından gösterildi. Kalkınma kavramını yıllar önce Marks’ta kullanmıştı. Marks’ın kalkınma kavramına yüklediği anlam ile, burjuva ideologlarının yüklediği anlam tamamen farklıdır. “Marks’ın düşüncesinde, toplumların evrimi, iç çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Toplumların bir aşamadan diğerine geçişi, içsel yapılarının çelişkilerinin sonucudur.” Dolaysıyla, dış müdahalelerin belli bir etkisi olsa bile, Marks’ın ifade ettiği şekilde nitel bir değişimin gerçekleşmesi hem mümkün değil hem de emperyalistlerin doğasıyla da uyuşmaz.

Geri bıraktırılmış ülkelerdeki ekonomik gelişmeler, tamamen emperyalist sistemin çıkarlarına sunulmuştur

Günümüz koşullarında emperyalizmin ulaştığı aşama dikkate alındığında şu objektif durumla yüz yüze gelindiğini görmek gerekir. Dünya genelinde, ne üretim ilişkileri ve üretim güçleri, ne de kapitalist-emperyalist sistem yüz yıl önceki yerinde durağanlaşmış şekilde durmuyor. Bunun, eşyanın tabiatına aykırı olduğunu söylememize hiç gerek yok. Kapitalist-emperyalist sistem, kendisini var ettiği süre içerisinde nitel anlamda olmasa da nicel bir dizi farklılıklar ve gelişmeler yaşamıştır. Birinci, ikinci, üçüncü sanayi “devrim”leri olarak adlandırılan süreçleri bu anlayış silsilesi dahilinde ele alıp değerlendirmek gerekiyor. Günümüzde ise dördüncü sanayi “devrimi” olarak adlandırılan teknoloji ve iletişimde ki gelinen aşamayla birlikte, yeniden yapılanma dönemine evrilmiş durumda.

Bütün bu gelişmeler, emperyalist sermayenin alabildiğine yoğunlaşması ile birlikte dünya genelinde esas olarak kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetini beraberinde getirmiş oluyor. Bu, onun ilerici bir vasfa sahip olduğu veya geri bıraktırılmış ülkelerin kalkınmalarına canı gönülden destek olduğu anlamına hiç gelmez. Tam aksine, emperyalist sermayenin yolunu sonuna kadar açmak, ona daha geniş yağma ve sömürü olanakları sağlamak, kendileri açısından stratejik bölgelerde çeşitli üsler kurmak adınadır bütün olup bitenler. Bu durum, dünyanın en ücra köşelerine kadar girmiş olan kapitalist üretim ilişkilerini, emperyalistlerin kendi iradeleri dışında geliştirirken, öte yandan, emperyalist hegemonik gücün sömürü ve talan işlerini kolaylaştırıyor ve hem de kendileri açısından daha “verimli”, daha ucuz ve daha sorunsuz ya da az sorunlu hale getiriyor. Yani, geri bıraktırılmış ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale gelmesi, emperyalistler açısından bir “tehlike” veya kendileriyle rekabet edecek bir güç olma ihtimali mevcut kapitalist sistemin ulaştığı aşamadan kaynaklı mümkün görülmemektedir. Çünkü kendi iç dinamizmiyle gelişen bir kapitalizm değil, hegemonik güçlerin denetimi, emperyalist sermayenin borçlandırma tehdidi altında kendisini var etmeye çalışmaktadır.

Doğal olarak, dünya pazarlarında söz sahibi olan uluslararası tekeller, denetimleri altına aldıkları veya kendilerine bağımlı hale getirdikleri kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale geldiği geri bıraktırılmış ülke burjuvazisinin, kendileriyle rekabet edebilecek ne sermayeye ne de teknolojiye sahip olmadıklarını biliyor ve bir tehdit olarak da görmüyorlar. Ki zaten bu türden burjuva sınıfları yaratan, ayakta tutan da uluslararası tekelci sermayedir. Yani bu sistem dahilinde kendi imkanlarıyla, kendi ayakları üzerine dikilebilecek bir ulusal burjuvaziden söz etmek neredeyse imkansızdır. Şu çok açık bir gerçek. Geri bıraktırılmış ülkelerdeki ekonomik gelişmeler, uluslararası sermaye çevrelerince, kendi iç dinamizmiyle gelişmesinin önü alınmış ve tamamen emperyalist sistemin çıkarlarına sunulmuştur.

Kapitalist-emperyalist yayılmacılığın vardığı nokta, sistem olarak kapitalist sistemin dünya genelindeki egemenlik sistemidir. Feodal kalıntıların artık sistem üzerinde esasa dair belirleyiciliği kalmamıştır. Özellikle sermayenin aşırı derecede yoğunlaştığı, dünya pazarlarının belli başlı uluslararası tekellerin denetimine girdiği günümüz koşullarında, feodal üretim ilişkilerinin etkisi kırılıp etkisizleştirildiği gibi, geri bıraktırılmış kapitalist üretim ilişkilerinin egemen hale geldiği ülkeler de sistemi oluşturan zincirin alt halkaları durumundalar. Bu halkalar ancak nitel bir değişim yoluyla, yani sosyalist bir devrimle zincirden koptukları zaman emperyalist sistem için tehlikeli bir duruma gelirler. Aksi durum, zincirin alt halkaları olarak kaldıkları sürece, uluslararası emperyalist tekeller için, geri bıraktırılmış ülkeler ne bir tehdit unsurudurlar ne de bu ülkelerin “seçkin” sınıfları uluslararası tekellere kafa tutacak pozisyondalar. Doğal olarak, kapitalizmin ilk ve belli bir aşamasındaki dönemlerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale geldiği ülkelerdeki burjuvazi gibi hem kendi pazarını koruma ve hem de dünya pazarlarında at koşturma olanakları, gelinen aşamada pek olanaklı bir durum değil.

Kapitalist-emperyalist sistemin yarattığı uluslararası iş bölümü, ticaret, uzmanlaşma, sanayileşme vb. gibi üretim ilişkileri zaten buna müsaade de etmemektedir. Durum gelinen aşamada bu ise, emperyalizm, bu somut durumda kendisine “engel” olabilecek, kendisinden daha geri üretim ilişkilerini tasfiye eder mi sorusunu yeniden sormak ve tartışmak gerekir. Marksizm eğer gelişmeleri sorgulama, değiştirme ve dönüştürme üzerine kurgulanmış ise, mevcut gelişmeleri sorgulama işi de günün komünistlerinin görevi olsa gerek. Gelişmelerden, sorgulamalardan söz etmişken somut gelişmeleri tüm detaylarıyla olmasa da öz itibarıyla irdelemeye çalışalım.

Feodal derebeylerle, doğmakta olan burjuvazi arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, yeninin yol alması, eskinin ise, yıkılıp zamanla tarihe karışması anlamına geliyordu. Burada, uzun ve kanlı mücadelelere sahne olan sınıflar arası mücadeleler üzerinde durmayacağız. Ki bu anlamıyla bütün tarihi yaşanmışlıklar, eğrisiyle-doğrusuyla tarihle ilgilenen herkesin bilincinde mevcuttur. Elbette geleceği doğru yorumlayabilmek için, buradan çıkartacağımız büyük dersler var. Tartışarak sosyalist mücadelenin yolunu açmak adına tam da yapmak istediğimiz budur. “Her şeyi biz biliriz” ukalalığı ve kendimizi dünyanın merkezine koymak gibi bir anlayış içinde değiliz. Tam aksine, bir yandan somut gelişmelere, somut müdahaleler bilinci ve göreviyle hareket ederken; bir yandan da kolektif aklın önemini gözden kaçırmamaya çalışıyoruz.

Konumuza dönecek olursak, sözünü ettiğimiz tarihsel koşullar altında, kapitalizmin ilk nüvelerinin İngiltere’de yeşermeye başladığını görürüz. Bunu takiben Almanya, Fransa, Rusya, Amerika ve Japonya gibi ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin farklı biçimlerde yaygınlaştığına da tarih tanıklık yapmaktadır. Örneğin İngiltere’de kapitalist üretim ilişkileri, “başta hafif sanayilere dayalı tedrici sanayileşmeye, teknolojik buluşlara ve bunların üretim sürecine sokulmasına, düşük ücret, yüksek kara, özel yatırımlara ve genişleyen pazara dayanıyordu.” Japonya da ise durum daha farklıydı. İthal ikameci “kalkınma”dan söz edildiğinde genellikle örnek olarak Japonya gösterilir kimi burjuva ekonomist veya iktisatçılar tarafından.

Oysa Japonya’da kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim seyri, İngiltere’den epeyce farklıdır ve İthal ikameci politikalarla da bir alakası yoktur. “Bir kere Japonya ‘feodal aşama’yı ileri düzeyde yaşamış bir ülkedir ve tarihinin hiçbir döneminde “azgelişmiş” bir konuma düşmemiştir. Toplumun kapitalistleşme yolunda ilerlemesinde devlet belirleyici ve anahtar bir işlev üstlenmiştir. Bundan başka japonya ‘özel tarihsel koşullar’dan yararlanabilmiştir. Öteki sanayileşmiş ülkelerin iç sorunları (krizler, savaşlar) yüzünden tatmin edemediği dünya pazarının sanayi ürünleri ihtiyacını karşılayarak, bir pay almayı başarmıştır. Benzer özel durumların hiçbiri ikinci savaş sonrasının azgelişmiş ülkeleri için geçerli değil.” (2)

İthal ikameci kalkınma

Kapitalist-emperyalist sistem, kendi yapısal krizleri nedeniyle dara düştükçe, ayakta kalabilmek için farklı yapılanma yollarına baş vurur. Bunlardan biri de “İthal İkameci Kalkınma” metodudur. Bu yapılanma metodunun ilk ortaya çıkışı 1929 krizinin hemen sonrasıdır. Krize kaynaklık eden şeyin esas olarak dış ticaretteki daralmalardır. Bu durum temel malların fiyat dengelerinin çökmesini beraberinde getirmişti. Hiç kuşku yok ki böyle bir sürecin ortaya çıkışının müsebbibi az gelişmiş veya geri bıraktırılmış ülkeler olamazdı. Bu, mevcut sistemin kendi yapısında var olan bir durumdu. Ancak sistemi yeniden yapılandırmak adına, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, bu arada Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1930’lardan itibaren İthal ikameci politikalara yöneldi uluslararası emperyalist tekeller.

Her ne kadar buna söz konusu geri bıraktırılmış ülkelerin “kalkınma”sı için uygulamaya konulmuş politikalar denilse de aslında krizin ortaya çıkardığı ve kendileri açısından “olumsuz” duruma müdahale etmek, günü kurtarmak adına acil sorunlara çözüm bulmak ve belki de en önemlisi krizin ağır yükünü geri bıraktırılmış ülke halklarının omuzlarına yüklemekti. Uygulanan politikanın, geri bıraktırılmış ülkeleri kapsamlı bir sanayileşmeye götüremeyeceği, makine yapan makinaların üretilemeyeceği, ancak ara mallar üreten, ithalata dayalı ve esas olarak iç pazara yönelik bir sanayileşmenin yaratılacağı veya yaratıldığı da bilinen bir durum.

İthal ikameci politikalarının ilk ortaya konulmasının nedeninin krize kaynaklık eden dış ticaret daralması ve temel mallardaki fiyat dengesizliği, ihraç ürün fiyatlarının çökmesinden kaynaklı neredeyse tüm sosyal sınıfların bu durumdan olumsuz olarak etkilenmesini beraberinde getirmişti. “Dolayısıyla doğrudan devletin varlığını tehdit eden bir durum ortaya çıkmıştı. Bu yüzden ekonomide ortaya çıkan kopukluğu gidermek, aynı zamanda egemen sınıf ittifakının ayakta kalmasının ön koşulu haline gelmişti.” İthal İkameci Kalkınma.

Önümüzdeki sayıda İthal ikameci politikaların 1950’lerden sonraki aldığı boyut ve genişleme dönemini irdeleyeceğiz. Ayrıca İthal ikameci politikalardan vazgeçilip, neo liberal yapılanmanın nedenleri ve sonuçları üzerinde duracağız. Amacımız, Lenin yoldaşın haklı ve doğru olarak “burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği ve artık burjuva demokratik devrimlerin döneminin kapandığı” tezinin altını çizmek; yüz yıl sonra gelinen aşamayı, Leninist ilkeler ışığında irdelemektir. Günümüzde “bağımsız”lığını kazanmış pek çok ülkede burjuva demokratik devrim süreçleri yaşanmamış olmasına rağmen kapitalist üretim ilişkilerinin ağırlıklı hale gelmiş olmasının neden ve nasılları günümüzün önemli tartışma konuları arasındadır. Yazımızın bu birinci bölümünde bu meseleye ilişkin bir giriş yapmış olduk. İleriki bölümlerde tartışmalarımızı devam ettireceğiz.

Devam edecek…

[1] Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü / Fikret Başkaya

[2] ( age/ saf. 109)

Önceki İçerik50. Ölümsüzlük Yılında Komünist Önder Kaypakkaya, Siyasal İktidar Mücadelemizde Tayin Edici Güzergahımızdır!
Sonraki İçerikMKP: Şan olsun 8 Mart’a, şan olsun 8 Mart’ı yaratanlara!