Öcalan’ın Newroz’da yaptığı çağrısı üzerine!

Abdullah Öcalan ile ‘’TC’’ devleti yetkilileri arasında süren görüşmeler belli bir aşamaya geldi ve bu aşamada bir uzlaşmaya varılmış olmalı ki, Öcalan son derece kritik kararlar aldı. Ateşkes ile birlikte güçlerin dışarı çekilmesini de buyurdu. Kabul edilir ki, bu gelişme ulusal hareket açısından hayati olduğu kadar, siyasal gelişme olarak ve bu gelişmenin etkileri bağlamında haklı olarak gündemi işgal eder durumdadır. Proleter devrimciler de her bakımdan bu gelişmeyle alakalı olup kayıtsız değiller, olamazlar da.

Öcalan’ın 21 Mart 2013 Newroz kutlamalarında PKK’ye dönük yaptığı ateşkes ve gerilla güçlerinin sınır dışına çekilme çağrısını ayrıntılı olarak değerlendirmek bu yazının kapsamını aşar. Bu bakımdan nispeten kısa ve özet bir değerlendirme yapmakla yetineceğiz. Zira neredeyse her satırı tartışılmaya-eleştirilmeye muhtaç olan ilgili çağrıyı ayrıntılı olarak değerlendirmek, kapsamlı bir münakaşayı gerektirdiği gibi, tam değerlendirilmesi uzun uzadıya yazmakla mümkündür. Bu da buranın işi değil.

Öcalan PKK’yi tasfiye etmeyi öngören çağrısını yaptı. Böylece Kürt Ulusal Hareketi’ni Türk hakim sınıfları düzenine entegre etme ve düzen içi bir hareket mantalitesine oturtmanın somut adımını atmış oldu. En önemlisi de Öcalan silahlı mücadele döneminin kapandığını deklere etmiştir. Elbette bu mesele Öcalan’ın ideolojik-teorik nüfuzu dışındadır, bu konunun otoritesi Öcalan değildir.

Öcalan’ın mesaj veya çağrısı ile birlikte tasfiyeye doğru start alan bu dönemeç ulusal hareket açısından stratejik ve somut siyaset olarak nereye çıkar? An itibarıyla bunu mutlak biçimde saptayıp kestirmek zor da olsa, mevcut gelişmelerden çıkarılabilecek en iyimser sonuç (şayet siyasi deprem olmazsa) belirtilen tarihlere kadar KUH gerilla güçlerinin kendi topraklarından sürgün edilmesi eylemi gerçekleşmiş olacaktır. Böylece tasfiyeci sürecin doğumu olan somut tasfiye adımı geri dönülmez aşamaya girmiş olacaktır. 

Ne kadar söylense azdır; PKK reformist tasfiyeci rotaya bağdaş kurarcasına oturmuştur. Bunda tartışmaya mahal yoktur. Kaldı ki, tasfiyeciliğin boyutu salt KUH’un silahlı mücadele niteliğinin tasfiye edilmesiyle sınırlı değil, genel olarak silahlı mücadele şahsında devrimci zor ilkesi ve silahlı mücadele stratejisi karşısında bir tasfiyecilik söz konusudur Öcalan’ın mesajında!

Aslında tasfiyeciliğin çok daha önceden yaşandığı ve ideolojik-siyasi çizgide mevcut olup bunun mantıki sonucu olarak bugünkü sürgünleriyle tezahür ettiği açıktır. Dolayısıyla Öcalan’ın bu çağrısı tasfiyeciliği taçlandırıp isim koymaktan ve süreci hızlandırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Ancak mesele ideolojik sorundur ve bunda ödün verilemeyeceği gibi, uzlaşmaya da yer yoktur. İdeolojide uzlaşma, ilkede taviz olmaz! Siyasi mesele duygusal akort’a havale edilemez.

‘’Çözüm ve barış’’ süreci olarak adlandırılan meselenin toplamı kötü bir tasfiye olarak tanımlanabilir. Öcalan’ın bütün argüman ve teorik savunu ile pratik siyasetlerine taban tabana ters düştüğü ve ulusal hareketin devasa emeklerini hibe ettiği de eklenmesi gereken özettir. Yani, mevcut gelişme ile Öcalan ve onun şahsında ve arkasında ulusal hareketin kendisini inkara düştüğü tespit edilmesi gereken başka bir realitedir. Öcalan ulusal hareketin varlık gerekçeleriyle birlikte, haklı ve meşru zeminde duran ulusal hareket pratiğini, emek ve bedellerini ret ve inkar etti. Karşıtı olarak mücadele yürüttüğü Türk hâkim sınıflarının gerici pozisyonunu onaylayarak doğruladı. Öcalan’ın mevcut projesiyle ulusal hareket silahlı reformist özelliğini de atarak doğrudan reformist hatta oturdu. Yaptığı çağrı ve açıklamalarla Türk hâkim sınıflarının istediği çizgiye geldi ve bu anlamda onların yardımına koştu denebilir.

Öcalan’ın mevcut çağrısı ya da projesi esas itibarıyla Kürt ulusunun çıkarlarını ifade etmekten yoksundur. Bu çağrı veya başlattığı süreç tasfiyeciliğin iyi bir örneği olmakla birlikte, lanse edilmek istendiği gibi Kürt ulusunu ileri taşıyan ve onların ulusal demokratik hakları temelinde olumlu bir gelişmeyi ifade etmekten de kesinlikle uzaktır. Kürt ulusunun Türk hâkim sınıfları düzenine yedekleyen, bu anlamda da ulusal ‘’köleliğini’’ onaylayan Öcalan’ın projesi demokratik muhtevaya sahip bir uzlaşma zeminini ve onurlu bir barışı ifade etmekten de uzaktır. Kürt ulusunun tanınacak hakları tanımlanmadığı ve yeri boş bırakıldığı gibi, bu durum Türk hâkim sınıflarının insafına terk edilmiştir.

Öcalan veya ulusal harekete verilen muhtemel sözler veya sözlü olarak kabul edildiği muhtemel olan haklar hiçbir hukuksal ve anayasal düzenleme temeline sahip değildir. Hangi hakların tanınıp tanınmayacağı belirsizdir, Kürt ulusu adına kazanılacak mevzi ya da hakka dair somut bir karşılık yoktur. Gerici hâkim sınıflara karşı yapılan jestler ve iyi niyet adımlarıyla süreç komprador bürokratik burjuvazinin keyfiyetine terk edilmiştir. Her an AKP’nin dirsek çevirmesine müsait olan tablo her açıdan Kürt ulusunun aleyhinedir. Oysa üstün durumda olan KUH’di. Buna karşın milli zulüm uygulayıcısı Türk hâkim sınıflarına güvenilerek siyasi hamleler yapılmış, kaygan zeminden gidilmiştir. Ulusal hareket ‘’silahın dönemi kapanmıştır’’ sözüyle ayaklarının altındaki toprağı çekip almıştır. Yani, muhtemel bir tıkanıklıkta yeniden başvurulması mümkün ve gerekli olan silahlı mücadele de gözden düşürülerek onun da önü alınmıştır. Silahlı mücadele dönemi kapanmıştır beyanı çağrıdaki en talihsiz duraktır. Gerici faşist diktatörlüklere ve hâkim sınıflara karşı devrimci çizgide verilecek mücadele temelsiz bir biçimde mahkûm edilmeye çalışılmış ve reddedilmiştir. Bu duruş devrimci mücadelelere karşı sağda konumlanan reformist tasfiyeci niteliktedir. Öcalan ve PKK silahlı mücadelede reformist tasfiyecilik lehine kırılma yaşarken, bu kırılmanın ölü doğumu Misak-ı Milli’cilik olarak peydahlanmıştır. İslam bayrağı altında ortak yaşama yaklaşımı bu zeminin destekçi unsuru olarak barış içinde birlikte yaşama arayışının neticesinde geri bir iltihak olarak savunulmuştur… Öcalan’ın çağrısı iddia edildiği gibi, ‘’yeni bir başlangıç’’ değil, bilakis yeni başlangıcı sonlandırıp yadsıyandır.

Bütün çıplaklığıyla ortaya serilen ideolojik zemindeki siyasi-örgütsel(askeri) savrulmaya karşın KUH adına ve Kürtlerin ulusal demokratik hakları adına yasal düzlemde de olsa yürütülecek mücadele demokratik bir nitelik taşır ki, bu akıldan çıkarılmamalıdır. Bizler ulusal hareketin bu tasfiyeci çizgisini eleştirirken, demokratik muhtevasını desteklemekten ve en önemlisi de Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı başta olmak üzere bütün ulusal demokratik hak ve kazanımları için mücadeleyi sahiplenir ve destekleriz. Somut ulusal hareketin ideolojik-siyasi hattı ayrı, Kürt ulusunun ezilen bağımlı ulus statüsünde olma gerçekliği ile buradan doğan haklılık ve meşruluk pozisyonu ayrıdır. Yani, Kürt ulusal sorunu çözülmemiş bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Proleter devrimcilerin ulusal soruna yaklaşımı somut ulusal hareket veya ulusal hareketin somut önderliği ile bu önderliğin çizgisine endeksli olamaz. Bağımsız sınıf siyaseti ulusal sorunun çözümünde burjuva milliyetçi çizgiyi aşan devrimci bir rotadır. Temel tezi ulusun kendi kaderini tayin hakkı ilkesidir. Yani ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olmasıdır. Buna bağlı olarak da reel politikte ulusal demokratik haklar uğruna mücadeleyi amaçlaştırmadan olumlar ve ezilen bağımlı ulusun statüsünün ilerletilmesi uğruna tüm ulusal demokratik mücadeleyi benimser, sahiplenir, yürütür. Ulusal sorunun çözümünde etnik nüfus yoğunluğu, coğrafik, ekonomik şartlar gibi koşullara bağlı olarak saptanan sosyalist çözüm modeli olan geniş bölgesel özerklik modelini savunur. Uluslar arasında tam hak eşitliğine dayanan birlikteliği öngörüp benimser. Büyük ulus-küçük ulus ayrımı gözetmeksizin tam hak eşitliğinden ödün vermez. Uluslar arasında bir ulus lehine imtiyaz üstünlüğünü kabul etmez.

Newroz’a sığdırılmak istenen tasfiye çağrısı

Çağrının bütün içeriği tasfiyeci olup, Newroz ruhuyla bağdaşmayan ve Newroz Bayramı’nın anlam ve önemine tamamen tezat niteliktedir. Newroz yeni gün, yeniden doğuş, diriliş ve kurtuluş anlamlarıyla yüklüyken, böylesine anlamlı günde tüm meşruiyetine karşın ulusal direnişi terk etme ve silahlı mücadeleyi baltalama tavrı son derece çürük, eklektik ve eğretidir. Ne kadar zorlamaya girilirse girilsin, nereye çekilmek istenirse çekilsin ortaya dökülen bu tabloyu saklayıp farklı sunmak mümkün olmayacaktır. ‘’PKK silah bırakmaz’’ avuntusuyla hareket edenler aciz içinde çaresiz bırakıldılar çağrıyla… Tezlerini ansızın terk eden Öcalan’ın ne zaman ne savunduğu tespit edilemeyecek kadar değişkendir düşüncesi veya çizgisi… Siyasetin kişisel hesap ve menfaate veya kişi şartlarına uyarlanmasının kaçınılmaz sonuçları olarak çizgi can çekişmekte, yılan eğrisi gibi kıvrılmaktadır.

Öcalan meta fizik ve nihilist bir portre çizmektedir. Kuzey Kürdistan’ın sömürge olduğu tezi PKK ve Öcalan’a da aittir. Ancak Kürdistan’ı sömürge olarak değerlendiren Öcalan şimdi sömürgeci egemen ulus hakim sınıflarıyla tek devletten bahsediyor, Misak-ı Milli çerçevesinde ortak devlette birleşmekten, İslam bayrağı altında birlikte yaşamaktan vb söz ediyor. Sömürge ulusla sömürgeci ulus egemen sınıfları ortak hedef ve amaçta buluşmuş oluyor ki, bu son derece saçma ve hiçbir teoride izah bulmaz. Dolayısıyla Öcalan’ın meta fizik görüşlere sahip olduğu ve bu meta fiziğin onu nihilizme de taşıdığı açık gerçek olarak görülebilendir.

Misak-ı Millici olarak ve hatta Kemalizm’in uzantıları olarak ”Türk solu” olarak adlandırdıkları devrimci ve komünist hareketleri hakaretlere boğan ulusal hareket Öcalan’ın mesajında olmak üzere Misak-ı Millici oldu. Türk ulusu dışındaki ulusların Misak-ı Millici olması kendisini inkardır. İslam bayrağı altında yaşama sözleri ise AKP’nin dini kimliğine hitap etme kaygısının da ürünüdür. Öcalan’ın vazgeçmediği bir tezi kalmadı. Bütün savunularını en keskin biçimde terk ve reddetti. Örneğin, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Federasyon ve Demokratik Özerklik gibi tez ya da savunular bir bir unutulup terk edilirken, savunularına ters davranarak kuralsızca hareket etmektedir. İstediği anda istediği şeyi savunup dün savunduğunu unutuyor, yadsıyor. Söz konusu savunularından Demokratik Özerklik daha taze savunusudur. Ama bu tezinden ne zaman vazgeçti, ne zaman özeleştiri yaptı bilinmeden (böyle bir şey yapmadan), bambaşka bir tez ve savunuyla ortaya çıktı. Modernist Demokratik Sistem(Demokratik Modernite) gibi…

‘’Newroz’da neden Türk bayrağı yok’’ soytarılığı ve…

Bilindiği gibi, bir süre önce BDP’nin bir il kongresinde (tamamen mesaj verme ya da jest yapmaya dönük bir mizansen olduğu açık olan) Türk bayrağının BDP eş başkanı Gülşen Kışanak’ın konuşması esnasında düşmesi ve sayın Kışanak’ın konuşmasını keserek bayrak asılana kadar konuşmaması tavrı ve mizansen gereği bütün bunların basının gözleri önünde cereyan etmesi neticesinde Türk bayrağına saygı mesajı veren bayrak jesti haber olmuştu. (Kırılmanın derinliği somut pratikte belirmişti…) Burada PKK veya Kürt bayrağının asılmaması ise, ulusal hareket çizgisi ya da refleksi adına başka bir çürümeyi ifade ediyordu… Açıktı ki, bayrak oyunu öne çıkarılarak bir bayrak sallanacaktı ve belli oldu ki sallanacak bayrak Türk bayrağıymış…

Öcalan veya PKK AKP iktidarına yakasını öyle bir kaptırmış ki, PKK’nin zayıf karnını yakalayan AKP iktidarı Kürt hareketine yüklendikçe yükleniyor ve adeta teslimiyet dayatırcasına iradesini ezip çiğniyor. ‘’Ben ne dersem o olacak, tayin eden benim, ben istediğimi verir istediğimi alırım ve sen bunu kabul edeceksin’’ demekte, ne yazık ki, Kürt hareketi(PKK, KCK, BDP, Öcalan) bu dayatmayı kabul etmektedirler.

İşte bu zeminde cereyan eden tipik Türk milliyetçisi AKP iktidarı yaklaşımı da bu Newroz Bayramı kutlamalarında gündeme geldi. Bayram son derece kitlesel ve güçlü olduğu için bunu hazmedememenin de güdüsüyle, ‘’Neden Newroz’da Türk bayrağı taşınmadı’’ diye bir Türk milliyetçisi saldırı cephesi açıldı. Bu, tam bir soytarılıktı. Bayram Newroz ve kutlayanlar da Kürt ulusu ve demokratik ilerici geniş kesim ve kitlelerdir. Ama bu realite göz ardı edilerek, ‘’Neden Türk bayrağı taşınmadı, bu provokasyondur’’ denmektedir. Zira uzlaşma yapılmış ‘’çözüm ve barış süreci işliyor’’ olduğu için Türk bayrağı taşınmalıdır… İşte temelsiz ve mantık yoksunu bu zırva dayatma bu zeminden besleniyor. Utanmadan aydın, yazar geçinen bir yığın gereksiz teferruat kalem ya da ses de aynı tempoda koro tutmaktan geri durmadı.

Bu tablo neyi gösterir? Kürt hareketine Kürt bayrağını indirip Türk bayrağını çekin denilmektedir. Yazık ki, Kürt hareketi de buna hazır bulunmaktadır. Zira bu zırva eleştiriler karşısında açıklama yapmak zorunda kalan BDP genel başkanı Selahattin Demirtaş, ’bir daha ki Newroz’da telafi edilir’’ diyerek, KUH’nin Kürt bayrağını indirip Türk bayrağını kaldıracakları anlaşılmaktadır. Ki, mevcut ‘’çözüm ve barış süreci’’ denen tasfiyeci uzlaşma sürecinin ruhu da bunu barındırmaktadır.

Bir şey anlaşılmış değil ki, KUH neyin karşılığında bu bayrağını indirip Türk bayrağını kaldırmayı benimsiyor. Nasıl mümkün oluyor ki, yıllardı uğruna savaştıkları Kürt bayrağını yere indirip, karşısında savaştıkları Türk milliyetçiliğinin temsili olan bayrağı kaldırıyor KUH…

Hangi ‘’sınır dışına…’’  ne karşılığında ve neden sürgün?

PKK KUH’dir, gerilla güçleri de Kürt’tür. Savaştıkları topraklar da kendi topraklarıdır. Peki, neden topraklarını terk etmek ve sınır dışına çekilmek durumundadırlar. (Bu sürecin samimiyeti açısından iyi bir göstergedir.) Böyle bir ‘’barış’’, böyle bir ‘’çözüm’’ olamaz. Kürt gerillalarının uğruna savaştıkları topraklardan kovularak bir barıştan söz edilemez. Bilakis, bu tarz barış tek taraflı olarak ulusal hareketin verdiği ödünleri ifade ediyor. Öyle ya barış-uzlaşma yapılmadan hiç değilse gerilla güçleri kendi topraklarında, kendi halkı ve ulusuyla birlikteydi. Ama uzlaşma sağlanıp barış getirileceği söylendiği halde, bu barışın karşılığı olarak Kürt gerillaları topraklarından da kovuluyor. Kazanan hep AKP iktidarı veya ‘’TC’’ devleti oluyor bu durumda. Kaybeden de Kürt ulusu. Ancak son olarak proletarya damgasını vurarak kazanan olacak, Kazanacak olan proletaryanın önderliği olacaktır. Evet, niçin sınır dışına çıkarılıyorlar veya çıkmaları kabul ediliyor? ‘’Terörist’’ oldukları mı kabul ediliyor? Madem “barış” sağlanacaksa neden “barış” yapılan güçler kendi topraklarını terke zorlanıyor? Yoksa bir daha sokulmamaları mı planlanıyor? Mantıken kendi toprak sınırları içinde yani Kuzey Kürdistan sınırları içinde geri çekilip beklemeleri mümkün olduğu halde neden dışarı çıkarılmaktadırlar? Bunun sebepsiz ve anlamsız olduğu düşünülemez!

Üstelik bunca teferruata rağmen. Öyle ya, o kadar güç yürüyerek çıkacak, yerine varacak vb vs… Ve barış sağlanıp düzenlemeler yapılarak tekrar geri gelmeleri(en azından büyük bir bölümünün gelmesi) sağlanacak… Oysa zaten uzlaşma yapılmış, yasal düzenlemeler de yapılıp bu güçler sivil yaşama dâhil edilecekse, neden gereksiz yere sınır dışına çıkarılıyor ki?

Meselenin en önemli boyutu gerillanın sürgüne gönderilmesi gerçeğidir. Sürgünün şartları AKP iktidarı tarafından tayin edildiği gibi, Öcalan bu sürgün ve şartlarını imzalıyor, Öcalan’ı takip eden PKK’de kendisinin sürgün edilmesine onay veriyor. Öyle ki, yapılan sürgüne dair parlamentoda yasal düzenlemenin yapılması bile AKP iktidarı tarafından kabul edilmiyor. Kabul etmemesini daha da anlamlı kılan ise, BDP ve PKK’nin ‘’parlamentoda yasal düzenleme yapılmalıdır’’ açıklamalarından sonra AKP’nin parlamentoda böyle bir düzenleme yapılmayacağını açıklamasıdır. Hatta PKK-Karayılan bu düzenlemeyi kast ederek, düzenleme olmazsa geri çekilme olmaz demesine karşın AKP bunu reddetti. Açık ki, AKP açık ve tam bir irade çatışmasıyla (Öcalan’ı nispeten dışta tutarak) BDP ve PKK’yi ezmek istiyor. Açıkça teslimiyet dayatıp ‘’hizaya’’ getiriyor. Öcalan’a daha ehven durup PKK ve hatta BDP’yi ezerek iradelerini çiğnemesi Öcalan ile PKK arasında çatlakların yaratılması ve KUH’nin bölünmesine dönük bilinçli planları işaret etmektedir…

Kaldı ki, neyin karşılığında bu çekilme ve silahların bırakılması kabul edilmiş veya bu çağrı yapılmıştır? ‘’TC’’ tarafından her hangi bir şart veya talep yerine getirilmeden, tek taraflı olarak Öcalan silahları bıraktırıp sınır dışına çıkarıyor güçleri. Üstelik öyle bir yerden hançerleyerek ki, ‘’silahlı mücadelenin dönemi kapanmıştır’’ diyerek… Bu beyandan da anlaşılmaktadır ki, işin içinde taktik vb yoktur. Zira silahların dönemi kapanmıştır dendikten sonra bir daha silahlı mücadeleye dönmek en hafif deyimle tutarsızlık olur. Ki, silahların dönemi bitmiştir görüşü bayrak edilerek sınır dışına çıkan PKK’nin tekrar savaşa dönebileceği ikna edici değildir.

Tarihsel bir süreç

Hiç kuşkusuz ki, Öcalan’ın çağrısı, PKK’nin gecikmeyen yanıtı ama özellikle Öcalan’ın hüner ve misyonuyla gelişen mevcut süreç tarihsel değerde bir öneme sahiptir. Ama doğru orantılı değil, ters orantılı tarihsel değerdedir ya da negatif manada tarihsel bir süreçtir. Çünkü Kürt ulusunun silahlı temelde gelişen haklı ve meşru olan ulusal hareket ve mücadelesini tarihin anaforuna atmaktadır. Bir dönem kapanacak. Kürt ulusu için daha karanlık ve zor günler başlayacaktır. On binlerce Kürt genci ve Kürt halkı ile Kürt ulusunun bunca emeği ile birlikte PKK’yi gömen bu süreç hiç şüphesiz tarihsel öneme haizdir.

İçinden geçtiğimiz tarihsel sürecin tasfiyecilikle malul özelliği zaten tahripkârken, tam da bu zeminde gerilla savaşının noktalanması ve gerilla güçlerinin dışarı çekilmesi kararı tasfiyeciliği pratikleştiren en büyük tasfiyecilik hizmetidir. Tasfiyecilik bu kadar mükemmel bir hedef ve içeriğe başka da sahip olamaz. Bu bakımdan Öcalan’ın çağrısıyla başlayan süreç, aleyhlerine olmak şartıyla gerek Kürt ulusu için ve gerekse coğrafyamız sınıf hareketi için son derece önemli tarihsel bir süreçtir. Elbette Türk hakin sınıflarının da lehine olmak üzere önemli tarihi bir süreçtir.

Ancak çağrının açtığı sürecin tarihsel forsu salt bu kadarla sınırlı değildir. Esas itibarıyla, ‘’silahların dönemi kapanmıştır’’ şeklindeki talihsiz beyandır. Ki, bu tasfiyeci reformist beyan uluslar arası ölçekte tesir gösterme özelliği ile anlamlıdır. Coğrafyamız sınırlarını da geçerek dünya çapında emperyalist gericiliğin elinde Halk Savaşları veya silahlı mücadelelere karşı bir saldırı ve karşı propaganda argümanı olacak bu beyan, silahlı devrimci mücadelelerin başında bir sopaya dönüşecektir. Kuşkusuz ki, geniş ölçekte silahlı mücadeleleri de ideolojik-teorik olarak etkileyip zayıflatma fonksiyonu görecektir. ‘’Silahlı mücadele dönemi kapanmıştır’’ sözünün kırk yıllık gerilla savaşı pratiğinden doğmuş olması elbette ki önemlidir. Emperyalist gericiliğin özellikle Ortadoğu politikalarında dikkate almak durumunda kaldığı ve hatta önemli bölgesel dünya stratejilerinde hesaba katmak zorunda oldukları silahlı bir gücün bu beyanı ve geldiği bu nokta tartışmasız olarak önemlidir. Kısacası, Öcalan’ın çağrısı ve başlayan süreç devrimci sınıf ve güçlerin aleyhine, gerici sınıf ve güçlerin lehine işlev görecektir. Dolayısıyla her bakımdan önemli olan bu süreç, silahlara veda ederek silahların dönemini kapatması açısından tarihsel öneme sahip bir süreçtir.

Öcalan’ın çağrısının en önemli ve anlamlı ideolojik-siyasi-örgütsel yaklaşım, en keskin döneklik tablosu ve yabancılaşıp yozlaşan en inkârcı muhtevası da bu beyanıdır.

Bu süreç uluslararası alanda silahlı mücadeleler aleyhine etki gösterecek ve uluslararası gericilik tarafından da kullanılacaktır. Silahlı mücadeleye karşı güven sorunu gündeme gelecek, geçici de olsa kitleler silahlı mücadeleden uzaklaşacaktır.

 

 

 

 

           

            ‘’Kiminle niçin barış?’’

Denebilir ki, tasfiyeciliğin gelişmesi, silahlı mücadelenin gözden düşmesi vb vs bütün bunlar ulusal hareketi bağlamaz. Ulusal hareket kendi mantalitesine uygun olarak hak ve taleplerine bakar. Zira bunları elde etmek için vardır ve elde ettiği için de ne pahasına olursa olsun barış ve uzlaşmaya girer… Ulusal hareket mantalitesi göz önüne alındığında kısmen anlaşılabilir bu itiraz. Fakat, bizlerin temel meselesi, esasta sınıf devrimi çıkarları açısından bakmaktır ve ama sadece bu değil aynı zamanda sağlanan ‘’çözüm ve barışın’’ niteliği ve gelişen sürecin ulusal hareket ve Kürt ulusuna kaybettirecekleri meselesi çerçevesindedir. Ki, ulusal hareketin sınıf mücadelesinden tamamen kopuk olduğunu düşünmek de ayrı bir yanılgıdır.

Kısacası, kaderini tayin etme hakkı gasp edilmiş ezilen bağımlı Kürt ulusunun ezen-ezilen sorunu olarak doğrudan bizlerin sorunu olduğu unutulamaz. Kayıtsız olmayışımızın temeli budur. Evet, bir ‘’barış’’tan söz ediliyor ama bu barışın nasıl bir barış olduğu malum. Barış ama ‘’kiminle barış, nasıl bir barış’’ sorusunu unutmadan bir barış sağlanabilirse bunu savunmak ve benimsemek mümkündür. Çözüm denilmekte ama nasıl ve kimin yararına çözüm? Ve gerçekte bir çözüm mümkün mü? Bunlar yaşamsal meselelerdir. Bunlara bakmadan ve yapılan anlaşmanın gerçek muhtevasına devrimci perspektifle bakmadan neyin desteklendiği bilinmez ve desteklenemez. Zira sağlanacak kötü bir barış gerici hâkim sınıfların lehine, Kürt ulusunun ise aleyhinedir. Böyle bir “barışı” neden benimseyelim ya da neden karşı çıkmayalım bu “barışa”? Son tahlilde Kürt ulusunun tabi olmasını ve bu anlamda Türk hâkim sınıflarının Kürt ulusu üzerindeki ezen egemen pozisyonunu pekiştiren bir barış ve çözüm desteklenecek değil, karşı çıkılacak bir şeydir. Hem de Kürt ulusu adına karşı çıkılması gereken bir süreçtir. Elbette tasfiyeciliğe proleter dünya devrimi ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi perspektifinden bakacağız ancak KUH’nin tasfiyesi de bunun dışında değildir. Dolayısıyla tasfiyecilik eleştirisi veya karşı çıkışı KUH’nin hatalı yönelimle çıkarlarına ters olan bir politikası olarak karşı çıkmamızı koşullamaktadır. Eğer Kürt ulusu öyle ya da böyle stratejik açıdan ve siyasi olarak uçuruma sürükleniyorsa buna karşı çıkmak devrimci proletaryanın görevidir.

           

“Kurtuluş Savaşı” ve Misak-ı Milli Hutbesi

            Öcalan Kürtler ile Türklerin Misak-ı Milli çerçevesinde birlikte “Kurtuluş Savaşı” verdiklerini anlatarak bugün de benzer bir sürecin yaşandığını anlatıyor. Misak-ı Milliye rağmen parçalanmışlıktan söz ediyor…

“Kurtuluş Savaşı’nda” birlikte savaşıldığı veya “Kurtuluş Savaşı’nın” birlikte verildiği tezi, gerçekte karşılığı olmayan bir şey üzerine yapılan bir manipülasyondur. Gerçek manada bir “Kurtuluş Savaşı’ndan” söz edilemez. Bunun gibi birlikte verilen bir savaşta aslında yoktur. Dolayısıyla siyasi gayelerle kullanılan bir argümandır ve kitlelerin duygularına hitap etmeye dönüktür esasta.

Misak-ı Milli çerçevesinde birlikte ‘’Kurtuluş Savaşı vermiş’’ olan Türklerle Kürtlerden bahsederken, Kürtlerle Türklerin bugünde birlikte yaşayabilecekleri temellendirilmek isteniyor. Oysa iki ulusun birlikte yaşayabilecekleri zemin ve çerçeve Misak-ı Milli çerçevesi değildir, olamaz da. Misak-ı Milli ‘’Ulusal Ant-Milli Ant’’ anlamına gelen ve temel ilkesi ‘’vatanın ve milletin bölünmezliği’’ özüne dayanmaktadır. Ki bu vatan ve millet argümanı Kürt ulusunu da Kuzey Kürdistan’ı da yadsıyan olup doğrudan Türk milleti ile ‘’Türkiye’’yi ifade etmektedir. Dahası, bugünkü anayasada yer alan, ‘’Türk vatanı ve milletin bölünmezliği’’ ilkesinin tüm dayanağı Misak-ı Milli ruhundan beslenip kaynaklanmaktadır. Ve bilinmektedir ki ‘’TC’’ devleti sınırları Misak-ı Milli ilkeleri doğrultusunda oluşturulmuştur. Ve bu ‘’TC’’ devleti vatanı Kuzey Kürdistan ile Kürt ulusunu inkâr eden tanımdır. Kürt ulusunu ve coğrafyasını yok sayan, bununla birlikte diğer azınlıkları da yok sayan temel Misak-ı Millide yatmaktadır.

Bu durumda Misak-ı Milli zeminini savunmak doğrudan Türk milleti ve devletinin bölünmez bütünlüğünü savunmak anlamına gelir. Bu da Öcalan-PKK şahsında Kürt milleti ve Kuzey Kürdistan coğrafyasını inkar etmek ya da Türk milleti ve devletine entegre etmek demektir. Böylece Misak-ı Milli ruhuna uzananlar Kuzey Kürdistan ile Kürt ulusunun varlığını inkar eden Türk hâkim sınıflarının ırkçı Türk milliyetçiliği aklanmış ve Kürt ulusunun mücadelesi mahkum edilmiş oluyor.

Ancak Öcalan objektif olarak bunu söylese de Kürt ulusunun ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı meşru olup kendisine aittir. Öcalan dâhil hiç kimse bu gerçeği değiştiremez. Nesnel gerçekler sübjektif söylemlerle değiştirilemezler. Kürt ulusu tarihi boyunca ezilmiş, kırılıp kıyımdan geçirilmiş, ulusal onuru ve bağımsızlığı çiğnenmiş, tarihsel ve aktüel haksızlıklara maruz kalarak çeşitli biçimlerde ilhak edilmiştir. Emperyalist talan ve Pazar paylaşım savaşlarında ulusal toprak bütünlüğü bozulup ulus parçalara bölünmüştür. Bu durumda Kürt ulusunun bağımsız ulusal devletini kurma hakkı vardır, bu inkâr edilemez, değiştirilemez. Elbette bu hakkı kullanıp kullanmama tasarrufu yalnızca Kürt ulusunun kendisine aittir. Onun iradesine hiçbir sebeple ipotek koyulamaz.

Öcalan’ın Misak-ı Milli vurgusu ile diğer bazı argümanları birbiriyle çelişen tutarsız bir düzlemi ifade etmektedir. Evet, Öcalan bir taraftan Türk ulusunun TEK’çiliğine karşı çıkıp ‘’BEN’’ değil, ‘’BİZ’’ olarak ortak yaşamın örgütlenmesini savunuyor ama öte taraftan Misak-ı Milli vurgusuyla Türk ulusunun TEK’çiliğini savunuyor. Öcalan ciddi biçimde handikap yaşıyor. ‘’Tek devlet, tek millet, tek bayrak’’ ırkçı Türk milliyetçiliğinin en kanlı, en belirgin ve dokunulmaz saydıkları kirli izleridir. Ve bunların temeli Misak-ı Milli ruhuna dayanır, ondan bağımsız değildir bu ‘’kırmızı çizgiler.’’ Ancak Öcalan, Misak-ı Milli platformunu kabul edip savunarak Türk ırkçı milliyetçiliğinin yaslandığı ‘’Tek devlet, tek millet, tek bayrak’’ şeklindeki faşist dokuyu fiilen kabul etmiş oluyor. Ama görünürde bu üçlüye karşı çıkıyor, karşı çıktığını belirtiyor. Uzatmayalım. Uzun lafın kısası, Misak-ı Milli’yi savunmak eşittir ‘’Tek devlet, tek millet ve tek bayrak’’ argümanını savunmaktır! Öcalan Misak-ı Milli vurgusu veya savunusuyla ırkçı şoven Türk milliyetçiliğinin bitmeyen gıdası olan ‘’tek devlet-tek millet-tek bayrak’’ zırvasını savunmuş olmaktadır.

 

‘’Bizi bölmek ve parçalamak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz’’

Öcalan, Türkleri ve Kürtleri kast ederek,  bizi bölmek isteyenlere inat birleşeceğiz, birlikte yaşayacağız diyerek, her ne kadar emperyalist güçlere atıfta bulunmuş olsa da, objektif olarak Kürt ulusal mücadelesini mahkûm etmiş oluyor. Kendisini ve kendisini var eden nesnel tarihsel gerçeği mahkûm etmiş oluyor. Aynı zamanda ulusal hareket-PKK olarak kendilerini bu ‘’bölücü fitnelerin’’ oyununa geldiğini de söylemiş oluyor. Bağımsız Kürdistan şiarı ve bundan daha geri olan federasyon ve özerklik talepleri kapsamındaki mücadele gerçeği haklı olmasına karşın Öcalan’ın bu açıklamalarıyla ayrılıkçı fitnenin tezahürleri olmuş oluyor. Ki şimdiki açıklamalarıyla bunları reddedip ateşli sözlerle birlikte yaşamayı savunması, yanlış olan bu çıkarsamayı doğruluyor. Yanlıştır çünkü Kürt ulusunun mücadelesi haklı ve meşrudur. Asla bir fitne sorunu değildir.

Maalesef Öcalan bu söylemleriyle Türk hâkim sınıflarının ‘’Ermeni oyunu, dış güçlerin fitnesi’’ gibi zırvalıklarını temelsiz biçimde onaylayarak doğrulamış oluyor. KUH’nin üzerinde geliştiği ve yükseldiği nesnel zemin inkar edilemeyecek kadar açıktır. Milli zulüm, asimilasyon, imha-inkâr politikalarının beslediği ve kaderini tayin hakkı zorbaca çiğnenerek gasp edildiği ulusal kölelik zeminden doğan KUH bölmek isteyenlerin ürünü değildir.

Öte yandan ‘bölmek isteyenler’ sözüyle emperyalist güçler kast edilse de, bu zemin Türk hâkim sınıflarıyla birlikte yaşama, onlarla bütünleşme savunusunu haklı çıkarmaz. Bir gericiliğe diğeri tercih edilemez. Emperyalist güçlerin bölme parçalama stratejilerine karşı yıllardır zulüm uygulayan Türk hâkim sınıflarının Türk milliyetçisi şemsiyesinin altına girmek doğru olamaz. Bölüp parçalamak isteyenlere inat Misak-ı Milli çerçevesinde birleşip bütünleşmek Kürt ulusunun kırk yıllık mücadelesini hançerlemek, boşa savurmak demektir. 

Birlikte yaşama savunulabilir ve hatta savunulmalıdır. Ancak şartlara bağlı olarak savunulması zorunlu ve doğru olanıdır. Şartsız koşulsuz birlikte yaşama istemi bağımlılığı onaylayıp entegre olmakla eşdeğerdir. Hangi şartlarda birlikte yaşam? Uluslar arasında tam hak eşitliği şartlarında birlikte yaşam! Gerisi Türk hâkim sınıflarının egemen ulus milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Kısacası mesele manipüle edilemeyecek kadar net ve açıktır. Egemen Türk ulusu imtiyazlarına dayanan ve Kürt ulusunu uyruk ulus olarak kabul edilen şartlarda birlikte yaşam bir aldatmacadır.

           

İslam bayrağı altında ortak yaşam mesajı

Öcalan bu çağrısıyla AKP ve Gülen Cemaati’ne mesaj verdiği açıktır. Bunlarla ortak yaşamı öne çıkararak desteğini sağlama almak ve cemaatlerin desteğini almak istiyor. İslami-din kimliği duygularına hitap ederek bu kimliğin tesirine giren geniş kitlelerin desteğini sürece eklemek amacındadır. Herkese barış ve birlikte yaşama çağrısı yaparak gelişen sürecin tabanını genişletmek ve onlara güven verme kaygısı taşıyor. Ne ki, kendisini bu dini kimliğin dışında tanımlayanlara veya bu dini kimlikten başka bir kimliğe ait olanları dışlamış oluyor. Ve kuşkusuz ki, bu çağrısıyla ulusal hareket geçmişine çizgi çekiyor.

Kısacası Öcalan’ın çizgisi halk hareketi vb iddialarına rağmen tersi rota ve nitelikte olmakla birlikte, Türk milletine ehven duran ve özellikle Kürt ulusal kimliği karşısında düştüğü negatif pozisyonu kotarma siyasetinde tam bir bütünlük teşkil ediyor.

Öte yandan Öcalan milli kimliği birazcıkta olsa gizlemek ve Kürt ulusunun ulusal kimlik ve haklarını geriye iterken akıllıca İslami kimliği gösterip orada birleşmeye dikkat çekerek Kürt ulusu kimliğinde yarattığı boşluğu bununla doldurmak istiyor. Kürt ya da Türk olmanızdan daha da önemli olan İslami kimliğinizdir, bunda birleşin, buna bakın diyor fiilen. Kısacası, İslam-din kimliğini yeni bir harç olarak Türk ve Kürt olarak ayrı olan ulusal kimliğin yerine koyuyor.

Ama bütün bunlarla birlikte özellikle AKP’nin ve tabi ki Gülen Cemaati’nin Sünni İslamcı özelliğine dokunarak etkilemeyi ya da mesaj vermeyi hedefliyor. Ki toplumun geniş kesimlerinin dinin etkisinde olduğu düşünüldüğünde buna da oynadığı söylenebilir. Bütün amaç geliştirilen sürecin desteklenip başarılı kılınmasıdır. Bu uğurda ilkeler başta olmak üzere, Kürt ulusunun stratejik çıkarlarını arkaya atıp günü kurtarmaya bakıyor.

Öcalan’ın Marksizm’den söz ederken İslam bayrağı altında yaşamayı arzulaması çelişki ve handikaptır. Marksist söylem temel alınırsa tam bir paradoksal durumdur Öcalan’ın İslam bayrağı altında yaşama görüşü. Ancak PKK ve Öcalan’ın ideolojik çizgisi burjuva milliyetçi bir çizgi olduğu için bütün bu yalpalamalar ve renk değişimleri anlaşılırdır.

 

           

Kısaca süreç nasıl karşılanmalı

Sürecin son derece ağır olacağı Kuzey Kürdistan’ın ufuklarına çöken kara bulut kümesinden de bellidir. Aynı zamanda bu süreç devletin saldırıları anlamında da bir yoğunlaşmaya tanık olacaktır. Zira genel bir temizliğin yapılması egemenlerin her zaman ki gerici iştahıdır.

Devrimci hareket veya dalgada belirgin düşüşlerin olacağı beklenmesi gerekendir. Kitleler devrimden daha da uzaklaşmış, güvenleri kırılmış ve düzene adapte olma eğilimine girmiş olacaklardır. Yaşanan tasfiyeci süreç bu somut süreçle iyice güç kazanacaktır. Dolayısıyla her bakımdan komünist hareket zorlanacaktır.

O halde şartlara uygun bir pratik hat izlemek doğru olanıdır. Şartların ilerisinde tespitler yapmak sol, gerisinde yapmak ise sağdır. Ne sol ne de sağa sapmadan doğru politika geliştirilerek yürünmesi mümkündür. Kitlelerin durumunu gözetmek durumundayız. Onlardan kopuk pratik hareket saman alevi gibi parlayıp sönmeye mahkûmdur. PKK’nin buraya sürüklenmesinde esas temel ideolojik doku da olsa, kitle çizgisi savrulmasında etkendir.

Bizlerin bu süreci nasıl göğüsleyeceğimiz sorusu gerçeği göz ardı eden keyfiyetçi ve ezber yaklaşımlarla yanıtlanamaz. Kuşkusuz ki, devrimci tutum ve davranışa uygun hareket etmek durumundayız. Bu, her türden tasfiyeci saldırı ve akıma karşı devrimci çizgi mevziinde mücadele etmek anlamına gelir. Ancak nesnel şartları görmezden gelerek, koşulları hiçe sayarak doğru bir hat ve siyaset izleyemeyiz. Gerçeği görerek onun karşısında pozisyon almak bilimsel olan en doğru tutumdur. Ancak bu, şartlara teslim olma şeklinde algılanmamalıdır. Bütünlüklü şartları objektif gerçeğe uygun olarak tespit edip buna paralel bir siyasi taktik ve örgütsel hat çizersek devrimci boşluğu doldurabiliriz. Yani, geleceği kazanma şansımız bugün tayin edip uygulayacağımız bilimsel siyaset ve taktiğe bağlıdır. Stratejik anlamda zaten geleceği kazanan proleter devrimci çizgidir. Fakat somut politika ve taktikte bu stratejik doğrultumuzu asgari derecede temsil etmemiz büyük öneme sahiptir. Bu örgütsel politika ve pratikte varlık göstermemizi gerektirir. Öte yandan bu sürecin saldırılarını göğüslemek de belirleyici yerde durmaktadır. Eğer ağır gerici koşulları atlatma esnekliği ve inisiyatifi geliştiremezsek öğütme makinesinden geçmemiz mümkün olacaktır.

Örgütsel gücümüz bu dönem güdeceğimiz siyasette ve alacağımız siyasi pozisyon da özellikle belirleyici faktördür. Dolayısıyla son derece ağır geçecek olan bu süreci karşılamak ve atlatmak için kısa süreliğine de olsa güçlerimizi korumayı, güç biriktirmeyi önemsemeliyiz. Bu nesnel koşulların dayattığı bir durumdur. Ancak sürece karşı seyre geçip iş yapmamak, pratik olarak sürece devrimci açıdan müdahil olmamak gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır bu sözlerimizden.

Ulusal hareketin gerilla mücadelesini bitirip çekilmesi süreci tasfiyeciliği derinleştireceği gibi, sınıf hareketine alan açma anlamında uygun olanak sunan bir süreç olacaktır da. Ancak bu alanı doldurmak örgütsel güce sahip olmayı gerektirir. Sadece tavır belirlemek ama pratik görevler yapmamak gelişme için yeterli değildir. O halde örgütsel gücümüzün toparlanıp görevler üstlenmesi ve belki de her zamankinden çok çalışması gerekecektir. Sorun örgütsel gücümüzü sağlamlaştırıp geliştirme sorunudur. Bunda zayıf kalmak sürecin olanaklarını kaçırmakla birlikte, sürecin ağır tasfiyeci şartları ve karşı-devrimci saldırıları altında zayıflamaktan kurtulamayız.

Şimdiki durumda ulusal hareket kaybetti denebilir. Aynı durumun diğer cephesi olan ‘’TC’’  devletinin ulusal hareket karşısında kazandığı izafi bir gerçektir. Proleter devrimcilerin ise stratejik olarak kazanacağı kesindir. 

Görevimizi özetleyen somut ve yalın gerçek şudur; Türk hâkim sınıflarına karşı KUH cephesinden yürütülen gerilla savaşı gündemdeki projelerle bitiriliyor. Türk hâkim sınıfları siyasi ve ekonomik açıdan esas yükünü sırtından indirmiş, rahatlamış olacak. Yani daha rahat at oynatacak, daha pervasız saldırıp terör estirecek vb vs… Bunu olanaklı kılan grilla savaşının tasfiye olması gerçeği veya edilmesidir. Gerici faşist hâkim sınıfları rahatlatan bu gelişme, diğer taraftan Kürt ulusu ve halkı başta olmak üzere, geniş halk kitlelerinde de derin bir karamsarlığa vesile olabilecek gelişmedir. Devrimci şartlarda nispi, kısa süreli ve geçici gerilemeler ile duraksamaların gündeme gelmesi mümkündür. Buna bağlı olarak kısa sürede muhtemel saldırıların göğüslenip güçlerin korunması taktiğine dayalı hareket tarzı doğru olacaktır. Fakat bu kısa andan sonra, gerilla savaşının noktalanmasıyla büyük anlam kazanan mevcut tasfiyeci gelişmenin öne çıkardığı stratejik ve aktüel görevimiz Halk Savaşı stratejisi perspektifiyle gerilla savaşını yükseltmektir. Bütün görevler bunda kilitlenir. Bütün görevler bunda anlam bulur. Bütün görevler bu perspektifle devrimci olabilir. Aksi halde tasfiyeci reformizmin yasalcı bataklığı yutmadık dinamik bırakmaz geride!

 

 

Önceki İçerikÜniversitelerde faşist saldırılar artıyor
Sonraki İçerikDHF Sarıgazi örgütlülüğünden coşkulu etkinlik