Bir önceki sayımızda konuya ilişkin olarak kapitalist-emperyalist sistemin krizler gibi, daralma veya genişleme gibi somut durumlarda sistemin çıkarları ve sürdürülebilirliği için farklı farklı “çözüm” yolları aradığı ve bunları hayata geçirdiği gerçeğinin altını çizmiştik. Geçen sayımızda bu “çözüm” yollarından “kalkınma” ve “ithal ikameci” politikalarının bir özetini sunmuştuk. Bu sayımızda, bir önceki yazımızın devamı adına meseleyi biraz daha genişleterek daha farklı boyutlarıyla irdelemeye çalışacağız. Bunu yaparken, amaç sadece emperyalistler lehine ve geri bıraktırılmış ülkelerin aleyhine olan politikaların hatırlatılması değildir. Amaç, kapitalist-emperyalist sistemin aldığı yol, geldiği aşama ve bunun yarattığı sonuçlara dair kafa yormak, bu politik ideolojik şekillenişlerinin geri bıraktırılmış ülke halkları ve aynı zamanda bu ülkelerin hâkim sınıfları üzerindeki etkilerini tartışıp, yaşanmış ve yaşanabilecek olan gerçeklerden doğru sonuçlar çıkartabilmektir. Marksist bilimsel yaklaşım bunu gerektirir. Somut gelişmeler üzerinden sorular sormak ve bu soruların yanıtlarını almak. Marksist olabilmenin birinci koşulu budur. Yani, somut durumun, somut tahlilini yapmak gerekiyor.

Bu yazımızda İthal İkameci politikalar üzerinde biraz daha duracağımızı, özellikle “genişleme” dönemine ilişkin izlenen politikaları biraz daha etraflıca, ele alacağımızı ve buradan neoliberal yapılanma sürecine neden, niçin geçildiğine dair sorunu irdelemeye çalışırken, esasen sorunun özüyle ilgileneceğiz. Eski veya doğrudan sömürgeciliğin yerini esas olarak yeni tipte yarı sömürgeciliğin aldığı ki bu esas olarak da II. Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalistlerin uygulamaya koyduğu bir politika olduğu, genel kabul gören ve toplumsal pratikte de görülen bir durumdur. Bunun bir nedeni ulusal mücadelelerin yaygınlaşması iken, diğer nedeni pek çok ülkede sosyalistlerin iktidarı ele geçirmiş olmalarıdır. Sömürge ve bağımlı ülkelerin bağımsızlık mücadeleleri ve dünya halklarının sosyalistlere artan güveni, emperyalistleri böyle bir politika izlemeye zorunlu kılmıştır. 

İthal ikame ve geri bıraktırılmış ülke sorunu

Emperyalistler, bir yandan yükselen devrim dalgasının önüne set çekme çabası içinde iken, diğer yanda geri bıraktırılmış bu ülkeleri en acımasız bir biçimde nasıl sömüreceklerinin, yağmalayacaklarının da hesabını yapıyorlardı. Bunun için özellikle söz konusu geri bıraktırılmış ülkelerin de kalkınıp, emperyalistlerin zenginliklerine erişebileceği ve onlara ortak olabilecekleri propagandasını yaygın olarak dünya genelinde işlediler. Bunun ideolojik temellerini de ırkçı bir şekilde oluşturmayı da ihmal etmediler. Örneğin, geri bıraktırılmış ülkelere ilişkin olarak, geri kalmışlığın nedeni “kültürel gerilik” veya “yetersizlik”lere bağlıyordu batılı emperyalistler ve onların kalemşörleri. Onlara göre, “beyaz, Anglosakson ve Protestanlar kalkınmaya, uygarlığı geliştirmeye yatkındırlar.” Dolayısıyla dünyanın geri kalan halkları ve ulusları kalkınmaya, uygarlaşmaya kültürel şekillenişleri gereği yatkın değillerdir. Kalkınma bilinçleri yoktur. Bu ırkçı anlayışlar ve tezler dünya halklarının bugüne kadar yarattıkları uygarlıkları inkâr edip yok saymakla kalmıyor, örneğin “sarı ırka” mensup Japonya’nın mevcut sistem içinde nasıl ileri emperyalist bir güç haline geldiğini veya Sovyetlerin, Çin’in, Arnavutluk, Vietnam, Küba vb. ülke halklarının dünya halkları için yarattıkları değerleri görmemezlikten geliyorlar.

Öte yandan bir diğer saçma “tez” ise, geri bıraktırılmış ülkelerin “kaynak donanımlarının, iklim ve çevre koşullarının, aşırı nemli veya kurak, toprakların verimsiz, yer altı kaynaklarının yetersiz oluşuna” bağlamaktadır. Bu saçmalıkların en ufak bir değeri yoktur. Çünkü herkes de biliyor ki, Afrika veya başka coğrafyalar da verimli arazilerden yılda iki veya üç kez ürün alınmasına rağmen, açlık ve yoksulluk bura halklarının yakasından düşmüyor. Ya da, Brezilya, Zaire gibi ülkeler dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahipken buralarda kalkınma olmuyor. Arap yarım adası dünyanın petrol ihtiyacını karşılamasına rağmen geri bıraktırılmışlıktan kurtulamıyor. Japonya doğal kaynak zenginliği bakımından oldukça yoksul olmasına rağmen ileri emperyalist bir güç haline gelebiliyor. Demek ki sorun ne kültürel şekillenişte, ne de doğal kaynaklar ve iklimsel meselelerde. Sorunun kaynağında emperyalist talan, yağma ve uluslararası emperyalistler lehine işleyen bir iş bölümü, sömürü mekanizması ve uzmanlaşma var.

Kapitalist- emperyalist sistemin ağa babaları kriz döneminde savaş da başka politikalar, “soğuk savaş” döneminde başka politikalar, nispeten genişleme dönemlerinde başka politikalar uyguladılar, uygulamaya da devam ediyorlar. 

İthal ikameci politikalar 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, yani pazarların paylaşımının tamamlandığı ve geçici de olsa bir “barış” ortamının sağlandığı, ama aynı zamanda özellikle sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazandığı, yeni ulusal devletlerin ortaya çıktığı, ama aynı zamanda emperyalist sistemin genişleme döneminin de yaşandığı bir sürecin politikasıdır. Sözde geri bıraktırılmış ülkelere sanayi ihraç edilecek, böylece kalkınmaları sağlanacaktı. Geri bıraktırılmış ülke hâkim sınıfları da bu politikayı pek ala benimsemişlerdi ki hala da kitleleri bu biçimde uyutmaya devam ediyorlar. Peki, bu ikiyüzlü politikanın arkasında ki gerçek neydi? İddianın tersine, çokuluslu emperyalist tekellerin, geri bıraktırılmış veya yarı sömürge ülkelerin iç pazarlarına yayılmak ve buraları kendi denetimleri altına almaktı. Bu, emperyalistlerin talan ve sömürü sisteminin o günkü koşullarda aldığı bir biçimdi. 

Emperyalist tekeller öncelikle sermayeleri ile ve aynı zamanda ithal ikame yoluyla geri bıraktırılmış ülkelere girerken, kendilerine sağlanan bir dizi kolaylıklar ve avantajlarla da giriyorlar. Örneğin, “vergi muafiyeti veya indirimi, ucuz kredi, ithal girdilerde vergi bağışıklığı garantisi, düşük faizli kredi kullanma olanağı, çeşitli sübvansiyonlar, ucuz iş gücü vb.” Bütün bunlar, geri bıraktırılmış ülke burjuvazisinin kendi pazarına sahiplenmesinin önünü kesen ve uluslararası emperyalist tekellere inanılmaz karlar sağlayan durumlardır. Bu, ülkede uluslararası tekellerce yaratılan üretim sektörlerinde, bir diğer anlamıyla tekellerde ülke burjuvazisinin belli bir pay sahibi olmasına olanak sağlayan, ama aynı zamanda söz konusu tekellerin işbirlikçisi konumunda kalıp kompradorlaşan bir burjuvazinin türemesini beraberinde getiriyor. Eski tip acentacı bir komprador burjuvazi değil, tekelleşmiş üretim sektöründe belli bir pay sahibi olan komprador burjuvazi. Burada esas pay, ya da sermaye uluslararası tekelci burjuvazinin sermayesidir. Bu yüzden komprador burjuvazi, emperyalistlerle rekabet edecek bir konuma gelememektedir. 

Kısacası genişleme dönemi denen bu dönemde, emperyalistler bir yandan yarı sömürge ülkelere sermaye ihraç edip boçlandırırken, bir yandan da eskimiş üretim makinalarını, ya da kısmen ileri seviyede teknikler kullanan hafif sanayi makinalarını buralara ihraç ederek dengesiz iş bölümünü kendi lehlerine sağlamış oluyorlardı. Dengesizdir, çünkü bu makinalarla yapılan üretim, yenileriyle rekabet edecek üretim gücüne sahip değillerdir. Belki de en önemlisi, emperyalistler hiç bir zaman bu ülkelere makine yapan makinalar ihraç etme yoluna gitmediler. Ağır sanayiden uzak tuttular bu ülkeleri. Şunu da rahatlıkla söylemek gerekir; bu, emperyalistlerin lehine işleyen kapitalist bir iş bölümüdür. Yani, buralarda oluşan kapitalist ekonomik yapı, esas olarak emperyalist tekellerin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına dönük işleyen bir yapıdır.

Keynesçi politikadan neoliberalizme geçiş ve neoliberal politikanın çöküşü

Keyneçi politikaların da bu dönemde etkileyici olduğu bilinmektedir. Keynes’in en belirgin yanı, kapitalist-emperyalist ülkelerde devletin ekonomideki rolünün arttırılmasıdır. Çünkü Keynes’e göre özel sektör dengesizdir. Bu dengesizliği devletin üstleneceği rolle gidermek mümkündür. Yani Keynes, özel sektöre karşı değildir, devletin ekonomiye müdahalesinin şart olduğunu savunur. “Keynesyen iktisatçılar, ‘Fonksiyonel Devlet Teorisi’ çerçevesinde, kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında etkinlik sağlanması, iktisadi istikrarın sağlanması, iktisadi büyümenin ve kalkınmanın sağlanması, ödemeler bilançosunda denklik sağlanması” gibi nedenler baz alınarak, devletin ekonomi üzerindeki fonksiyonunun önemini ve gerekliliğini savunuyorlardı.

Kuşkusuz bütün bunlar kapitalist sistemin devamı ve sürdürülmesine dönük ekonomik ve iktisadi politikalardı. Bu politikalar 1970’lerin ortalarına kadar devam ettirildi. Özellikle emperyalist talan ve yağmanın önünde büyük bir engel teşkil eden sosyalist kampın tamamen dağılmasıyla birlikte uluslararası emperyalist tekeller için de yeni bir dönem başlamış oldu. Keynesçi politikalardan vazgeçip, neoliberal politikalar hayata geçirilmeye başlandı. Bunun nedeni elbette sadece sosyalist kampın dağılması değildi. Emperyalistler yeni yapısal krizler dönemine girmişti tekrar. 1960’lara kadar süren düşük fiyat artışları, düşük işsizlik oranları, ekonomide yüksek büyüme oranlarının yerini tersi durum almaya başladı. Yani emperyalist sistem yeni bir yapısal krizin ortasındaydı. Her kriz döneminde, bundan kurtulmanın yol ve yöntemlerinin arandığı bilinen bir gerçektir. Bu kez neoliberal yöntem denenecekti, öyle de oldu.

“Neoliberal tezler sadece teorik entelektüel alanı ele geçirmekle kalmadı, politika araçlarını ve politikaları da belirler hale geldi. Kapitalizmin içine girdiği ‘yapısal kriz’e sorumlu arayışı hızlandı. Olumsuzluğun asıl nedeninin piyasanın ‘normal ve kendiliğinden’ işleyiş ortamından uzaklaşmış olması görüşü egemen oldu.” ( age/ saf. 145) Buna göre, yani neoliberal yaklaşıma göre krizin asıl nedeni devlet müdahalelerinin aşırıya vardırılmış olmasıydı. Devlet aşırı kaynak kullanıyor ve kaynakları israf ediyordu. Devletin ekonomideki bu fonksiyonu, özel girişimlerin önünü tıkıyor, büyümelerini engelliyordu. Bundan derhal kurtulmak gerekiyordu.

Devlet, askeri harcamalar dışında küçültülmeliydi. Yani devlet esas olarak özel sermayenin jandarması konumuna getirilmeliydi. Neoliberallerin aslında ideolojik olarak faşist ideolojiden beslendikleri bilinen bir gerçektir. Doğal olarak emek cephesine dair de politikaları olacaktı. Buna göre, sendikalarda örgütlü olan işçi sınıfı, iş gücü piyasasında tekel oluşturarak, aşırı isteklerde ısrar etmektedir. İşçi ücretlerini yukarı çekmekte ve verimlilik dengesini bozmaktadır. Bu durumun önüne geçilmeliydi. Devlet tam da burada özel sermayenin lehine üzerine düşen rolü oynamalıydı. Emek düşmanlığını ve özel sermaye dostluğunu en uç noktaya taşımalıydı. 

1980’lerden günümüze kadar uygulanan neoliberalizmle emek düşmanlığında sınırsız davranan emperyalistler, uşakları olmuş devletler eliyle doğayı talan etmekte de sömürü ve talanı en uç noktaya ulaştılar. Neoliberal yapılanma sürecinde, hem uluslararası emperyalist sermaye olabildiğince yoğunlaştı, hem de bu tekellerin karları görülmemiş oranda arttı. Uluslararası tekeller arasında ki rekabet hız kazandı, kimi orta boy tekeller “iflasa” sürüklendi, kimileri birleşti ve dünya pazarını ele geçiren tekel sayılarında da daralma oldu. Bu durum yeni krizlerin kapısını çalmakta gecikmedi. 2008 krizinin baş göstermesiyle birlikte, neoliberaller, bölgesel savaşlar, pandemi süreci, iç faşistleştirmeler, halklar arasında düşmanlığın yaygınlaştırılması, göç ve göçmenlikle ilgili ırkçı politikalarla vs. vb. süreci atlatmaya çalıştılarsa da başarılı oldukları söylenemez. Bütün bu süreçler boyunca inanılmaz büyük karlar elde ettiler ama sistemi rayına oturtamadılar. Çünkü bütün yük dünyanın ezilen yoksul halklarının sırtına bindirildi. Yoksulluk, işsizlik, kan ve gözyaşı sürekli bir biçimde artarak devam etti, ediyor. Doğal olarak bu durum, ezilenlerin öfkesini de kamçıladı. Halklar, hakları için sokaklara inmeye başladı. Öte yandan hâkim sınıfların kendi aralarındaki çelişkiler de derinleşti ve pazar paylaşım kavgası devam ediyor. En son Ukrayna’da yaşananlar bunu en bariz örneğini oluşturuyor. Kısacası, neoliberal politikaların da artık işe yaramayacağı kesinleşmiş, yeni yapılanma arayışları içine girdikleri bilinen bir gerçek. Tam da Lenin’in işaret ettiği çürümenin, yozlaşmanın en üst boyutta yaşandığı bir dönemdir bu dönem. Bunu emperyalizm açısından söylüyoruz. 

İktisaden eşitsizlik tekellerin çıkarına rol oynamaktadır

Sürecin kısa bir özetini yaptıktan sonra, genel bir toparlama ve değerlendirme yapmak gerekirse: kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, haklı olarak bugünlere kadar uzanan şöyle bir yaklaşım var. Özellikle “bağımsız-lık-larını” yeni kazanmış genç ülkeler kalkınmalarını, sanayileşmelerini tamamlar veya bu alanda önemli yol alırlarsa, emperyalist ülkelere olan bağımlılıklarından kurtulur, kendi iç pazarlarının egemeni durumuna gelir ve daha da önemlisi uluslararası pazarlarda söz sahibi olabilirler. Bu durum serbest rekabetçi dönem için bir ölçüde anlaşılırdır. Ancak, kapitalizmin yüksek aşaması emperyalizm için sadece teorik olarak soyut bir iyi niyet okumasıdır. Hatta emperyal aldatmacadır. Öyle ise gerçek durum nedir. Gerçeğin, söylendiği gibi olmadığını yaşayarak görmekteyiz. Zira bu ülkelerin “bağımsız-lık-ları” haddinden fazla abartılmıştır. Aslında bunlar biçimsel bağımsızlığın ötesine geçememişlerdir, geçirilmemişlerdir. Bundan ötürü kendi iç pazarlarının egemeni olma ve bu anlamıyla da emperyalist ülkeleri “zor” durumda bırakma bir yana, emperyalist talanı ve sömürü ağını daha da kolaylaştırmışlardır. Çünkü klasik sömürgecilik dönemindeki uluslararası iş bölümü ve uzmanlaşma konularında, kapitalizmin özü meselesinde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. 

Eşitsizlik, emperyalist tekellerin lehine devam ettirilirken, ağır borç yükü altında bağımlılık derinleştirilmiştir. Geri bıraktırılmış ülkelerin hâkim sınıfları kendi ekonomik güçlerine güvenmeyi değil, emperyalist tekellerin ülkeye yapacakları yatırımlara ve döviz girdisine güveniyorlar. Oysa her yatırım, her borçlanma daha sıkı bağımlılık demektir. Gerek sermaye girişi, gerekse doğrudan yatırımlar girilen ülkelerde ister istemez kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasına ve belirleyici hale gelmesine vesile oluyor. Çünkü artık kapitalist- emperyalist sistem dünya sistemi haline gelmiş, toplumların bütün hücrelerine kadar işlemiş durumdadır.

Uluslararası emperyalist tekeller nereye giderlerse gitsinler, sömürü sistemlerini mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde yürütmek durumundadırlar. Geri veya feodal üretim ilişkileri bu sistem içinde fazla bir anlam ifade etmeyecektir artık. Çeşitli oran ve biçimlerde varlıklarını sürdürüyor olsalar bile, iktisadi olarak belirleyici olma vasıflarını yitirmiş durumdalar. 1900’lerin başlarında Lenin şu tespiti yapıyordu: “Demek ki, toplam işletme sayısının % 1’inden azı, toplam buhar gücünün ve elektrik enerjisinin 3⁄4 ünden fazlasını elde bulundurmaktadır. Buna karşılık, beşten fazla işçi çalıştırmayan ve toplam işletme sayısının % 97’sini meydana getiren 2.970.000 küçük işletme, toplam buhar, elektrik ve çekim gücünün yalnızca % 7’ sine sahiptir. On bin kadar büyük işletme, her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiç bir şey.” ( Lenin/ Emperyalizm/ saf. 22)

İki yüz yıl önce, kapitalist üretim ilişkilerinin şafağında, pre-kapitalist ilişkilerin üretimdeki yeri bu ise, iki yüz yıl sonra, emperyalizm aşamasında ve sermayenin alabildiğine yoğunlaştığı, uluslararası tekellerin dünya ekonomisine damgasını vurduğu bu süreçte, feodal kalıntıların veya küçük üretimin üretim ilişkilerindeki rolünün önemini, daha doğrusu fazla bir anlam ifade etmediğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok sanırız. Çünkü biliyor ve görüyoruz ki kapitalist- emperyalist sistem, dünyayı sarıp sarmalayan evrensel bir sömürgeci, sömürü ve talan sistemi aşamasına ulaşmıştır. Yani bir avuç emperyalist haydut, dünya halklarını (sadece halkları değil geri bıraktırılmış ülkelerin hâkim sınıflarını da) mali, siyasi ve kültürel her yönlü kendi boyunduruğu altına almış ve sistemi tamamen kendi çıkarları doğrultusunda işletmektedir.

Toplumsal ilerleyiş bu seviyeye gelmişken, ulusal burjuvazinin kendi iç pazarlarının egemeni olma ve emperyalist ülkeleri “zor” durumda bırakması bir yana, emperyalist sömürü ve talan ağını daha da kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Çünkü iktisaden eşitsizlik kanunu tamamen tekellerin lehine işlemektedir. Bunun dayattığı sonuç bitmek tükenmek bilmeyen bir borçlanma ve geri bıraktırılmış ülkelerin nefes alış verişleri bile uluslararası tekellerin denetimine girmiş olmasıdır.

Feodalizmden arta kalan çelişmeler emeğin çözeceği demokrasi sorunları olarak varlığını sürdürüyor

Sonuç olarak, gelinen aşamada geri bıraktırılmış ülkelerin, emperyalist tekellerin taşeronu rollerine rağmen bağımsız ve hükümran bir kendine yeterli kapitalist ülke olmaları mümkün değildir. Kaldı ki bu rolle emperyalist dünya sistemine eklemlenmiş olmaları nedeniyle bu ülkelerin hâkim sınıflarının da esasta böyle bir yönelimleri yoktur zaten. Zaman zaman veya kimi ülkelerde ulusal burjuvazinin “sol” kanadına mensup burjuva klikler sahaya çıksalar da sonuç alıcı bir tek adım atamadıklarını, dönüp dolaşıp uluslararası emperyalist tekellerin ağına düştüklerini pek çok kez gördük. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde, burnumuzun dibindeki Yunanistan’da “sol” söylemli hükümetlerin ya emperyalistlerin faşist askeri darbe organizeleriyle, ya da uluslararası emperyalist tekellerin iktisadi kıskacıyla kendileri için kullanılabilir duruma getirildiklerini tartışmasız bir biçimde gördük.

Esas olarak dünyanın genelinde üretimin kapitalist üretim ilişkilerine denk düşecek biçimde alabildiğine toplumsallaştığı, ama toplumsal üretim araçlarının çok küçük bir azınlığın mülkiyetinde olduğu bu aşamada geri bıraktırılmış ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale gelmesi, hem uluslararası emperyalist tekeller için ürkütücü değil, hem de dünyayı sarıp sarmalayan kapitalist üretim ilişkileri açısından kaçınılmazdır. “…emperyalizm bu ülkeleri sömürürken, buralarda demiryolları, fabrikalar ve yapımevleri, sanayi ve ticaret merkezleri kurmak zorundadır” der Stalin. Belki yüz yıl önce daha fazla sömürebilmek belirli bir sınırı baz alarak bunu yapmak durumundaydı; ama bugün, kapitalist-emperyalist üretim ilişkilerinin vardığı aşamanın zorunluluğu gereği de bunu yapmak durumundadır. Yani kapitalizmin şafağında, hatta emperyalist aşamanın ilk evrelerinde emek sermaye çelişkisi esas olmakla birlikte, feodalizmden arta kalan çelişmeler de emeğin çözeceği demokrasi sorunları olarak varlığını devam ettiriyor.

Bugün bu feodal kalıntılar mevcut geri kapitalist sistem açışından bir sorun teşkil etmese de sosyalist devrim programında çözülecek önemli sorunlar olarak tanımlanırlar. Yazımızın başında sorduğumuz sorunun cevabını buralarda aramak gerekiyor. Yani, artık burjuva demokratik devrimler çağı kapandığına ve iç başkalaşım yoluyla da kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale gelme şansı bulunmadığına göre, bu iki yoldan geçmeyen geri ülkelerde kapitalist üretim ilişkileri nasıl hâkim hale gelmiş olabiliyor. Sorunun cevabını, kapitalist- emperyalist üretim ilişkilerinin dünya genelinde egemen hale geldiğinde, egemenliğin bir avuç tekelci, kartelci, tröstcü sermayedarların denetimi altında olduğunda aramak gerekir. Burada söz konusu olan emperyalizmin “ilericiliği” falan değil. Ki bu onun karakterine tamamen ters bir durumdur. Söz konusu olan ekonomik, ticari, teknolojik vb. olarak toplumsal ilerlemedir. Bu ilerleme, burjuva demokratik devrimlerin ve iç başkalaşma yoluyla kapitalistleşmenin yolunu kesse de, sosyalist devrimlerin daha da yakınlaşmasının yolunu açmaktan kurtulamaz.

Önceki İçerikDepremin Sistemle, Sistemin İnsanla İlişkisi!
Sonraki İçerikMKP: Partimizin 51. Mücadele Yılını Komünist Coşkuyla Selamlıyoruz!