MESS ve Sabancı Holding yöneticiliğinden, Başbakanlık Müsteşarlığına, “TC” egemenler sistemi tarafından atanan Turgut Özal’ın eliyle dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e “hizmete mahsus” talimatı ile sunulan ve 24 Ocak Kararları olarak bilinen “ekonomik istikrar paketi”, dönemsel olarak kriz içinde bulunan “TC” ekonomik sisteminde, anlık “çözümler” üretmekten öte, daha uzun vadeli ekonomik-siyasal amaçlar içermekteydi. Rapor olarak sunulan 24 ocak kararlarında esas hedef, emperyalist sermayenin talanına, tüm iç ekonomik işleyişin daha derinlikli olarak bağlanması, emperyalist tekel sermayesinin yayılma-büyüme ve merkezileşme hareketine göre iktisadın düzenlenmesi ve sömürülen-ezilen emekçi kesimlerin, ekonomik bölüşüm ilişkilerinden aldığı payın çok sert kemer sıkma politikalarıyla geriletilmesi, bunun sağlanması için de, ekonomik-sosyal-siyasal örgütlü güçle, ezilenlerin tüm mücadele aygıtlarının dağıtılması-ezilmesi öngörülmüştür.

Emperyalist sermayeye bağlı komprador sermayenin iktidarının sürdürülebilmesi için, planlanan karşı devrimci hamlenin özü buydu. Bu karşı devrimci hamle, sadece toplumsal muhalefeti ezmekle sınırlı bir kesitte planlanmamış, aynı zamanda burjuva egemenlik aracı olan “TC” devlet aygıtının baştan aşağı bu işleyişe uygun dönüştürülmesi boyutu ile de planlanmıştır. 24 Ocak kararları ve akabinde devreye sokulan Askeri Faşist Cunta koşulları, emperyalist ve işbirlikçisi komprador sermayenin iddia ettiği gibi, devletin ekonomiden el çektirilerek daraltılması değil, “serbest piyasa ekonomisine” direnç gösteren yönlerinin “terbiye” edilerek, burjuva iktisadi piyasayı aktif şekilde besleyen, teşvik eden merkezileşmiş-otoriter bir odak olarak “yeniden” kurumsallaştırılması amaçlanıyordu. Yani, 24 Ocak Kararları ile hedefi ve niteliği tayin edilen iktisadi planlamanın ve bu planlamanın topluma dayatılan ağır ekonomik koşullarının askeri faşist darbe ile icra edilmesinin bir ayağında, burjuva devlet aygıtının, sermayenin yayılma sürecine göre dönüşümü söz konusuydu. Merkezi idarenin (yani devlet ve temel organlarının) yeniden düzenlenmesi başlığı altında, koordinasyon, para ve kredi koşulları, yabancı sermaye (emperyalist sermaye) ve teşvik gibi temel başlıklar, güçlendirilmiş başbakanlıkta toplanacak ve iktisadi-siyasal planlamalar dar bir kadro ile, etkili işletilecek… 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi ile başlatılan bu süreçle, büyük sermaye, devletin idaresinde yapılması planlanan bu dönüşümü, devrimci-sosyalist-aydın toplumsal dinamikleri ezmeye paralel olarak öngörüyordu. Özal hükümeti, bu rolle darbenin gerici atmosferi üzerinden başa getirildi.

Özal hükümeti, “serbest piyasa ekonomisi” adı altında, ekonominin tüm nefes borularını, emperyalist tekel sermayesinin denetimine sunmakta son derece arsız davrandı ama, bu ekonomik politikalarla derinleşen, sınıfsal-ulusal çelişkiler karşısında biçare kaldı. Kürt ulusunun devrimci başkaldırısıyla sürdürülen savaş düzeyi, devrimci, komünist hareketlerin sürdürdüğü savaş düzeyi ile birlikte, sistemin iktisadi-siyasal sürecini darbeliyordu ve Özal Hükümeti, ayakta kalmak için, 12 Eylül AFC sinin önüne konan “ödevlerinden” taviz vermek zorunda kalıyordu. 1988 bahar eylemleriyle, işçi ve kamu emekçileri başta olmak üzere, toplumsal muhalefette yaşanan ivme, ulusal-sosyal devrimci kurtuluş mücadelesinin kazandığı ivmeyle birleşerek, dinamik bir sürecin yaşanmasını sağlamış ve Özal hükümeti, bu dinamik toplumsal dalga karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır.

Bir yandan 12 AFC’sinin tepeden inme gasp ettiği ekonomik-demokratik hakların geri kazanılmasında önemli bir süreç olduğu kadar, hükümetten düşme telaşına kapılan Özal Hükümetinin popülist siyasetle lehine süreci icra etme adımları, TÜSİAD başta olmak üzere, sermaye sınıfı tarafından eleştiriliyor, devlet içinde klik çatışmalarını derinleştiriyordu. Yani emekçi sınıf ve halk katmanlarının ipini çektiği Özal hükümeti, 24 Ocak kararlarının temelini oluşturan piyasaya uyumlu devlet yapılanmasından uzaklaştığı gerekçesiyle, sermaye özgülünde de aldığı desteği yitiriyordu.

Söz konusu süreçte, “TC” egemenler sisteminin finansal serbestleşme konusunda attığı adımlar, ekonominin emperyalist sermayeye bağını daha derinlikli hale getirdi. Bu dönemeç, artı değerin burjuvazinin farklı klikleri aracılığıyla, emperyalist sermeye arasında paylaşımı konusunda daha vahşi bir süreci yaratmıştır. Finansal serbestleşme ve avantajlarının ortamında emperyalist sermeyenin girişi, faiz ve döviz kuru hareketinden sağlanan devasa kazançlarla palazlanıyor, yerli-yabancı rantiye sermayeye önemli kaynak yaratma alanlarına dönüşüyordu.

12 AFC’sinin koyduğu hedefler bağlamında, piyasanın işleyişini, emperyalist sermayenin yayılma-büyüme-merkezileşme hareketine göre pürüzsüz sağlanması için devlet egemenliğinin dönüştürülmeye çalışılması, AB ye uyum yasaları, kamu alanlarının özelleştirilmesi ile rantiye odağına dönüşmesi adımları, çete-mafya-cemaat-devlet bürokrasisi denkleminde paylaşılan rant ilişkileri, iktidardaki sermaye kliğinin, diğer sermaye klikleri karşısındaki avantajlı konumu, burjuva klikler arasındaki çatışmaları derinleştirmiş, mafya-cemaat-siyaset-devlet ilişkisinde, çatışmalar kontra yöntemlerle vuku bulmuştur. Özelleştirme ve devalüasyon kıskacında, ekonomik-demokratik olarak kıskaca alınan emekçi yığınların direnişleri, burjuva klikler arasındaki çatışmanın derinleşmesinde tayin edici rol oynarken, faşist rejimin, devrimci-komünist-yurtsever hareket olmak üzere, toplumsal muhalefete karşı geliştirdiği savaş konsepti, cihatçı-mafya-ordu-polis ilişkisinde geliştirilen kontra güçlerle sürdürülmüştür. Dersim ve Kürdistan’daki köy yakmaları, faili meçhul cinayetler, kitlesel sürgünler, vahşi işkenceler vs vs gibi tüm faşist uygulamalar, “düşük yoğunluklu savaş stratejisi” olarak tarif edilen bu karşı devrimci savaş, AKP iktidarıyla yeni bir evreye taşınmıştır.

Bugün AKP-MHP iktidar bloğunda temsil edilen komprador tekelci işbirlikçi sermaye, bu sürecin akabinde Ekonominin her alanın da egemen olmuştur. “TC”’nin büyük pazarına hâkim 500 şirketin önemli bir bölümü, iktisadi kayyum, haksız rekabet ortamında palazlanma ve devlet erkinin sunduğu olanaklarla kaynak aktarımı ile sermaye birikimi sağlamıştır. 2019 yılında bu listeye ek olarak 70 yeni şirket dahil oldu. Bu da bildiğimiz gibi kapitalist ekonominin dengesiz gelişiminin bir ürünüdür.

Türk Sanayici ve İşadamları Derneğinin (TÜSİAD) resmi verilerine göre, 4500 şirketi temsil ettiği kamu dışı, tarım hariç büyük oranda kurumlar vergisinin sağlandığı alanlardır. Türkiye de ikinci sermaye cephesi 1990-1991 yılların da kurulan İslamcı Müstakil Sanayi İşadamları Derneğidir (MÜSİAD) ve bugün AKP /MHP iktidarının temsiliyetin de rol oynayan temel güçlerden biri olarak önemli bir fonksiyona sahiptir.

MÜSİAD üyesi tekeller ISO’nun yıllık verilerindeki istihdam ve yeni şirketlerin katılımıyla iktidarın siyasi, ekonomik desteği ile giderek güçlendikleri bir gerçekliktir. Daha önce TOKSON (Gülenciler)da içinde yer aldığı şirketlerin MÜSİAD üyeleri oldukları bilinmektedir. Anadolu Aslanları, TÜMSİAD’da MÜSİAD gibi AKP hükümetini destekleyen ve genellikle ” İslamcı” burjuvaziyi oluşturan sanayi ve rant dan beslenen kesimlerdir. Bunun yanında AKP hükümeti döneminde güçlenen Albayrak Holding ve Tosyalı Holding gibi Uluslararası işbirlikçi niteliğe sahip tekeller MÜSİAD içinde güçlenerek hükmetme ağırlığına sahip oldular.

Emperyalizm analizin de Marx’ın kuramsal teorisi bağlamında sermayenin tekelleşme eğilimi hareket noktasıdır der. Böylece tekelleri sermayenin devlet üzerindeki hakimiyeti daha da belirginlik kazanır. Sermayenin grupları arasında madenler, tarıma ve altyapıda yatırım yapan finans kapital, bankaları da elinde tutmaktadır.

Rantlaşan sermaye ise paradan para kazanma biçimi olan borç, hisse senedi, spekülatif sermaye hareketlerini şahlandırır. Buradan hareketle Türkiye’de önce bir döviz krizi yaşandı, finans piyasaları dalgalandı, şimdi ise real ekonomiye (Üretim, İstihdama, Ücretlere, Gelirlere) yansımanın daralması gerçekliği ile yüz yüze kalan toplumun ücretli kesimleri için yaşam her geçen gün daha zorlaşmaktadır.

Sermayenin tarımı ve özelliklede toprağı bir birikim aracı olarak görmesi, Türkiye gibi üreticiliğin hâkim olduğu ülkeler de toprağın mülkiyetinin ele geçirilmesi açısından ciddi sorunları açığa çıkarmaktadır. Dolayısıyla devlet ve kapitalizmin temsilcisi olan Dünya Bankası – Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar sermayenin önündeki küçük işletmeler engelini asmak için bir kısım mekanizmaların devreye girmesine öncülük edip verimlilik, kalkınma, büyüme söylemleri ile meşrulaştırmaktadırlar. Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülke hükümetlerine kırsal kalkınma ve altyapı geliştirme amaçlı finansal destek adi altında kredilerle borçlandırmaktadırlar.

Tarımın metalaşması ve ticarileşmesine önemli katkıda bulunan Dünya Bankası’nın bu yardımlarından Türkiye’de de Çorum ve Çankırı illeri entegre kırsal kalkınma projelerinde nasipleri almışlardır. Özelleştirme sürecini hızlandırmış olan devlet, satışa çıkardığı endüstri kurumlarına ilaveten kamu topraklarında özelleştirmek için bir dizi yeni yasa ve kurallar çıkarmakta geri kalmadı. Yaşamsal bir kaynak olan toprağın özelleştirilmesi üzerinde yaşayan insanların ve tüm canlıların yaşam alanlarının gasp edilmesi, o toprak üzerinde örgütlenmiş̧ yerleşik toplumsal formların ve ekosistemin bozulması anlamına gelir. “Bu nedenle özelleştirmeler, tek başına bir toprak parçasının/arazinin kullanım hakkının ya da mülkiyetinin değişmesinden ibaret olmayan; toplumsal ilişkileri, yaşam biçimlerini, doğayı ve çevreyi etkileyen ve siyasi-iktisadi stratejiler ile şekil değiştiren oldukça hayati bir süreç̧ olarak karşımızdadır.” Kriz ve doğanın talanı, toprak gaspı, uluslararası şirketlere kolaylık tanırken, küçük üreticilerin, çiftçilerin üretim dışına itilmesine, tarımdan koparılıp işsizler ordusunun yedek gücüne dönüştürmesine sebebiyet verdi.

Tarımın finansallaşması bir yandan tarımsal güç ve kaynakların belli ellerde toplanmasını pekiştirirken diğer yandan da mevcut sınıfsal eşitsizliklerin daha da derinleşmesine vesile oldu. Devletin getirdiği kamu arazilerinin satışında kırsal alanda yasamakta olan insanlarımızda da hoşnutsuzluklara yol açmaktadır. Asırlardır kullana geldikleri mera ve otlak gibi küresel müştereklerden mahrum ettiği gibi ekonomik çeşitlilik giderek yok oldukça, ekolojik dengede bozulmaktadır. Uluslararası gıda tekellerinin ve ülkede hükümetçe yağma ve talana açılan yerleşkelerimiz talan edilmektedir. Yüksek gıda fiyatları, finans sermayesinin tarım ve gıda sektörünü bir birikim aracı olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Çeşitli finans kaynakları hem toprak satın alma yolu ile hem de borsalardan büyük tarım ve endüstri kurumlarının hisselerini de satın alarak, tarımı doğrudan ve ya dolaylı olarak denetimlerinin altına almışlardır. Coğrafyamızda bu duruma birde, koyların, ormanların, meraların ve dağlarımızın maden vb. yeraltı zenginlikleri adı altında AKP’nin sermaye gruplarınca talanı var.

Marx’ın deyimiyle

“Kapitalist üretim nüfusu büyük merkezlere toplayarak, kent nüfusunda gittikçe artan bir ağırlık kazandırır, diğer yandan toplumun tarihsel devindirici gücünü yoğunlaştırırken öte yandan insan ile toprak arasındaki madde dolaşımını (Metabolizmayı) bozar. Yani insanın yiyecek ve giyecek olarak tükettiği ögelerin toprağa tekrar dönüsünü engelleyerek, toprağın verimliliğinin sürekli olması için gerekli koşulları bozmuş olur. Böylece aynı anda hem kentli emekçinin sağlığını ve hem kır emekçisinin zihinsel yaşamını tahrip eder”

Günümüze gelindiğinde dokunulmamış hali ile bir doğa artık kalmamıştır. Artvin’den, Mardin’e, Munzur’dan, Kazdağılarına oradan en son İliç’e kadar dağlarımız ve meralarımız ranta peşkeş çekilmiş, kaynak sularımız, yeraltı sularımız maden arama uğruna zehirlenip yasam alanlarımızdan koparılıp, şehirlere iç göç hızlandırılmıştır. Kent varoşlarında yoksulluğa, baskıya, ırkçı saldırı ve devlet terörüne maruz bırakılmaktadır. Diğer yandan emekçilerimiz ucuz işgücü ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu faşist saldırılara ve rant ekonomisine bir de kentsel dönüşüm adı altında mafya sermayesinin sahiplerince mahallelerimiz kuşatılmış, direnişlerimiz karşısında her gün artan faşist saldırılarda hız kazanmıştır. Feriköy, Tozkoparan, Gülsuyu, Örnektepe gibi devrimci ve emekçilerin yaşadığı semtler kentsel dönüşümü adı altında kuşatılmıştır.

Mafyalaşan sermaye, çeteleşen devlet, yağmalanan kamu mülkiyeti

AKP-MHP faşist kliğinin hükümet ettiği ülke de sanayi ve tarımda yaşanan ekonomik krizin getirisi olan, çalışanın azami geçim sorununun bile her gün çekilmez bir durum alması, yanı sıra üretim sermayesinin daralması ile büyüyen istihdam sorununun yaratığı işsizlik artarak devam etmektedir.

Tarım alanlarının ranta açılması ile üretim dışına itilen çiftçiler bundan kaynaklı baş gösteren gıda sorunu, ithalata dayalı tarım ürünleri ve önlenemez derecede artan pazar maliyetleri yansıması, enflasyonun yükselişi. Bütün bunların sonucu olarak halkımız yaşanamaz bir ortama itilmektedir.

Devletin ihtiyaç duyduğu, diş borçlanma için IMF, Deutsche Bank, Birleşik Arap Emirlikleri, KATAR ve Körfez ülkelerinden SWAP antlaşması ile borçlanma girişimleri acil kodu ile devreye sokulmaktadır. Bütün bu girişimlerle ömrünü uzatmaya çalışan” TC” iktidarının tek adam diktatörü Erdoğan’ın ve kabinesinin sonu görünürlük kazanmış durumdadır.

MÜSİAD içinde bugünkü hükümetin geçmiş ortaklarından TOSKON Grubu ile ortaklığının bozulmasına neden olan, iktidar ve rant paylaşımından önce, bankalar, basın yayın alanı, ırkçı ve şovenist yayılmacılıkta rol oynayan eğitim kurumları vb. alanlarda sınırsız ortaklık birden çatışmaya dönüsü verdi. Devletin yasama, yürütme ve yargı erklerin deki güçlerin bozulan ittifak bugünün karşı güçleri oluverdiler. Oysa AKP’nin iktidara taşınmasın da Gülen ve emperyalist güçlerin desteği günümüzün en reel durumudur. Gülencilerin ve onlara eşdeğer kuvvetlerin 68 devrimci kuşağının anti-emperyalist tutumlarına karşı, anti-komünizm dernekleri ve devletin ideolojik, askeri, kontra güçlerinin ortaklığı bozulmuş görünse de, tasfiye edilen kuvvetlerin yerini ayni ideolojik güçlerle doldurup yoluna devam eden, AKP/MHP faşist kliği halkımıza zülüm uygulamaya devam etmektedir. Kitlesel katliamlarda rol oynamış, suikastlar, kayıplarda sorumluluk üstlenmiş Çatlılar, Sarallar Pekerler ve Kontra örgütlenmesinin gizlenemez SAADAT’ı vb. katiller topluluğu açıktan halkımızın emeği, can güvenliği gibi konularda, kitle muhalefetinin bastırılmasın da hazır tetikte bekleyen yeni karşı devrimci kuvvetlerdir. Bir cümle ile ekonomik, siyasi, askeri kuvveleriyle devletleşen bir AKP – MHP ortaklığı örgütledikleri DAİŞ kuvvetleriyle uluslararası arenada Suriye, Afganistan ve Libya gibi ülkeler de çatışan kuvvetler olarak deşifre olmuşlardır.

Stratejik derinlik dedikleri siyasete uygun, Savaşan güçlerin öncülüğünde unutmazlar arasında sayılmalılar. Ülkemiz de ise bu güçlerini Suruç, Hatay, Ankara kitlesel katliamlarında bugünkü AKP hükümetinin planlarından ayrı düşünülemez. Peki bu kadar geniş, yaygın yayılmacılığın, ekonomik girdisi nerede? Sorusu akla gelmelidir. Bir paragraf da mafyalaşan sermaye diye açalım. Toplumun genel çoğunluğunun adlandırması ile 5 çete denilen şirketlerin, kaynakları kamu mülkiyetinin yağmalanması, iktisadi kayyum ile “muhalif” sermaye gruplarına el koyma ve rant ekonomisi ile büyümüşlerdir.

Genellikle Cengiz Holding, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’dan oluşan bu 5 çete kamu özel ortaklığı ile yapılan bütün projelerde, kamu ihalelerinin sahipleridirler. Yapım maliyetlerinin yüksekliği, projelere dolar üzerinde garanti ödemelerin verilmesi. Dünya Bankasından alınan kredilerin geleceğimizi etkileyeceğini düşününce AKP – MHP hükümetinin ortakları olduğu açık, aldıkları kamu ihalelerinde de görülmektedir.

Örneğin belirli kamu ihalelerini sıralarsak 1 TOKI, 2. Karayolları, 3. Belediyeler, 4 TCDD, 5. Devlet Su İşleri, 6. Adalet Bakanlığı, 7. Altyapı ( kanalizasyon vs.), 8. Enerji. Buna ek olarak KHK ile kamuya gecen bir kısım şirketlerin de bunlara hükümetçe sunulduğu bilinmektedir. Rant ekonomisine dayalı bu 5’li çete , doğamızı, yaşadığımız her alandan kendine kar çıkarmaktadır.

Bugün AKP-MHP iktidarı ile hesaplaşmak, tüm burjuva sermaye kliğinin siyasal temsilcileri ile hesaplaşmakla paralel ele alınmalıdır. Bu aynı zamanda, kökleri “TC” nin kuruluş ilkelerinden, 12 Eylül AFC si zihniyetine uzanan ve oradan mevcut tekçi faşist zihniyete kadar süregelen bir sınıfsal hesaplaşmayı kapsamına alır. Unutulmamalı ki, burjuva sistemin egemenlik kurumu olan devlet modelini ıskalayan, emperyalist-kapitalist karşı devrim cephesinin, her sürece uygun geliştirdiği ekonomik-politik siyasal sürecini alt edemez, sadece miadı dolmuş tek adam rejiminin tahrip ettiği burjuva hegemonyayı, başka aktörler üzerinden restore eder. Proleter sınıf devrimi bir restorasyon değil, köklü bir değişim eylemidir.

Önceki İçerikKomutanlaşma-Öncüleşme
Sonraki İçerikDevrimi Görev, Mücadeleyi İlke Edinelim