“Nereden Gelindiği Bilinmezse Nereye Gidildiği de bilinmez!

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   Afrika atasözü

12 Eylül ürünü 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Kanunlarıyla sendikal örgütlenme; sendikaya üyelikte noter koşulu, yüzde 10 işkolu ve yüzde 50+1 işyeri-işletme barajları ve anti-demokratik toplu iş sözleşmesi yetki tespit sistemi ve benzeri uygulamalarla engellenmeye çalışılırken AKP iktidarı ile her alana yaygınlaştırılan taşeronlaştırmalar ve özelleştirmelerle bu engeller daha da katmerlenmiş, özellikle kamu kurumlarında siyasi baskılarda buna eklenmiştir. Birleşik örgütlü güç yenilmez. Etkili bir siyasal önderliğin olmadığı, sendikaların işlevsizleştirildiği koşullarda kitleler üzerinde hegemonya kurmak kolaylaşmaktadır. Bu hegemonyayı düşmanlıklar, ötekileştirmeler üzerinden yürüttüğünde toplumun belirli kesimlerinden rıza üretmek daha da etkili olmaktadır. Sözde emperyalizm karşıtlığından, vatan savunusuna, Kürt düşmanlığından komünist düşmanlığına kitleleri sürekli tetikte tutacak alanlar oldukça fazla

HABER MERKEZİ(14.06.2018)-Kapitalizm tahakkümün görünmezliği ve sınırları içinde özgürlükler rejimidir. Gönlünden geçenleri yapma özgürlüğü tanır bireylere, tabi ki güçleri yettiğince. Sınırsız hayallere kapı aralar, olasılıklar zenginliğinde. Sömürülmeme özgürlüğü tanır örneğin, zorunlu yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için işgücünü satma dışında hiçbir seçeneği olmayan bireylere. Seçenekler de sunar aslında; mafyavari, hırsızlık, dolandırıcılık gibi insani değerlerden arınmış bir yaşam sürme seçeneği… Sömürülmemenin karşılığının açlık olduğu bir özgürlük de sunar ki, bu seçenek, geride kalan yüzyılların birikmiş deneyimlerinin harmanlanmış hali olan sermaye medeniyetinin kuruluş sürecindeki dilenci idamlarının (17 yy. İngiltere’si) gerçekliği üzerine oturmaktadır. Özcesi insanın insan üzerindeki egemenliğinin zirve noktasıdır, Marks’ın sözleriyle: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alışveriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır” (Felsefenin Sefaleti)nin hüküm sürdüğü tarihsel-toplumsal bir kesittir kapitalizm’’

Tarihsel seyri açısından kapitalizm işgücü de içinde olmak üzere tüm toplumsal yaşamın metalaştırılmasıdır ve meta üretiminin temeli artı-değer üretimine dayanır. Kapitalist toplumlarda metalar toplumsal bir gereksinmeyi karşılarken, emekte toplumsal emeğin bir parçası olarak toplumsal yaşam içindeki iş bölümüne bağlıdır. Kapitalist üretimde esas olan bireysel ihtiyaçların karşılanması değil, artı değer üretmektir. Sermayenin para sermaye-üretken sermaye-meta sermaye devresinin görünürde sıkıntısız ilerlediği süreçler aslında krizin alttan alta mayalandığı dönemlerdir. Sermayenin bu üçlü süreci içinde değer yaratan ve sonraki para ve meta sermaye süreçlerini harekete geçiren temel, sermayenin değerlendiği üretim sürecidir. Para ve meta süreçleri dolaşım süreçleri olup, sermayenin biçim değiştirdiği, üretim sürecinde yaratılan artı-değer üzerinden işlerlik kazanırlar. Kapitalist üretime giren sermayedar değişen (iş gücü) ve değişmeyen (hammadde ve üretim araçları) sermayeyi bir araya getirerek üretim sürecini gerçekleştirir. Üretim süreci sonunda hammadde ve üretim araçlarını kullanarak ve onlarda gerçekleşen değeri de aktararak yeni bir ürün ortaya çıkaran işgücünün kendi değerinin üzerinde yarattığı artı-değer piyasaya sürüldüğünde rant, ticari kâr, üretici kârı olarak paylaşıma sokulur. Kapitalist, ürüne aktarılan değişmeyen sermaye payı ve işgücü karşılığının yanı sıra karşılığını ödemediği artı-değeri de ekleyerek maliyet fiyatı üzerinden ürünü pazara sürdüğünde dahi zorunlu olarak kar etmektedir. Zira ürün karşılığı ödenmemiş artı değer içerir. Kapitalistler bu fiyatın üzerine toplumsal iş bölümü gereği değişik üretim alanlarına yatırılan sermayelerin eşit büyüklüklerine denk düşen ortalama karıda ekleyerek metalarını pazarlamaktadırlar. Ortalama kâr, artı-değerin toplumsal üretimde yer alan kapitalistler tarafından yeniden paylaşılması sürecidir ki ortalama kâr oranlarındaki düşüş kapitalistler için tehlike çanlarının çalması demektir.

Kapitalizmin gelişim sürecinde toplumsal yaşamın her alanı metalaştırıldıkça toplam sermaye miktarı sürekli büyürken toplam sermaye içindeki değişmeyen sermaye değişen sermayeye oranla daha fazla büyür. Bu büyümenin temelinde artı değer oranını arttırma çabası ile birlikte ortalama kârdan aslan payını alma hedefi vardır. Ancak artı-değerin toplam sermayeye oranını gösteren kâr oranı sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye olan oranı) büyümesinin bir sonucu olarak düşme eğilimine girer. Kâr oranındaki bu düşme eğilimine karşın, piyasa ilişkilerinin toplumsal yaşamın en ücra noktasına kadar sirayet etmesiyle giderek mülksüzleşen kitlelerin işçileşmeleri artı değer miktarının artışına yol açacaktır. Kâr oranlarının düşme eğilimi kapitalizmi zorunlu olarak uluslararasılaştırır. Toplam sermaye içindeki payı sürekli artan değişmeyen sermayenin olağanüstü büyümesi üretimin sürmesini tehdit eder hale getirir ki çözüm yeni yatırım alanları ve yeni diyarlardır. Diğer yandan kapitalizmin yayılma zorunluluğunu Marks, “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadırlar” vurgusuyla açıklar. Ucuz hammadde, işgücü ve yeni pazarlar, uluslararası anlaşmaların kapitalizme içkin emperyalist yönelimlerin temel hedefidir. 

Olağanı aşan, beklenilmeyen bir durum olarak açıklanabilecek kriz kapitalizmin doğasıdır. Piyasa ilişkilerinin istisnasız tüm ülkeleri sarmalına alarak geniş bir hareket alanına sahip olması kapitalizmin bağrında taşıdığı kriz potansiyelinin açığa çıkmasını geciktirmekte, daha doğrusu farklı alanlarda farklı derecelerde hissedilmesine neden olmaktadır.

“Toplum bilimindeki bir sorunda en güvenilir şey ve bu soruna gerçekten de doğru bir biçimde yaklaşma alışkanlığını elde etmek için ve insanın bir yığın ayrıntılar arasında ya da birbiriyle çatışan çok değişik düşünce içerisinde kaybolmasını önlemek için en çok gerekli olan şey-eğer bu soruna bilimsel bir biçimde yaklaşmak istiyorsak en önemli şey-her sorunu bu verilen olayın tarihi içinde nasıl ortaya çıktığı ve gelişimindeki belli başlı aşamaların neler olduğu açısından incelemek, bugün ulaştığı durumu incelemektir, temelinde yatan tarihsel bağlarını unutmamaktır.” (Lenin-Marks, Engels, Marksizm)

Kapitalizmin İşçi Sınıfına Yönelik Saldırılarının Temeli Artı Değer Oranını Artırmaktır

Tarihsel gelişim sürecinde sermayenin üretim alanına yönelik ilk kapsamlı müdahalesi iş bölümü uygulamasıdır. Mülksüzleşen, işçileşen geçmişin zanaatkârlarında somutlaşan tasarım/planlama ve uygulama birlikteliği manifaktürle birlikte ortadan kaldırılmış, sadece uygulayıcılık esas hale getirilmiştir. Kapitalistlerin işçi sınıfına yönelik saldırılarının temeli artı değer oranını arttırmaktır. Temel hedef budur. Manifaktürle birlikte işçinin üretim sürecindeki iradi etkinliğinin ortadan kaldırılması, planlayıcıların sert denetimleri altında çalıştırılmalarına rağmen makineleşme öncesi süreçte gerçekleştirilememişti. Taylor’un bilimsel yönetim ilkeleri, makineleşme ile birlikte işçiyi düşünsel tüm süreçlerden soyutlayıp, makinenin basit bir uzantısı konumuna düşürerek işçinin üretim sürecindeki iradi etkinliğini ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Deyim yerindeyse sermayenin üretim sürecinde işçinin kaprislerinden kurtulmasını, biçimsel egemenliğinin gerçek egemenliğe dönüşmesini sağlamıştır. Makinenin ritmine bağımlı çalışma temposu, seri hareket ve süreklilik işçinin çalışma yoğunluğu ve üretkenliğini de arttırmıştır. Ki işlevleri en küçük ayrıntısına dek bölen ancak beraberinde ayrıntılı çalışmayı senkronize ederek kolektif emeği ortaya çıkaran fabrika üretim sistemi işçi sınıfının üretken ve üretken olmayan emek olarak bölünmesine de kaynaklık etmiştir. Emek üretkenliğini arttıran her yeni emek örgütlenme süreci ve teknolojik yenilik diğer kapitalistleri de kaçınılmaz olarak kendi üretim alanlarında uygulamaları yönünde zorlar. Rekabetçi yaşamın doğasıdır bu. Rekabet ortamında ortalama kârdan aslan payını alan kapitalistler ayakta kalırken diğerleri kapitalizmin yaratıcı yıkımları sonucu güçlü kapitalistlerin egemenlikleri altına girerek piyasadan silinmektedirler. Verimlilik artışında sürekliliği sağlama ve kâr oranlarının düşürülmemesi mücadelesi süreci tekelleri ortaya çıkararak var olanların daha da güçlenmelerini sağlamıştır. Rekabetçi sürecin sonucu ortaya çıkan sermayenin merkezileşmesinin somutlanması olarak, sanayi sermayesi ile finansal sermayenin birleşmiş hali olan tekelci sermaye ekonomik-toplumsal yaşamın belirleyeni haline gelir. Tarımdan ticarete, inşaattan ulaşıma ekonomik yaşam tekellerin egemenliği altındadır. Tekelciliğin tesisi, üretim süreçlerinin toplumsallaşmasından başlayarak, yoğun teknoloji kullanımıyla üretimde işgücü kullanımının azaltılması, piyasada tekelci denetim / egemenlik yoluyla sermayenin artan merkezileşmesinin doğal sonucu olarak finans kapitalin dünya genelindeki etkinliğinin kurumsallaşmasını beraberinde getirmiştir. Sermaye cephesindeki bu büyüme ve genişleme özgürlüğünün işçi sınıfı ve emekçi kesime yansıması yaşam koşullarının gerilemesi ve artan baskı ve tahakkümdür. Kısaca üretilenin tüketilememesi olarak özetlenebilecek sürecin vardığı yer kapitalizmin doğası olan; üretimin sürdürülemezliği olarak açığa çıkan krizlerdir. Nitekim 1973 Petrol Krizi olarak adlandırılan kapitalist kriz uluslararası alana üretim artışında/kapasite kullanımında düşüş, işsizlik sayısında ve enflasyonda artış olarak yansıdı. Krize çözüm yöntemi, artı değer oranını yükseltme amaçlı işçi sınıfının sendikal faaliyetler, Toplu İş Sözleşmeleri gibi mücadelelerle elde ettiği ve kurallarla etki ve yetki sınırlarının belirlendiği tüm kazanımların “tek kural kuralsızlıktır” fütursuzluğundaki azgın neo-liberal saldırılar eşliğinde hedefe konması, toplumsal yaşamın her alanında piyasa ilişkilerinin, küreselleşme, özelleştirme, liberalleşme ve benzeri söylemler eşliğinde kamu hizmetlerinin istisnasız her alanını kapsayacak şekilde genişletilmesi yoluyla sermayenin kar oranlarını yükseltme arayışı olmuştur.

Sermayenin krizlerini aşmada işçi sınıfı ve emekçilere yönelik sistemli saldırılarının perde arkasını görmek için kısa bir tarihsel anımsamaya ihtiyaç var.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde uluslararası sermayenin temsilcileri dünyanın yeniden dizayn edilmesinde uygulanacak/izlenecek politikaları saptamak için 1944 yılında ABD’nin Bretton Woods kasabasında bir araya gelirler. Toplantılar sonunda IMF (Uluslararası Para Fonu-kuruluşu 1947) ve WB (Dünya Bankası-kuruluşu-1948)’nin kurulması, GATT (Genel Ticaret ve Tarifeler Anlaşması-1948 de imzalandı)’ın imzalanması ve ABD’nin kapitalist dünyanın hegemon gücü olmasının ilan ve kabulü anlamında dolar kurunun altına eşitlenmesi (1 ons altın ‘31 gr’ 35 dolara eşit) kararları alındı ve gecikmeksizin uygulanmaya başlandı. Uluslararası sermayenin dikensiz gül bahçesi yaratma adımları olarak görülebilecek bu anlaşmalarla ticari, finansal, ekonomik faaliyetlerinin önündeki ulusal engellerin kaldırılarak anlaşmalarla güvence altına alınması ve her alanda sınırsız hareket özgürlüğü hedefleniyordu. Bir dizi anlaşma, konferans ve görüşme turları ile 1947’de başlayan GATT sürecinde 1964-1967 Kennedy raundu da dahil olmak üzere gümrük ayrıcalıkları, görüşmelerin ana konusu olurken 1973-1979 Tokyo raundu ve ardından 1986-1994 sürecini kapsayan Uruguay raundu ile müzakere kapsamları genişletilerek, toplumsal yaşamın her alanını piyasa ilişkilerine açacak ve sermayenin egemenliğini sağlayacak kurallar dışında kuralsızlığın egemen olduğu bir yaşam kitlelere dayatılacaktır.

1973-1979 Tokyo raundunda: Gelişmiş ülkelerin gümrük vergilerini % 5 ile % 8 oranında indirmelerine karşın, gelişmekte olan ülkelerin % 35 oranında indirmeleri, hükümet satın alımlarının kontrol altına alınması, ihracata yapılan desteklerin azaltılması, Anti-Damping yasalarının çıkartılması, GATT’ a taraf ülkelerin uygulayacağı ortak standartların belirlenmesi, taraf devletlerin ekonomik ve sosyal devlet yapılarının küçültülmesi (özelleştirmelerin önünün açılması, sosyal devlet uygulamalarına konu alanların piyasa ilişkilerine açılması ve bu alana dönük fonların ve tarıma yönelik sübvansiyonların azaltılarak süreç içinde kaldırılması) karar altına alınmıştır. Tokyo raundunda alınan kararlara istinaden, 24 Ocak 1980 yılında açıklanan kararların uygulanmasına yönelik Sermaye Piyasası Kurulu, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası kurulmuş, madenlerin yabancı sermayeye açılmasını sağlayan yasa değişiklikleri gerçekleştirilmiş, Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası ve Türk Parasını Koruma Kanunu’nun değiştirilmesi ile yabancı sermayenin önündeki tüm hukuki engeller kaldırılmıştır. 1986-1994 yılları arasında kotarılan Uruguay raundu önceki görüşmelerde karar altına alınan anlaşmaların kapsamını genişletme işlevi görmüş, Hizmet ticareti ve Patent ve Telif Haklarının GATT kapsamına alınırken uluslararası sermaye hükümeti denebilecek Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasını sağlamıştır.

Genel Ticaret ve Tarifeler Anlaşması startı ile başlayan süreç DTÖ’nün kurulması ile dünya çapında emekçi kesimlere karşı sürdürülecek saldırıların bir merkezi bir yapıya kavuşmuştur.

DTÖ nün IMF ve DB ile birlikte uluslararası sermaye adına sürdürdükleri saldırılar tarım alanında; tarımsal desteklerin önce minimize edildiği, giderek kaldırıldığı koşullarda tarımsal üretimin düşürülmesi ile tarım tekellerinin bağımlı gelişen ülkelere gıda ve tarımsal ürün ihracatı olağan üstü artması sonucu doğurmuştur. Kapitalist tarım tekellerinin üretici ve pazarlamacı olarak tarımsal ürünlerinin sorunsuzca pazarlandığı ülkelerin yerel çiftçileri, GATT kapsamında ülkelerinin imzaladığı anlaşmalar çerçevesinde, her türlü devlet desteğinin ortadan kalktığı koşullarda, çiftçilikten, topraktan ve tarımdan koparak şehirlere göç etmektedirler. Bunun bir sonucu daha önce tarımda belli alanlarda kendine yeten ve hatta ihracatçı konumda olan ülkeler ithalatçı ülke haline gelmişlerdir. İşsiz sayısının artması, kayıt dışı çalışma, sendikasızlaştırma, ücret ve sosyal kazanımlarda gerileme, işçi sınıfının yapısında değişiklik olgularına katkıda bulunan bu kırdan kente göç gerçekliğinin diğer bir sonucu olmuştur.

Tarımın tekellerin daha da artan egemenliği altında sürdürülmesinin etkilerini, emperyalist ülke çiftçileri de çiftçi Jose Bowe’nin, “AB’nde tarımsal desteklemelerin bütçe içindeki payının diğer bütün ülkelerden daha fazla olduğu doğrudur. Ancak pek bilinmeyen bir başka doğru daha vardır ki o da AB’nde tarımın çok yüksek oranda kapitalistleştiği, tarım alanlarının büyük tekellerin eline geçtiği ve söz konusu yardımların yalnızca bu tekellere yaradığı, küçük çiftçi ve yoksul köylülerin ise yıldan yıla eriyen Doğrudan Gelir Desteği aldatmacasına mahkûm edildiğidir.” (Gaye Yılmaz-Tarım ve Yaşam Dergisi-Aralık 2001) sözleriyle yaşam koşullarında giderek artan oranda yoksullaşma olarak yaşamaktadırlar.

Uluslararası alanda sermayenin 1973 Petrol Krizi sonrası yeniden yapılanma çabalarının bir sonucu olan 24 Ocak kararlarının gündeme gelmesinin bir nedeni bağımlılık gerçeğinin bir ifadesi olan “70 cente muhtaç”lık halleri iken diğer bir nedende üretim ve kaynak kullanımındaki düşüşü aşma, işsizliği ve enflasyonu düşürme arayışıdır.

İthal ikameci dönemde palazlanan TÜSİAD’çı sermayenin öncülüğünde, uluslararası sermayenin dünyayı yeniden dizaynı faaliyetiyle uyumlu bir şekilde yeni bir sermaye birikim rejimi olarak ihracata dayalı sanayileşme rejimi benimsendi. Bu yeni yönelim, yakıt, makine, ara girdi malları ve benzerinin ithaline dayalı bir üretimin, gerekli dövizin ihracat yoluyla kazanılamaması (kalitesiz ve pahalı sanayi ürünleri vb.) ve işçi sınıfının yükselen mücadelesiyle sürdürülemez hale gelmesi üzerine bir çıkış yolu olarak benimsendi. Tekelci komprador burjuvazi için ilk hedef, işçi sınıfı kazanımlarının ortadan kaldırılarak, ucuz emek cenneti yaratılmasıydı. Ucuz emek cenneti olmak uluslararası tekeller için cazibe merkezi haline gelmek açısından önemliydi, diğer yandan yaşamsal hale gelen döviz girişini sağlam temellere bağlamış olacaktı. Malezya, Vietnam, Singapur ve bir dizi ülkenin ucuz emek cenneti olma yönünde rekabetçi konumları uluslararası sermayeyi çekmek için çıtayı daha da düşürmeyi dayatıyordu. Diğer yandan dünya pazarına üretim yapmak maliyetler içinde işgücünün değerini olabildiğince düşürmeyi zorunlu kılıyordu. Ucuz emek cenneti olmada olası karşı koyuşları ortadan kaldırmak için sert önlemler zorunluydu. Çözüm 12 Eylül faşist darbesi ile bulundu. Sendikalar kapatıldı. Toplu iş sözleşmeleri Yüksek Hakem Kurulu’na tevdi edildi. GATT, IMF, DB yönlendiriciliğinde faşist cunta ve sonrası dönemde imzalanan anlaşmalar ile verilen taahhütler peyderpey yerine getirildi.

Sermaye Piyasası Kurulu’nun kurulması, Menkul Kıymetler Borsası’nın açılması, Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası ile Türk Parasını Koruma Kanunu’nda değişiklikler, Madenlerin Yabancı Sermayeye Açılması Yasası’nda yapılan değişiklikler ile GATT, IMF, DB yönlendiriciliğinde imzalanan anlaşmaların gereği yerine getirilmiş, siyasi çekişmeler sonucu çıkarılamayan bazı yasalarda yaşanan kriz dönemlerini takiben gecikmeksizin çıkarılmıştır. Bugünlerin gündemi olan şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sürecini de beraberinde getirecek olan karar alıcı ve uygulayıcı olarak işçi dostu, büyük vatansever Bülent Ecevit’in(!) altında imzasının bulunduğu, Kemal Derviş yasaları olarak bilinen ve 2001 tarihinde çıkarılan yasaları kısaca hatırlamakta fayda var. AKP’nin tavizsiz bir şekilde uyguladığı ve bugünün CHP yönetiminin burjuva politikacısı ikiyüzlülüğü ile eleştiriye tabi tuttuğu uluslararası sermayenin dayattığı bu yasalar şunlardı:

“1-Uluslararası Tahkim Yasası: Yabancılık unsurunun bulunduğu kamu hizmetleriyle ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların” uluslararası mahkemelere taşınabilmesini sağlıyor.

2-Telekom Yasası: Telgraf ve Telefon Kanunu değiştirildi. Telekom yabancılara satıldı. GSM şirketleri yabancıların eline geçti.

3-Şeker Yasası: Şeker pancarında taban fiyatı kaldırıldı, fiyat belirleme fabrikaların keyfine bırakıldı. Pancar üretimine kota dönemi başladı. Fabrikaların bir kısmı satıldı, diğerlerinin satılması gündemde. Şeker ithalatının önü açıldı. Türkiye, Cargill’in ve kaçak şekerin işgaline uğradı.

4-Tütün Yasası: Tütün üretimine kota başladı. İthal tütünün önü açıldı. Sigara fabrikalarının tamamı satıldı. Biri hariç diğerleri kapatıldı. Tütün depoları ve işleme merkezleri kapatıldı. Tütün piyasası yüzde 95 oranında yabancıların eline geçti.

5-Tuz Yasası: Tuz işletmelerinde devlet tekeli kaldırıldı, işletmelerin tamamı satıldı.

6-Doğalgaz Piyasası Yasası: Doğalgazda devlet tekeli kaldırıldı. Emperyalist tekellerin bu alana girebilmesi sağlandı. Elektrik piyasasının da satılması ve yabancılara açılması ile enerji sektörü yabancıların eline geçmeye başladı.

7-Merkez Bankası Yasası: Merkez Bankasının görev ve yetkileri kısıtlandı. Emperyalist merkezlerin bankacılığına bağlandı.

8-Bankacılık Yasası: Bankacılıkta devletin tasfiyesi başladı. Satılmalar ve yabancılaşma hızlandı. Bankacılık piyasası yüzde 60 oranında yabancıların eline geçti.

9-Sivil Havacılık Kanunu: Havayollarının yer hizmetleri olan HAVAS ve USAŞ’ın satılmasından sonra THY’nin hisseleri satılmaya, özel havayolu şirketleri kamunun aleyhine teşvik edilmeye başlandı.

10- Kamulaştırma Yasası: Yasa ile kamulaştırma işleminin yeni esaslara bağlanması ve ödeneksiz kamulaştırma yapılamayacağı hükmünü getirildi.

11-Bütçe Değişikliği Yasası: Batırılan ve içi boşaltılarak yağmalanan bankaların sorumlulukları üstlenildi.

12-Görev zararları ve bazı fonların tasfiyesini öngören yasa: 15’i bütçe içi, 2’si bütçe dışı fonun kapatılması ve gaspı sağlandı. Bunlar arasında Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu (DFİF), Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu (SYDTF), Savunma Sanayiini Destekleme Fonu (SSDF), Tanıtma Fonu, işçilerin parasıyla oluşturulan Tasarrufu Teşvik Fonu da vardı.

13-Ek Bütçe Yasası: Krizden sonra çıkarılan ek bütçenin 130 trilyon lirasının otoyol yatırımlarına gitmesine karar verildi.

14-İhale Yasası: Yasa ile kamu ihalelerine yabancılar için konulan sınırlamalar kaldırıldı… İhaleye verilmeyen devlet işi bırakılmadı.

15-Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası: Bunca azgınca talan ve kamunun satılması planına işçi sınıfının tepki göstereceği düşünülmüş olmalı ki, sendikaları kontrol edecek merkez oluşturuldu. Kamunun, işçi, işveren örgütlerinin buluştuğu örgüte, Ekonomik ve Sosyal Konsey adı verildi.

http://www.tekgida.org.tr/Oku/10993/Kemal-Dervisin-15-Kanunu-Neydi?”  

GATT başlığıyla kotarılan emekçi kesimlere yönelik saldırı anlaşmalarının ülkelere uygulanmasının Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da somutlanmasına bakarsak;

12 Eylül darbesinden başlayarak ücret artışlarının Yüksek Hakem Kurulu’nca belirlendiği uzun bir dönemin ardından 1989 Bahar Eylemleriyle dışa vuran birikmiş öfkenin patlamaya dönüşmesiyle kaybedilen hakların telafisine yönelik eylemler sonuç vermiş, 1989-1993 dönemi işçi sınıfının ekonomik kazanımları açısından başarılı denebilecek bir dönem olmuştur. Ancak dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in işçi sınıfına yönelik “bugüne kadar onlar güldü, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle alkışladığı 12 Eylül faşist darbesinin emek karşıtı uygulamalarının etkileri halen atlatılabilmiş değil, tam tersi ağırlaşarak devam ediyor. Finans kapitalin devasa gücünün tek tek ülkelere yansımasının doğal sonucu faşist uygulamaların artması, var olanların daha da ağırlaşmasıdır. Zira “Finans kapital özgürlük değil, tahakküm ister.” (R.Hilferding)

Örgütlü yapıların ortadan kaldırılması, o olmazsa işlevsizleştirilmesi, niteliksizleştirilmesi sonuca ulaşmada etkili yöntemlerdir. İşçi sınıfı gücünü kolektif emeğin bir parçası olmasından alır. Fabrikalı üretim koşullarında kendi başına basitleştirilmiş işleviyle hiçleştirilen işçi üretimin kolektif yapısıyla ve bunu ete kemiğe büründüren örgütlülüğü ile görmezden gelinemez bir güç haline gelir. Bu gücünü hak talepli eylemlerinde iş yavaşlatma, iş bırakma, grev eylemleriyle somutlaştırır. Fordizmin ayrıntılı iş bölümü işçiyi makinenin basit bir uzantısı haline getirerek emeğe bağımlığı minimum düzeye indirmiştir. Fordist üretim organizasyonunun katı hiyerarşik yapısı işçiyi tasarım, planlama süreçlerinden dışlar. İşçinin gücü kolektif çalışma koşullarından ve sendikal örgütlülüğünden gelmektedir.

1980’li yıllarda fabrikalarda çalışan işçiler temizlik, gıda, bakım, üretim hattı ayrımı yapılmaksızın iş kolunda yetkili sendikaya üye olabiliyorken, kamu işletmelerinde işçi memur ayrımıyla çalışanların ortak örgütlülüğü engelleniyordu. 12 Eylül faşist darbesi sonrası süreçte yapılan yasal düzenlemelerle fabrikalarda temizlik, bakım, güvenlik, mutfak gibi tamamlayıcı, yardımcı faaliyetler taşeronlara verilmeye başlandı. Taşeron uygulaması kamu kurumlarını da kapsayacak şekilde genişletildi. 1980 öncesi istisnai bir istihdam ve çalışma biçimi olan taşeronluk 12 Eylül sonrası olağan hale getirilmiştir. Özellikle AKP iktidarı döneminde 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu’ndaki düzenleme ile yaygınlaşan taşeron işçi sayısındaki artışı somutlamak gerekirse; 2004 yılında kamuda 3183 olan taşeron işçi sayısı 2017 yılında 850.000’e çıkarak 13 yılda yüzde 267 artış göstermiştir. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin “OECD ülkeleri içinde en katı işgücü piyasası rejimine sahip, işe almanın ve işten çıkarmanın çok maliyetli bir ülke olduğunu’ söyleyerek” (Evrensel Gazetesi-14.12.2017) taşeron uygulamasındaki niyeti açık etmiştir. Taşeron uygulaması işçi sınıfının örgütlü ve kolektif yapısını dağıtarak işgücü maliyetlerini aşağı çekme amacının yanı sıra kuralsız, güvencesiz çalışmayı da olağanlaştırmaktadır.

Taşeronlaşmanın İşçi Sınıfına Saldırısının Bir Sonucu Sınıf Yapısındaki Farklılaşmadır

Özelleştirmelerle birlikte taşeron uygulamasının işçi sınıfına yönelik etkilerine baktığımızda, öncelikle sınıf örgütleri olarak sendikaların üye kayıplarıyla güçsüzleşmelerini, var olan bürokratik ve sınıf işbirlikçisi yapılarının da katkısı ile gün geçtikçe daha da artan işlevsizlikleri, toplumsal yaşamda niteliksizleşmelerini görürüz. Sınıf sendikacılığı dışındaki sendikal hareketlerin doğal varış noktasıdır bu niteliksizleşme ve işlevsizleşme hali.

Taşeronlaşmanın işçi sınıfına yönelik bir diğer olumsuzluğu, sınıf yapısındaki farklılaşmadır. Sınıf içinde merkez fabrikalarda çalışan sendikalı, yasal haklara sahip bir kesimin karşısında farklı derecelerde olmak üzere taşeron ve tedarikçilerde çalışan sendikasız, görece yasal haklara sahip olan başka bir kesim oluşmuştur ki, bu kesim ilk grup tarafından da küçümsenerek, dışlanmaktadır. Diğer bir kesim sendikal ve yasal haklara sahip olmak bir yana sigortalı olmayı tek başına olumlu bir kazanım olarak görecek olan inşaat işçisi, mevsimlik tarım işçisi vb. adlar altında çalıştırılan güvencesiz kesimdir ki işçi sınıfının en alt kademesini oluşturmaktadırlar.  

Fabrikalarda üretim dışı, üretimi tamamlayan faaliyetlerin (temizlik, bakım-onarım vb.) taşeronlara devredilmesi, daha önce fabrikalarda üretilen bazı girdi ve ara mal üretiminin tedarikçilerden temin edilmesi uygulamalarıyla fabrikalarda sadece ana üretim yerine getirilmeye başlanmış, tedarikçilerden temin edilen ara girdilerin birleştirilerek nihai ürünün ortaya çıkarıldığı parçalı üretim esas hale getirilmiştir. Üretim süreçlerinin bu reorganizasyonu, tekil işyerlerinde küçülme olarak görülürken, sermayenin genel hâkimiyeti açısından ise artan oranda büyüyerek bütünleşme olgusunu ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla merkez işletmeye iş yapan küçük taşeron ve tedarikçi işletmelerdeki işletme bazında istihdam edilen işçi sayısı küçülürken, merkez işletmede çalışan işçi sayısı düşerken dolaylı çalışan sayısı artmaktadır. Emek verimliliğinde artışa yol açan teknolojik gelişmelerin bu sürece etkisi de oldukça önemlidir. Özelleştirmelerle, tarımsal alandan işgücü göçü ile beslenen işsizlik, taşeron ve tedarikçi firmalarda sendikasız, sigortasız, düşük ücretle çalışan işçi gerçekliği fabrika işçilerinin hak mücadelesinde negatif etkide bulunarak ücretlerin gerilemesine ve genel olarak toplumsal ücretlerin düşürülmesi üzerinden göreli artı değer artışına yol açmıştır.

Diğer yandan sendikasız, toplu iş sözleşmesiz, asgari ücretli çalışmanın temel belirleyenler olduğu taşeron ve tedarikçi işletmelerdeki uzun mesai saatleri, güvencesizlik ortamı çalışma sürelerinin uzatılması ve iş temposunun arttırılması yoluyla mutlak artı değer artışı olanaklı hale getirilmiştir. Emek üretkenliğindeki artış, sermaye için emekten tasarruf olanağı yaratırken, toplumsal yaşamda yeni çalışma alanlarını ortaya çıkararak artı değer miktarının artmasına yol açmaktadır.

1980 sonrası fabrikalarda uygulanmaya çalışılan ve post-fordizm, yalın üretim ve benzeri değişik adlandırmalarla ifade edilen işçi sınıfının örgütlü yapılarını tasfiye etme, işlevsizleştirme yöneliminin ilk adımı “işyerleri hepimizindir” hegemonik saldırısı olmuştur. İdare eden-idare edilen ayrımını görünmez kılmaya yönelik “idari işler” departmanlarının yerini “insan kaynakları” departmanlarının alması, “açık kapı” uygulamalarıyla işçilerin işveren temsilcileriyle direkt temas etmesi sağlanarak sendika/işçi temsilciliklerinin gereksiz hale getirilmeye çalışılması, başarılı çalışanların ödüllendirilmesi uygulamalarıyla işçiler arası rekabetin geliştirilmesi sermayenin ilk akla gelen yönelimleridir. Fordizmin ayrıntılı iş bölümü uygulamalarıyla, adeta kodlanmış işlevleri yerine getirerek üstlendiği işlevde uzmanlaşan, ancak üretim sürecinin diğer aşamalarından bihaber hale getirilmiş işçinin yerini, iş tanımlarının yenilenmesi üzerinden birden fazla üretim işlevi üstlenen çok yönlü işçi almıştır. Fordizm döneminin üretim sürecinde kesin çizgilerle faaliyet alanı belirlenmiş işçinin yerini, faaliyet alanı olabildiğince genişletilerek sınırları belirsizleştirilmiş işçi alırken, bu uygulamayı geçerli kılmada kademe yükseltmeleri yapılarak, ağıza bir parmak bal çalma kabilinden maddi teşviklerde unutulmamıştır olası karşı çıkışları elimine etme adına.

Fordist kitle üretiminin yerini belirsiz dünya pazarına yönelik üretimin gerçekleştirilmesini mümkün kılan yeni imalat teknolojileri mümkün kılmıştır. Yeni imalat teknolojileri ile işyerlerinde toplam kalite kontrol, 0 hatalı üretim, kalite kontrol çemberleri, tam zamanında üretim, 0 stokla çalışma uygulamaların esası, artı değer oranını yükseltmeye yönelik verimliliğin arttırılmasıdır.

Örneklemek gerekirse, fordist dönemde çıktı üzerinden kalite kontrol departmanları kanalıyla gerçekleştirilen kalite uygulaması sonucu, hata saptanan ürün imha edilerek yeniden üretime yönlendirilmekte, dolayısı ile hammaddeden, enerjiye, makine-teçhizattan, iş gücüne her harcama kapitaliste maliyet artışı olarak/gereksiz masraf olarak geri dönmektedir. Toplam kalite kontrol uygulaması ile üretim sürecindeki her departmanın, önceki departmanın müşterisi olarak kendisine sevk edilen ürünün kalite kontrolünü gerçekleştirmesi sağlanmıştır. Departmanlar gerektiğinde ürünü reddetme hakkına sahip kılınmış, böylece ürün, üretimin her aşamasında, her departman tarafından kontrol edilerek hatanın ortaya çıktığı departmanda bloke edilir hale getirilmiştir. Sonuç, hatalı üretim engellenerek gereksiz iş gücü maliyetinden kurtulmak ve üretkenlikte artış olarak kapitalistin hanesine artı değer oranında artış olarak yansıyacaktır.

Bir örnekte kalite kontrol çemberleri üzerinden verelim. Fordist dönemin kalite uygulamaları çıktı üzerinden gerçekleştirildiğinden ve her işçi sınırları belirlenmiş işlevleri üstlendiğinden, üstlendiği işlev dışındaki çalışmalara ilgisizdir. Doğal olarak kendi alanı dışındaki aksaklıklar, eksikliklerle ilgili değildir. Kalite kontrol çemberleri, işlevleri/iş tanımları genişletilmiş işçilerin, üretimin herhangi bir noktasında ortaya çıkan bir aksaklığı gidermenin yanında, olası aksaklıklara karşı neler yapılabilire yanıt bulma amaçlı faaliyet yürütmektedirler. “İşyeri hepimizindir” temel motivasyonu eşliğinde yürütülen bu çalışmalar sendika/işçi temsilcilerini işlevsiz kılma fonksiyonu da görmektedirler. Kapitalist açısından bir diğer artısı ise, işçiyi üretimdeki işlevi dışında, iş yoğunluğunu arttırma işlevi de gören, üretim sürecinin tümüne yönelik duyarlı hale getirerek maliyetsiz yoldan olası sorunları giderme olanağı sağlamaktadır.

Üretimin Parçalanması İşçi Sınıfının Örgütlü Yapıları Olan Sendikaların Zayıflamasını Beraberinde Getirmiştir

Uluslararası sermayenin, yalın üretim (sadece üretim) olarak adlandırılan uygulamaları ile üretim süreçlerinin parçalanması üzerinden, üretimin örgütlenmesindeki değişikliklerin işçi sınıfı mücadelesi üzerinde, sonuçları günümüzde daha açıkça gözlenen son derece olumsuz etkileri olmuştur. Üretimin parçalı yapısı, teknolojik gelişmelerinde etkisi ile üretimin uluslararası boyut kazanmasını da beraberinde getirmiştir. Sayısal esneklikten, zamana göre esnekliğe, fonksiyonel esneklikten ücret esnekliğine her tür esnekliğin sınırsız uygulama alanı bulduğu üretim koşullarıyla tedarikçi işletmeler günümüzde merkezi firmalarla bağlantılı geniş bir sanayi ağı oluşturmuş durumdadır. Üretimin parçalanması, işçi sınıfının örgütlü yapıları olarak sendikalarında güçsüzleşmesini beraberinde getirmiş, sınıf işbirlikçisi-bürokratik yapılarıyla sendikalar tabela örgütleri haline gelmişlerdir.

2013-2017 yıllarını kapsayan DİSK-AR Sendikalaşma ve Toplu İş Sözleşmesi Raporu’nda %12 olarak belirtilen sendikalaşma oranının kayıt dışı işçileri de kapsayan fiili oranı %10 olarak açıklanmıştır. Bu oran içinde toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı genelde %7,3, özel sektörde ise %5,5’tir. Başka bir ifade ile işçilerin %90’ı sendikasız, %95’i ise toplu iş sözleşmesiz olarak çalışmaktadır. (http://disk.org.tr/2017/08/disk-ar-sendikalasma-ve-toplu-is-sozlesmesi-raporu/) Sendikalaşma oranının tespiti yönteminden, rakamların gerçekliğine bir dizi soru sorulabilir, ancak işçi sınıfı örgütlülüğüne yönelik yukarıdaki rakamlar örgütsüzlüğü gözler önüne sermektedir. 

Sendikalaşmaya yönelik karşılaştırmalı rakamlara baktığımızda sendikal güç kaybını daha net görebiliriz: 1988 yılında 7.170.000 olan toplam ücretli sayısı içinde Toplu İş sözleşmesi (TİS) kapsamındaki işçi sayısı 1.590.000 iken sendikalaşma oranı %22,2’dir. 2000 yılında 10.485.000 olan toplam ücretli sayısı içinde TİS kapsamındaki işçi sayısı 1.049.000’a düşmüş, sendikalaşma oranı da %10’a inmiştir. 2010 yılına geldiğimizde sırasıyla 13.762.000 toplam içinde TİS’li işçi sayısı 786.000 olurken sendikalaşma oranı %5,7’dir. (http://www.tr.boell.org/web/103-1539.html

Sendikalaşma oranlarında görülen düşüş, kapitalizmin krizlerden çıkışın çözümü olarak gündemleştirdiği sömürü oranlarının yükseltilmesi ve genelleştirilmesi çabalarının sonucudur. İşçi sınıfı ve emekçi kesimlerin bu saldırılara karşı mücadeleleri bu düşüşün dozunu ve şiddetini belirleyecektir. Kriz dönemlerinde sendikalaşma oranlarındaki düşüşe örnek verirsek; ABD’de 1921 yılında %12 olan sendikalaşma oranı 1931’de %6’ ya, Almanya’da 1921’de %43 olan sendikalaşma oranı 1931 yılında %24’ e düşmüştür. (Özgür Müftüoğlu -Kriz ve Sendikalar)

Örgütlülüğün olmadığı alanlarda bireysel yaşam merkeze oturur ve bireysel çıkarlar genel çıkarlara baskın hale gelir. Tam zamanında üretim, kalite kontrol çemberleri, başarılı çalışana ödül uygulamalarla işletmelerde sendikal örgütlülüğün içinin boşaltılarak bireysellik öne çıkartılırken, parçalanmış üretimin merkezi işletme dışındaki sürdürücüsü olarak, tedarikçi işletmenin çalışma koşullarında bilumum esneklik uygulamalarıyla örgütsüz ve bireyci bir iş ilişkisi esas yaşam tarzı hâline getirilmiştir. Hâkim sınıfların, hâkim düşüncelerinin egemenliği altında erdemleştirilen bireyciliği aşıp, örgütlü yaşamın maddi bir güç haline getirilmesinin işçi sınıfının düşünsel dünyasına katkısını “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı eserinde Engels özlüce ifade etmiş:

“Ama bu birliklere ve onların yol açtığı grevlere esas önemini kazandıran şudur: Bunlar işçilerin, rekabeti ilga etme yolundaki ilk çabasıdır. Bu, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetinin bütünüyle işçilerin kendi arasındaki rekabet, yani dayanışma yokluğu üzerinde yükseldiği gerçeğinin kavranması anlamına gelir.”

Özellikle AKP iktidarı döneminde devasa gelişme gösteren taşeron uygulamalarının sendikal örgütlülüğe yansıması da o derece yıkıcı olmuştur. Sınıf mücadeleleri tarihi, “örgütlü güç yenilmez” gerçeklikleriyle doludur. Bu gerçekliklerden hareket eden egemen sınıflar da “zafer” elde etmek için öncelikli saldırılarını örgütlü yapılara ve o yapıların ileri gelenlerine yöneltirler. Bu yönelim tarafsızlaştırma, içe kapanmaya yöneltme, işlevsizleştirme, olmadı ezme tarzı çeşitlemelerle sürekli geliştirilmektedir. Koşullara, güç ilişkilerine göre bu yönelimler uygulanmaya çalışılır. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüklerinin geriletilmesinde öne çıkan etkenlerden biri, üretim sürecinin parçalanması yoluyla sınıfın kendi içindeki parçalanmışlık halidir. Bu parçalanmışlık sınıf içinde merkez-tedarikçi-taşeron çalışanı olarak somutlanmaktadır. Tekil işletmeler içinde dahi, departmanlar arasında kademe ve ücret farklılıklarıyla sınıf iç farklılaşmalar, parçalanmalar ortaya çıkarılabilmektedir yalın üretim yaklaşımlarıyla. Diğer bir etken artan mülksüzleşme süreciyle birlikte sınıfın nicel olarak genişlemesine karşın saflara katılımlarla artan nitelik kaybıdır. Tarım kökenli katılımlarla birlikte köyün bireyciliğinin işçi sınıfının kolektifçiliğini aşındırma etkisidir söz konusu olan, ki bu katılım ağırlıklı olarak hizmetler ve inşaat sektörlerinde gerçekleşmektedir. Tarımda yaşanan mülksüzleşmede en önemli zaafında, kooperatiflerin bir şekilde ortadan kaldırılmalarıyla yaşanan örgütsüzlük hali olduğunu belirtelim.

Tarım, Sanayi ve Hizmetler alanındaki istihdam rakamlarına bakarak geçmişten bugüne işçi sınıfının bileşimine yönelik sürecin genel eğilimini görebiliriz.

Yıllar          Toplam               Tarım          %          Sanayi            %          Hizmetler        %

1965        12.761.000       8.352.000    65.4     1.762.000      13.8       1.938.000       15.2

1980        16.523.000       8.360.000    50.6     3.197.000      19.3       4.143.000       25.1

1990        18.539.000       8.691.000    46.9     3.738.000      20.2       6.112.000       33.0

2000        21.580.000       7.769.000    36.0     5.174.000       24.0      8.637.000       40.0

2013        25.524.000       6.015.000    23.6     6.738.000       26.4     12.771.000      50.0

(TÜİK İstatistik Göstergeler 1923-2012 http://www.tuik.gov.tr/Kitap)

Dünya genelinde de aynı eğilim egemendir.

Yıllar         Tarım %        Sanayi %        Hizmetler %

1995            44.4               21.1                  34.5

2005            40.1               21.0                  38.9

2013            31.8               22.9                  45.2

(ILO, Global Employment Trends 2014’ ten aktaran Kurtar Tanyılmaz – Dünyada İşçi Sınıfı)

Genel istihdam içinde tarımın payı hizmetler sektörü lehine düşmekte, sanayide ise az bir artış görülmektedir. Sanayi sektöründe istihdamdaki artışta görülen yavaşlamada emek üretkenliğindeki artışın payı önemlidir. Tarımdan işçi sınıfına katılım ve işçi sınıfı içinde hizmetler sektöründe istihdamın ağırlıklı duruma gelmesini sağlayan sürecin oluşumunda yine, GATT sürecinin ana teması olan gümrük vergilerine yönelik düzenlemeler alanının tarım ve hizmetler sektörleri başta olmak üzere devletlerin esas yürütücüsü oldukları alanları da kapsayacak şekilde genişletildiği Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) vardır. Tokyo raundunda ilk adımı atılan bu anlaşma 1986-1994 Uruguay raundu sonunda 1994’te imzalanmış olup anlaşmaya taraf ülke sayısı 146’dır.

DTÖ eski başkanı Renato Ruggerio “GATS ile, daha önce ticaret politikası içinde tanımlamadığınız alanları bile piyasa ekonomisine açabiliyorsunuz ve yerli hizmet şirketlerine tanıdığınız ayrıcalıkların aynısını ya da daha fazlasını yabancı şirketlere de tanıyorsunuz. Korkarım şu anda ne hükümetler neyin altına imza attığının ne de şirketler neler kazandıklarının farkında değiller” sözleriyle imzacı ülkelerin aymazlıklarına vurgu yapmaktadır. Bu aymazlıklara açıklık getirecek bir örnek verirsek:

“GATS anlaşmasının1994 metninde yer alan Built-in hükmü uyarınca 2000 Ocak ayında başlatılan ikinci tur müzakerelerinde bugün gelinen noktada, sınıflandırma (classification) ve salkımlandırma (clustering approach) olarak iki farklı anlayış belirlenmiştir. Sınıflandırma 1994 metninde var olan bir anlayıştır ve belli bir sektörün alt branşlarının tanımlanması biçiminde işlemektedir. Örneğin eğitim alanı için, 1-Üniversite, 2-Mesleki Eğitim, 3-Lise Eğitimi, İlköğretim gibi sınıflama yapılmıştır. Ancak Salkımlandırma anlayışında bir sektörle ilişkili olabilecek bütün sektörlerin taahhütte bulunulmasa bile GATS kapsamına dahil edilmesi gibi son derece geniş bir biçimde işletilmektedir. Örneğin turizm sektörünü salkımlandırmaya tabi tuttuğunuzda, bu sektörün öznesi olan turistin ihtiyaçları ile ilgili tüm hizmet sektörlerini; ulaşım, belediye hizmetleri, enerji, su, mesleki eğitim, sağlık, iletişim, banka, sigortacılık ve mali hizmetler, mimarlık ve mühendislik, posta ve kargo gibi hemen hemen tüm hizmetleri GATS kapsamına dahil etmiş oluyorsunuz. Ayrıca bir turistin beslenme ihtiyacından yola çıkarak gıda ve gıdanın alt salkımı olarak tarıma bir alt salkım olarak tarımsal ve hayvansal gıdaya, bir alt salkım olarak ta et ve süt ürünlerine buradan da entegre et ürünlerine ve ambalajlarına kadar ulaşılmaktadır.” (Selim Yılmaz-İşçi sınıfı genişliyor. Ya sınıf bilinci?-Kızılcık dergisi Mart-Nisan 2003)

Olası anlaşmazlıklarda hukuk mercii, uluslararası tahkim sistemi olarak belirlenen GATS anlaşmasına göre Gaye Yılmaz’ın ifadesiyle; şirketler, yatırım yaptıkları ülkelerde hükümetler GATS’ın tüm gereklerini yerine getirdikleri halde, daha önce öngördükleri karlılık oranlarına ulaşamadıklarında bile devletleri dava edebileceklerdir. Anlaşmanın ilgili hükmü: “Uyuşmazlıkların Halli Panelinde, konu, GATS’dan kaynaklanan haklar ve yükümlülükler ışığında irdelenir” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre, bir durumun tahkim panelinde dava edilebilmesi için şu iki durumdan birinin gerçekleşmesi gerekmektedir:

– Bir üyenin, yükümlülüklerini veya spesifik taahhütlerini yerine getirmemesi;

Ya da bir önlemin GATS hükümleriyle çelişmemesine rağmen bir üyenin belirli bir taahhüt altında gerçekleşmesini umduğu bir faydanın boşa çıktığını ya da zedelendiğini düşünmesi.

Anlaşma içeriğinde verilen taahhütlerden geri dönme yolu kapatılarak, ilerleyen süreçlerde anlaşmanın yeniden dizayn edilmesinin önü açık bırakılmış, örneğin 1994’te ilk imza edildiğinde kamu hizmetlerinin özelleştirileceğinden bahsedilmeyerek, hizmetler alanının ticarileştirileceğine vurgu yapılmıştır. Ancak yeniden dizayn edilmelerle kamusal alanlar tümüyle piyasalaştırılmıştır.

“GATS sektörleri arasında, eğitim, sağlık, ulaşım, su, belediye hizmetleri, hukuk hizmetleri, bankacılık , sigortacılık ve finans hizmetleri, müteahhitlik ve mühendislik hizmetleri, çevre hizmetleri, enerji hizmetleri, turizm, lojistik, kurye, posta ve telekomünikasyon hizmetleri, kültürel hizmetler bütün hizmet alanları sayılmaktadır.” (Gaye Yılmaz-Hizmetlerin Piyasalaştırılması-Hukuk ve Adalet Dergisi-Temmuz 2004)

AKP İktidarı Döneminde İşçi Sınıfı İçinde Hizmet Sektörü Artarak Ağırlık Kazanmıştır

Özellikle AKP iktidarı döneminde kararlılıkla uygulanan özelleştirmeler ve tarımsal kesimden katılımlar ile işçi sınıfı içinde ağırlıklı hale gelen hizmet sektörü işçilerinin artan ağırlığı toplam toplumsal emek içinde üretken olmayan emeğin artışı olarak görülebilmektedir. Sermaye birikimi, krizler, emek gücünün değeri ve artı değer kütlesine etkilerini dikkate alarak kısaca üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımına değinmekte yarar var.

Bir toplumsal yaşamın devamında öncelikli olan şey “doğanın birey tarafından, toplumun belirli bir biçimi ile ve bu biçim aracılığıyla mülk edinilmesi” (Marks-Grundrisse) eylemi olarak üretim faaliyetidir. Üretim aracılığıyla doğadan sağlanmak zorunda olunan yaşamsal geçim araçlarının tedariki eylemini yerine getiren emek “genel olarak üretken emek” şeklinde tanımlanır. Genel olarak üretken emek niteliği insanın doğasını oluşturur. Toplumsal yaşam içinde şüphesiz her birey doğadan geçim araçları sağlama eylemine katılmaz, toplumsal iş bölümü içinde farklı farklı işlevler üstlenir. Genel olarak üretken emeğin kendisi kullanım değeri üretimini ifade eder. Ancak genel olarak üretken emek, fonksiyonunu “toplumun belirli bir biçimi ile ve bu biçim aracılığıyla” yerine getirir ki, kapitalist toplum biçiminde kullanım değeri üretimi kendisi olarak önemini yitirir. Değişim değeri üretimi esas hale gelir. Bunu da öncelikli olarak işgücünün kullanım değerini para ile değiştirerek başlatır. Üretim sürecinde, üretime konu değerin kendisi (değişmeyen sermaye kısmı) ve işgücünün değerinin yanı sıra artı bir değer üretimi gerçekleştirilir. Üretim sonucu ortaya çıkan metanın kendisinde oluşumuna katılan hammadde, makine, teçhizat ve benzerinde vücut bulmuş değerin yanı sıra işgücünün kendi değeri ve işgücünün karşılığı ödenmeden yarattığı artı değerin toplamı olarak yeni bir değer yaratılmış olur. Metada somutlaşan bu değeri ortaya çıkaran süreç, kullanım değeri olarak satın alınan işgücünün faaliyet sürecidir. Kapitalist üretimin somutlanması olan meta, kullanım değeri, değişim değeri ve artı değeri bünyesinde barındırır. Sermayenin amacı, üretime yatırdığı sermayeyi Para-Meta-Üretim-Meta+-Para+ döngüsü ile arttırarak genişletmektir.

Kapitalist üretimin biricik amacı artı değer üretimidir ve bu artı değeri yaratan emekte üretken emek olarak adlandırılır. “Kapitalist üretimin dolaysız amacı ve özgün ürünü artı değer olduğu için emek, yalnızca doğrudan artı değer yaratıyorsa üretkendir; emek gücünün bir temsilcisi de ancak doğrudan artı değer yaratıyorsa üretken işçidir. Yani, yalnızca üretim sırasında, sermayenin değerinin genişlemesi amacıyla tüketilen emek üretkendir.” (Marks-Kapital 1)

Marks, Adam Smith’in üretken emek tanımındaki çelişkilerini incelerken, fizyokratların yalnızca tarım emeğinin üretken olduğu yaklaşımlarını eleştirerek, “kapitalist bakış açısından, yalnızca artı-değer yaratan emeğin üretken olduğu doğru görüşünü ortaya koyanlar da onlardı” dediği fizyokratların “… değeri, emek-zamanına, toplumsal, türdeş emeğe değil, emeğin kullanım-değerine” indirgemelerini yanlış buluyordu. Devamla merkantilistlerde de “her ne kadar bilincinde değillerse de” teorilerinin “temeli, ürünü, yurt dışına gönderildiğinde, maliyetinden daha fazla para getiren (ya da karşılığında, ihraç edilmesi gerekenden daha fazla getiren) üretim alanlarındaki emek üretkendir” (Marks-Artı-Değer Teorileri-ADT) düşüncesiyle fizyokratlarla aynı üretken emek görüşünü içeren bir yön bulmaktadır. Adam Smith’in üretken emek anlayışındaki ikiliğe dikkat çeken Marks, sermayeye karşı değişilmiş emek olarak üretken emek yaklaşımını “üretken emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel başarılarından biridir” sözleriyle onaylarken, “metada maddeleşmiş emek olarak üretken emek” anlayışını eleştirmektedir. A. Smith’in üretken olmayan emekçinin emeği “kendini, herhangi bir belli özde ya da satılabilir bir metada toplayıp maddeleştirmez…hizmetleri, genelde yerine getirildiği anda ortadan kalkar ve pek seyrek olarak daha sonra eşit miktarda bir hizmet sağlamaya elverecek bir iz ya da değer bırakır” saptamasına yönelik Marks, burada “söz konusu edilen şey, tüketilen değerin eşdeğerini yeniden-üretmeyi de kendi içinde zaten kasteden bir artı-değerin üretimi değildir. Buradaki sunuma göre emekçinin emeği, herhangi bir malzemeye çalışmasıyla, ücretinin içerdiğine eşit miktarda değer katarak, tüketilen değerin eşdeğerini yerine koyduğu ölçüde, o emek üretkendir” vurgusunun ardından konunu esas noktasını açık eder: “Burada toplumsal biçim yoluyla tanımlama, üretken olan ve olmayan emeği kapitalist üretimle ilişkisine göre belirleme bir yana konmaktadır.” (Marks-ADT)

Üründe maddeleşen emeğin üretken emek sayılmasına yönelik A. Smith eleştirisinde Marks, otelde işletme sahibi kapitalistin müşterilerine satması için yemek yapan bir otel aşçısının emeğinin üretken emek olduğunu, ancak aynı aşçının emeğini kendim için yemek pişirmek üzere satın alırsam aşçının emeği üretken emek olmayacaktır diyerek ekler: “Aşçı, kendisine ödeme yaptığım fonu benim için (özel kişi için) yenilememektedir; çünkü onun emeğini, değer yaratan bir öğe olarak değil, yalnızca onun kullanım-değeri için satın almaktayım.” (Marks- ADT)

Emeğin maddeleşmesi ile ilgili olarak da Marks, “Metadan emeğin maddeleşmesi olarak söz ettiğimiz zaman-yani metanın değişim-değeri anlamında- bu yalnızca hayali bir şeydir, yani metanın toplumsal varoluş biçimidir, metanın maddi gerçeğiyle ilişkisi yoktur; belli bir miktarda toplumsal emek ya da belli bir miktarda para olarak düşünülmüştür. Olabilir ki, sonucu olduğu emek, o metanın üzerinde herhangi bir bırakmamıştır.” (Marks-ADT)

Somutlaması yönüyle Marks’tan bir aktarma daha yapmak gerekirse: “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez. Demek oluyor ki, üretken emekçi kavramı, yalnızca, iş ile yararlı etki arasındaki, emekçi ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artı-değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor” (Marks-Kapital 1)

Marks metalar dünyasının emek-gücü ve metaların kendileri olarak iki büyük kategoriye ayrıldığına işaret ederek, “üretken emek, öyle bir emektir ki meta üretir ya da doğrudan emek-gücünün kendisini yetiştirir, geliştirir, yaşamını sürdürür ya da yeniden-üretir” sözleriyle emeğin maddeleşmesi kavramına açıklık getirir. Demek oluyor ki, üretken emek tanımlamamızda maddeleşen bir ürün kıstasımız olamaz. Üretken emek ve üretken olmayan emek tanımlamasında hareket noktamız, sermayenin devresini tamamladığında artı değer üzerinden +sermaye haline geliş olması durumudur. P-M-Ü-M+-P+ döngüsünde üretim alanındaki emeğin tümü sermaye için üretken emektir. Para sermaye ve meta sermaye evreleri sermayenin dolaşım evrelerini oluştururlar ve üretimde yaratılan artı değerin gerçekleşme ve bölüşümü gerçekleşir bu evrelerde. Dolayısı ile para sermaye ile meta sermaye evrelerinde yer alan emek üretken olmayan emektir. Somutlamak gerekirse para sermaye evresinin aktörlerinden bazıları; sigortacılık, son dönemlerin gözdesi mortgage’çiler, her tür işlem çeşitliliğiyle bankalar, borsa işlemler yürüten aracı kurumlar ile meta sermaye evresinin aktörleri toptan-perakende tüccarları, süperinden hiperine marketler dünyası sermayenin dolaşım sürecinin aktörleridir. Sermayenin bütünlüklü yapısı içinde zorunlu işlevler yüklenen bu aktörler arasında artı değer paylaşımının acımasız rekabeti hüküm sürerken, toplam sermayenin genişleme ve derinleşme sürecinde dolaşım evresindeki (üretken olmayan alandaki) yoğunlaşma sermaye birikimi için bir tıkanıklığın işaretidir.

“Toplam değer kitlesi, üretim alanında yaratılmakta ve ticaret alanında realize olmaktadır. Bu iki sektörün (girdi-çıktı yapısına göre katma değer yönüyle) toplamı, yani bu sektörlerin mali sektöre ve devlete aktardıklarını da içeren fiyat büyüklüğü toplam değer olarak hesaplanmaktadır. Bu ilişki Marks’ın en soyut haliyle toplam değer-toplam fiyat denkliğine sadık kalan bir ilişkidir…Evet kar artı değerin “parasal karşılığı”dır… paranın değerini en kaba haliyle her bir çevrim sonunda üretken alandaki soyut emek saat ile üretken olmayan alanı da kapsayan toplam parasal büyüklüğün oranı olarak tanımlayabiliriz…Buna göre üretken olmayan alanın genişlemesi, paranın değerini düşürmesi itibariyle para sermayeyi değersizleştirecektir. Bu değersizleşme süreci bütün alanlar üzerinden bir yeniden bölüşüm ilişkisi çalıştırmaktadır. Artı değer kitlesi, karın değer karşılığı olması itibariyle, düşen paranın değeri ile çarpıldığında düşecektir.” (Yiğit Karahanoğulları-Marks’ta Üretken Emek Kategorisi ve 1988-2006 dönemi Türkiye Ekonomisi İÇİN Ampirik Bulgular)

Kısacası, üretime geri dönmeyen sermayenin dolaşım alanında yoğunlaşması sermaye birikiminin sekteye uğraması demektir. Farklı bir ifadeyle, krediler üzerinden faiz adı altında para sermayeye aktarılmaya çalışılan artı değerin üretilememe hali aynı zamanda kredi sisteminin de felç habercisidir.

Toplumsal bütünü oluşturan toplumsal kategorileri, üretken emek-üretken olmayan emek olarak sınıflandırırsak:

Kendine yeterli üretim yapan köylü ve zanaatkarların oluşturduğu kesime yönelik Marks; “Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi emek güçlerini yeniden-üretmekle kalmayıp bir artı değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. Ve burada, belirli bir üretim biçiminin başat üretim biçimi olduğu, ancak üretim ilişkilerinin tümünün buna bağımlı hale girmemiş olduğu topluma özgü bir durumla karşı karşıya kalırız.” (Marks -ADT) Üretim araçları sahipliği ve iş güçlerini satmama hali bu kesimin artı değer sömürüsü üzerinden +sermaye üretimi kesiminden sayılamayacağı anlamına gelir.

İşçi sınıfı içinde ücretlerini sermayeden değil, gelirden alan (kişiye yönelik hizmet gören) koruma, şoför, aşçı kesimde artı değer üretimi üzerinden +sermaye üretiminde yer almadıklarından üretken emek kategorisine dahil edilemezler. Örneklemek gerekirse, bir aşçıyı kişisel ihtiyaçlarım için yemek pişirmek üzere çalıştırdığımda aşçının emeği üretken olmayan emektir. Ancak aynı aşçıyı sahibi olduğum otelde müşterilerime yemek yapmak üzere çalıştırdığımda aşçının emeği üretken emek kategorisine girer.

Dolaşım alanında (finans ve meta sermaye alanında) yer alan banka, sigorta, toptancı-perakendeci, market çalışanları vb. yine artı değer yaratımı üzerinden sermaye artışı sağlayan bir faaliyet yürütmediklerinden üretken emek kategorisinde yer alamazlar. Dolaşım alanında faaliyet yürüten sermayedarda işgücünü satın aldığı işçiler çalıştırmaktadır. Ancak finans ve meta sermaye alanında yeni bir değer yaratılmaz. Üretken emeğin yarattığı artı değerin gerçekleşme ve paylaşılma süreçleridir faaliyet konusu olan. Faaliyet sonucu elde edilen kar da üretken emeğin yarattığı artı değerden alınan paydır. Soyutlama düzeyinde basit bir örneklemeden hareket edersek; toplam toplumsal emek içinde üretken emeğin ortaya çıkardığı ürün ve hizmetten oluşan toplam değeri 100 olarak alırsak, bu değerin birebir karşılığı olan 100 lira piyasadaki toplam para olacaktır. Ticaret ve finans sermayesinin etkinliği bu 100 liralık toplam değere bir artı yapmaz. Tam tersi 100 liralık değerden olabildiğince fazla pay kapma etkinliğidir faaliyet konusu olan. Ticaret ve finans sermayesinin yanı sıra üretken olmayan emeğin ücreti de üretken emeğin artı değerinden karşılanmaktadır.

“Toplum hizmetleri, sosyal ve kişisel hizmetler” alanında yer alan kamu yönetimi ve savunma faaliyeti yürütenler ücretleri gelirden ödenen ve faaliyetleri ile değer yaratmayanlar olarak üretken olmayan emek kategorisindedirler. 

Üretken emek kategorisinde yer alan faaliyet alanları; “Tarım, hayvancılık, ormancılık ve balıkçılık”, “madencilik ve taş ocakçılığı”, “imalat sanayi”, “elektrik, gaz ve su”, “inşaat ve bayındırlık işleri”, “ulaştırma, haberleşme ve depolama (üretimin tamamlayıcı işlevlerini yerine getiren alan olarak”, özelleştirmeler sonucu piyasalaşan “eğitim, sağlık ve alt yapı faaliyetleri” ile “otel ve lokantalar”ı kapsamaktadır. (Yiğit Karahanoğulları-üstte age)

Son bir ekle üretken emek, üretken olmayan emek konusunu kapayalım. Bilim insanları, öğretmenler, araştırma görevlileri, sağlık çalışanları vb. faaliyetleriyle emeğin toplumsal üretkenliğini arttırdıkları oranda artı değer üretiminde artışa yol açarken, toplumsal üretkenliği artan emeğin bir sonucu olarak üretken emeğin değerinde azalma üzerinden artı emek miktarının artmasına da katkı sunmuş olurlar. Tam bir paradoks gibi görünüyor. Söz konusu olan kapitalizm ise evet. Kapitalizm aradan çıktığında ise insanlığın gelişimine katkı.

“Herhangi bir maddi nesne kadar meta karakteri” taşıyan ve “üretim ile tüketimin eş zamanlılığı” (http://eatonak.org/PE/downloads-2/files/Uemek.pdf) olarak tanımlanan hizmetler sektöründe faaliyet yürüten hizmet işçisinin işgücünü işyeri sahibi kapitalist satın almaktadır. Okulda öğretmenin, hastanede doktor-hemşire-hastabakıcı, otel çalışanlarının, özelleştirilen belediye, örneğin temizlik işçilerinin ücretleri işletme sahiplerince ödenmekte, yerine getirdikleri hizmetler belirli bir bedel karşılığı müşterilere satılmaktadır diyerek hizmetler alanının üretken emek kategorisi içindeki yerini saptamış olalım.

Özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar ile Kemal Derviş yasalarının imanlı uygulayıcısı olan AKP iktidarlarının her tür emek karşıtı politikalarına rağmen sürekliliğini nasıl açıklamalıyız. OHAL savunusunun temellerinden birini T. Erdoğan işveren kesimi nezdinde tüm kamuoyuna açık etmişti. “Biz OHAL’i iş dünyasının daha rahat çalışması için getirdik. İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i. Fotoğraf oldukça net.” https://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-ohal-i-grev-tehdidi-olan-yere-mudahale-icin-kullaniyoruz-169437.html

Evet AKP aralıksız on altı senedir iktidarda ve egemenler arası siyasal mücadele işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin dışlandığı oranda acımasızca sürerken, ekonomik alanda egemenler adeta cennet ortamında yaşıyorlar. Emekçilerin alım gücü düştükçe finans sektörü başta olmak üzere sermaye kesimi kâr rekorları kırıyorlar.

http://www.abcgazetesi.com/olaganustu-halde-olaganustu-karlar-iste-patronlarin-kazanc-tablosu-78004h.htm

Alım gücü düşen işçi, mülksüzleşen köylüye rağmen nasıl oluyor da AKP ezici oy üstünlüğüyle iktidarını sürdürüyor.

“1927 yılından başlayarak 5’er yıllık dilimler halinde kent-kır nüfusu oranına baktığımızda 1955 yılına kadar %75 kent %25 kır nüfusu oranının korunduğunu görüyoruz. Bu denge ilk kez 1955 yılı sayımında %4’lük kır nüfusundaki bir azalmayla kırılmaya uğramış ve bundan sonra 1980 yılına kadar %4’lük ortalama bir azalmayla dengeli biçimde devam etmiş. 1985 yılı sayımında ise 30 yıl sonra ilk kez %9’luk bir azalma yaşanmış ve kent – kır nüfus dengesi kent lehine %44-%56 değişmiş. 1990 yılında %41 olan kır nüfusu 2000 yılında %35’e 2012’de ise %22’ye düşmüş.”

http://sendika62.org/2014/11/soma-ermenek-ermenek-isparta-ve-digerleri-tufan-sertlek-226642/

2014 ortası itibariyle, Türkiye’nin en zengin %1’lik kesimi ülkenin toplam servetinin %54,3’üne el koyuyor –üstelik 2013’teki %52.3’lük payını arttırarak. Dünyada bu boyutta servet eşitsizliği sadece Rusya’da var (%66,2).  Occupation hareketinin beşiği, en zengin %1’in servetinin en çok sorgulandığı ülke ABD’de bile bu pay %38,4! Servet kaybında ilk beşe giren Türkiye’nin servet eşitsizliğinde dünya 2.’si olması neyin başarısıdır artık siz karar verin.

İpucu olarak şu kadarını söyleyelim: 2000-2014 döneminde, en zengin %1’in servet payını en hızlı artırdığı ülkeler arasında, %43’lük artış ile Rusya’yı bile (%25) geride bırakarak dünya 1.’si olmuşuz!

http://sendika62.org/2014/11/halk-surunuyor-vatandas-zenginlesiyor-e-ahmet-tonak-225682/

İslamcı söylemi öne çıkararak mağduriyetten mağduriyete yükselen AKP iktidarı kendi değerlerini genelleştirip tüm toplumun değerleri haline getirmede mesafe kat ettikçe diğer kesimlerin çıkar ve ihtiyaçlarını belirler hale geldi. Bu hegemonik ilişkiler İslamcı ideolojinin belirleyiciliğinde sürdürülmeye çalışılmaktadır. AKP’nin sosyal yardım programları iktidarı sürdürmede temel hareket noktası oldu. Finansmanı ise kamuya ait, satılmadık kelimesini anlamsız kılacak şekilde satılacak hiçbir şey bırakmamacasına elden çıkarılarak sağlandı. Hükümetin 2013 yılında 17 milyon 387 bin 874 kişinin maddi durum tespitine yaptırdığı gelir testi sonucu:

“Aylık geliri 0 ile 340 lira arasında olan 790 bin 642 hane var. Bu hanelerde yaşayanların sayısı 3 milyon 361 bin 346 kişi.

326-978 TL arasında gelir giren hane sayısı da 323 bin 148. Bu evlerde yaşayan nüfus 1 milyon 288 bin 654’ü buluyor.

978-1957 TL arası gelir aralığında 28 bin 550 ev ve 107 bin 773 kişi. 1957 ve üzeri geliri olan ev sayısı da 3 bin 287 ve 1 milyon 957 bin 200 kişi.

Yani gelir testi yapılan nüfusun yüzde 70’i asgari ücretin üçte birinin bile altında gelire sahip.” Bu olumsuz tablodan ortaya çıkacak olası kalkışmaları engellemek için devreye sokulan “sosyal yardımlara” bir göz atarsak;

“* Toplam sosyal yardımların tutarı 20 milyar 764 bin 725 TL

* 427 bin 434 engelli için 3 milyar 449 milyon 908 bin 836 TL

* 658 bin 681 haneye gıda için 180,7 milyon TL

* 19 bin 722 haneye barınma için 62,6 milyon TL

* 2 milyon 106 bin 015 haneye 2 milyon 142 bin 316 ton kömür

* 281 bin 141 kadına eşleri vefat ettiği için 752,8 milyon TL

* 50 bin 583 aileye askerde olan çocukları için 77,5 milyon TL

* 809 bin 117 ilkokul, 810 bin 200 ortaokul, 334 bin 317 lise öğrencisine 512 milyon TL

* Öğrencilere öğle yemeği için 250 milyon TL, kitap için 275 milyon TL

* 43 bin 500 engelli öğrencinin okula gidebilmesi için 85 milyon TL

* 778 bin 238 haneye şartlı sağlık yardımı olarak 229 milyon 23 bin TL

* Gebelik için 71 bin 807 haneye, lohusalık için 13 bin 770 haneye, doğum için de 16 bin 175 haneye 14 milyon 77 bin TL

* 632 bin 407 yaşlıya aylık 1 milyar 9 milyon 428 bin TL.” http://www.radikal.com.tr/politika/iste-ak-partinin-sosyal-yardim-gercegi-1260849/

Sosyal yardımlar ezilmeyi, fakirleşmeyi görünmez kılarken finansal alanda kredi kullanımının yaygınlaştırılması borçla da olsa ihtiyaçların giderilmesini sağlayarak görece bolluk ve refah ortamı havası yarattı emekçi kesimler için. Bunun sürdürülemezliği kendini tüm acımasızlığıyla ortaya koyana dek. İşçi sınıfının örgütlü yapıları olan sendikalara saldırılarda çok yönlü sürdürülmektedir. İlki, yandaş sendikaları güçlendirmekte devlet olanaklarının seferber edilmesidir. Örneğin Kamu-Sen’in 2017 Temmuz ayında 445 bin 729 olan üye sayısı 420 bin 220 ye inerken, KESK’in üye sayısı aynı dönemde 236 bin 203 ten, 221 bin 69’ a gerilemiştir. AKP destekli Memur-Sen’in üye sayısı 2017 Temmuz’unda 836 bin 505 iken 956 bin 32’ye çıkmıştır.  http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/562550/Memur-Sen_AKP_donemiyle_buyudu.html

12 Eylül ürünü 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Kanunlarıyla sendikal örgütlenme; sendikaya üyelikte noter koşulu, yüzde 10 işkolu ve yüzde 50+1 işyeri-işletme barajları ve anti-demokratik toplu iş sözleşmesi yetki tespit sistemi vb. uygulamalarla engellenmeye çalışılırken AKP iktidarı ile her alana yaygınlaştırılan taşeronlaştırmalar ve özelleştirmelerle bu engeller daha da katmerlenmiş, özellikle kamu kurumlarında siyasi baskılarda buna eklenmiştir. Birleşik örgütlü güç yenilmez. Etkili bir siyasal önderliğin olmadığı, sendikaların işlevsizleştirildiği koşullarda kitleler üzerinde hegemonya kurmak kolaylaşmaktadır. Bu hegemonyayı düşmanlıklar, ötekileştirmeler üzerinden yürüttüğünde toplumun belirli kesimlerinden rıza üretmek daha da etkili olmaktadır. Sözde emperyalizm karşıtlığından, vatan savunusuna, Kürt düşmanlığından komünist düşmanlığına kitleleri sürekli tetikte tutacak alanlar oldukça fazla.

Uluslararası iş bölümü sonucu, emek yoğun sektörlerde yoğunlaşmaya karşılık, kapitalist merkez ülkelerle yüksek teknoloji ve nitelikli işgücü kullanılan sektörler arası ticarette açığa çıkan açık kapitalist merkezlere sürekli kaynak aktarılarak giderilmektedir. AKP iktidarlarının devamlılığında emperyalizmle işbirlikçiliğinden nemalanmanın etkisi de büyüktür. Merkezi yapıdaki Kemalist güçlere karşı yerel yönetimleri güçlendirme hamlesinde Avrupa Birliği desteği dikkatten kaçmamalı. ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkaslara yönelik ılımlı İslam stratejisinde BOP Eşbaşkanı Erdoğan’a verilen misyon ve destek önemli. 

Toparlayacak olursak, Aşırı sermaye birikimi ile değersizleşme süreci yaşayan üretken sermayenin küresel iş bölümü sonucu meta üretiminin farklı mekanlarda üretilmesini olanaklı kılması, uluslararasılaşan üretken sermaye üzerinden finansal sermayenin de uluslararası düzeyde bütünleşmesini olanaklı kılmıştır. Bu bütünleşmenin sonucu, dövize ihtiyaç duyan ülkelerin uluslararası finans sermayesinin en ballı müşterileri haline gelmeleri olmuştur. Bu ülkelere akan sıcak para iktidarların kısa dönemli ekonomik istikrar sağlamalarında oldukça işlevsel olmuştur.

Halkın Günlüğü Dergisi Sayı 15

Önceki İçerikPopülizm Damarıyla Gelen Burjuva-İdeolojik Enfeksiyonun Yol Açtığı Deformasyon
Sonraki İçerikBakmaya “Tenezzül Etmediğimiz” Alanlara Cesaretle Dokunmanın Zamanıdır