Popüler savunular dendiğinde kuşkusuz ilk akla gelen “popülizm” tartışmalarıdır. Popülizm kavramı günümüz siyasi analizlerinin ve tartışmalarının odağı haline gelmiştir. Aslında her ne kadar tartışmaların odağı haline gelse de veya getirilmiş olsa da netleşmiş bir kavram olmaktan çok, bulanık kavramlar kargaşası demek daha doğru olur. Belirsizliklerle dolu “popülizm” bir yandan demokrasi, diğer yandan faşizm gibi birbirine zıt siyasi bir zemin üzerinde anlatılmaya çalışılmaktadır. Yani, sağın da “sol”un da üzerinde tepindikleri ve bir türlü ortak bir anlam veremedikleri popülizme dair, proleter devrimci bakış açısının, siyasetinin kavranması gerekiyor. Kuşkusuz, konu üzerine yazılmış yığınlarca makale, kitap ve yıllardır süren onca tartışmaları bir makaleye sığdırmak mümkün değildir. Ancak meselenin özünün kavranması bizce önemlidir.

“Popülizmin” yeni bir anlayış olmadığını, Yunan aydınlanmacı döneminden, Rus Narondiklerine kadar uzanan bir tarihi geçmişi olduğunu, ancak hiçbir dönem özellikle 1980’lerden sonrası kadar gündemleştirilmediğini biliyoruz. Gelinen aşamada sağ ve “sol” cenahlarda neredeyse “popülizm çağı” denecek derecede bir “popülizm” patlamasından söz edersek yanılmış olmayız. Tam da bu yüzden bir anlam veya kavram krizi yaşanmaktadır. 1967’de dünyanın farklı ülkelerinden 43 siyaset bilimci akademisyenler bir araya gelerek London School of Economics’ de konuya dair ilk ciddi konferansı düzenlediler. 1969’da bu konferans tartışmaları kitaplaştırıldı. Kitabın girişinde, “Dünya üzerinde bir hayalet dolaşıyor; popülizm” belirlemesi yapılmasına karşın, 43 akademisyenin tartışmalarında ortak bir kavram çıkartamadıkları gerçeği kendisini sırıtarak göze çarpıyor. O günden bugüne, onca tartışmalara ve analizlere rağmen hala herkesin hem fikir olabileceği enternasyonal bir kavram oluşturulabilmiş de değildir. Popülizm sorununa dair pek çok anlayışın ileri sürüldüğü herkesin malumu. Ancak özellikle iki uç anlayışı özetlemekte yarar var. Birincisi; “popülizmi modern faşizmin günümüze uyarlanışı olarak neo-faşizim” şeklinde nitelendirirken, ikincisi; “demokrasinin eksikliklerini gideren gerçek demokrasi” olarak nitelemeleridir. Bu iki uç anlayıştan da anlaşılacağı gibi, anlayış birliği, ortak kavram oluşturulması olası değildir.

1980’li yıllar ve sonrasında “popülizm” üzerine yürütülen tartışmalar yoğunluk kazanmış 1990’lı ve 2000’li yıllarda özellikle Latin Amerika da ve Avrupa da “sol” popülist partilerin, örgütlerin yanı sıra, yabancı düşmanı ırkçı, sağ gerici örgüt ve partilerin burjuva devletin çözümsüzlüklerini politik söylem konusu yaparak, sistemden hoşnutsuz olan kitlelerin desteğini alabilmişlerdir. Hatta bazı ülkelerde hükmet veya iktidar olma mevzileri de kazanmışlardır. Bu durum, küçük- burjuva reformist sol ve burjuva liberalizmine iman etmiş ideologlar için halkın yegane kurtuluşu olarak görülmeye başlanmış ve dünya halklarına bu sınıf işbirlikçi siyasetin propagandası yapılmaya çalışılmıştır.

“ Latin Amerika ülkelerindeki ilerici demokratik halk hareketlerinin desteğinde güçlenen “sol” partilerin (ve liderlerin) yanı sıra Avrupa ülkelerinde “merkez dışı partiler” olarak işaret edilen sol liberal reformcu hareket ve partilerle yabancı düşmanı şovenist ve faşizan politikalar izleyen “aşırı sağ” partilerin sosyal, ekonomik ve politik sorunların ağır yükü altında bulunan ve çıkış yolu arayan kitlelerden gördükleri destek “popülizm” söylemi ve tartışmalarının yoğunlaşmasında başlıca dayanaklardan biri olmuştur.” (Yusuf Akdağ)

Marksistleri “politika bilmez”likle suçlayan, aslında burjuvazi ile sınıf iş birliği içinde olan Chavez, Yunanistanlı Çipras ve Syriza, İspanyol Pandemos, Brezilyalı kısaltılmış adıyla Lula, ABD de Bernie Sandes, Fransa da Melancon gibi “sol” popülizm temsilcileri, sorunu sınıf ve ekonomik merkezli olarak irdelemeyip kendi politika bilmezliklerini göstermiş oluyorlar. Daha doğrusu, reformist- revizyonist çizgilerini, burjuvazinin yanında saf tutuşlarını ispatlamış oluyorlar ve nihayetinde oldular da.

Özellikle 1980’lerden bu yana burjuva, küçük- burjuva çevrelerce popülizmin tanımına ve enternasyonal bir kavram olarak kabulüne dair yoğun bir çaba harcanıyor. Ancak bunun pek mümkün olamayacağının altını çizmiş olalım. Çünkü, esas olarak sınıf gerçekliğinden ve sınıflar arası mücadeleden kopartılarak analiz edilmeye çalışılıyor. İleri sürülen “popülizm” anlayışının ideoloji mi, siyaset mi yoksa politika mı olduğu tartışmaları bunun en açık ifadesidir. Çünkü genel yaklaşım, ideoloji ve siyasetten çok, politika olarak değerlendirip analiz etmenin derdinde. Bazı örnekler sunmakta yarar var; Hollandalı Cas Mudde “popülistlerin ahlaki noktada, halkın elitlerden üstün olduğunu sürekli vurguladıklarını ve elitleri gizli çıkarlar peşinde koşmakla suçladıklarını” belirtiyor. “Toplumun saf halk ve yolsuzluğa bulaşmış elitler olarak iki homojen ve karşıt kutba ayrıldığı politik fikirler dizisi” olarak görüyor.

Görüldüğü gibi, açıktan sömürünün yerini, “gizli çıkarlar peşinde koşmak” almış, Somut sınıf tahlillerinin yerini, “saf halk” ve ne üdüğü belirsiz “elitler” almış. Bir başka siyasal bilimci Jan Werner Müller ise; “halk- elit karşıtlığından dolayı popülizmi çoğulculuk karşıtı bir fikir akımı” olarak değerlendiriyor. Müller, “tüm ulusu temsil etmek gibi kendilerine bir misyon biçtiklerini ve bunu yapma amaçlarının muhalefetin meşruiyetini baltalamak olduğu” ve aynı zamanda “dışlayıcı” olduklarını savunuyor”. Bu yüzden de popülist mantıkta “sadece popülist partilerin destekçilerinin gerçek halk olarak tarif edildiğini” belirtiyor. Bu yüzden Müller, popülizmi demokrasi için bir tehdit unsuru olarak görüyor. Burjuva demokratik anlayışa denk düşen bir yaklaşım biçimi olarak görmek gerekir Müller’in yaklaşımını. Bu anlayışta da burjuvazi ile proletarya arsındaki emek ile sermaye çelişkisinin eseri bile yok.

Öte yanda, Dornbusch ve Edwards popülizme daha çok ekonomik bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Şöyle açıklıyorlar; “Nüfusun önemli bir kısmından destek alan ancak nihayetinde bu çoğunluğun ekonomik çıkarlarına zarar veren politikaların uygulanması” şeklinde yorumluyorlar. Yine Arjantinli Ernesto Laclua ise; “popülizmin ortaya çıkışı tarihsel olarak egemen ideolojik söylemin kriziyle bağlantılı, bu da daha genel sosyal krizin bir parçası.” Görüldüğü gibi genel olarak birbirinden çok farklı anlayışlar ve bir kavram kargaşasıyla karşı karşıyayız. Ne ideolojik ve siyasi olarak ne de felsefik olarak kavramların anlaşılır kılınıp benimsenir olduğu bir anlayış bütünlüğü söz konusu değil. Ancak, daha çok popülizmin politik söylemleri üzerinde bir ortaklaşmanın olduğu göze çarpıyor. Bunlar, halkın duygularına hitap eden son derece duygu veya inanç sömürüsü üzerine kurgulanmış söylemler veya kitleleri memnun edecek olan fırsatçı politik söylemlerdir. Bunun en genel anlamı, özellikle basın ve medya aracılığıyla popülist partiler ve onların liderlerinin demagojik söylemlerle kamuoyunu manipüle etmeleridir. Aslında meselenin hiç de karmaşık, anlaşılmayan bir yanı yoktur. Sadece burjuva, küçük- burjuva akademisyenlerin veya siyasal “bilimci”lerinin yarattıkları kafa karışıklığı söz konusudur. Öyle anlaşılıyor ki bu biraz da dünya halklarının benliğinde yer etmiş olan ve halk tarafından lanetlenen, burjuvazinin önemli bir kesiminin istemeye istemeye kabul etmek zorunda kaldığı faşizm tespitinin belleklerden silinmesi çabası olarak anlaşılması gereken bir gayretkeşliktir.

Bulanık suda balık avlamaya çalışanların evirip çevirdikleri ve bir türlü ikna edici bir anlam yükleyemedikleri “popülizm”, en anlaşılır dille “saf halk”, “yozlaşmış elitler”, kendi partisi de dahil her alanda “tek adam egemenliği”, vb. olarak nitelenebilir. Daha çok politik söylemlermiş gibi görünse de, bunun, sınıf karakteri, sistemi koruyup kollama politikaları gözden ırak tutulamaz. Nihayetinde popülizm, iktidar olmak veya iktidara gelmek için hakim sınıfların, kitlelerin oyunu çalmak için halkın gözlerinin içine baka baka yalan söyleme, olmayacak olanı olur gösterme, karşıtlıklar yaratarak kitleleri kamplara bölme ve düşmanlaştırma, yerli ve milli (nasyonal) olma propagandasıyla milli duyguları kabartma gibi algılar operasyonuyla iktidara gelme veya iktidarda kalma çabası ve politikasından başka bir şey değildir. Ama, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, her halükarda emek ile sermaye çatışmasının bir ürünü gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir.

Bütün söylem ve algı operasyonları elbette ki keyfi olarak icat edilmiş, sınıflar üstü politikalar değildir. İktidar olma, iktidarda kalma politikalarının mutlak ekonomik, ideolojik ve siyasal nedenleri var. Hitler’in, “nasyonal sosyalizm”, “en üstün ırk Alman ırkıdır”, söylemleri, “tek adam” olma hırsı, kendisinden olmayan herkesi düşman ilan etmesi vb. davranışları ideolojiden ve siyasetten kopuk değildi. Alman tekelci burjuvazisinin ekonomik ve siyasal krizden çıkması ve giderek dünya pazarlarına hükmetmek istemesiydi. Doğal olarak bunun hayat hakkı bulması için faşist bir devlet yapılanmasına ihtiyaç duyuyordu. Hitler’in o günkü söylemleriyle, bugün “popülist” olarak nitelendirilen liderler arasında pek bir fark yok. Buna rağmen, bunlara faşist diktatörler demek yerine, “popülist” liderler denilmesi tercih ediliyor. Burada gizlenmeye çalışılan gerçek niyet ortaya çıkmış oluyor. Bu “gizli” çaba, halkın belleğine yerleşmiş olan ve lanetlediği faşizmi belleklerden silme ve faşist diktatörlerin yüklerini hafifletme çabalarıdır. Çünkü genel olarak kitlelerin belleğindeki popülizm tarifi, bireyin kendisini öne çıkarma, kendisini beğenme, gündemleştirme vb. Biçimleridir. Bu da halkın kendisi için pek tehlike arz etmeyen bir durumdur. Hatta hoş bile karşılanır. Tam da bundan ötürü, faşizm veya faşist diktatör- diktatörlük yerine “popülizm” oturtulmak isteniyor dersek yanılmış olmayız.

İlk günden bugüne, Marksist dünya görüşüne karşı içeride ve dışarıda savaş açarak onu tasfiye ve revize etmeye çalışan burjuvazi, popülizm atağıyla bir taşla iki kuş vurma gayreti içindedir. Güdülen bu siyasetle, bir yandan kitlelerin devrimci öfkeleri sistemin sınırları içinde tutulurken, öte yandan kendi iktidarlarının ömrünü uzatmaya çalışıyorlar. Hakim sınıflar bu mücadelede elbette ki kendilerine hizmet edecek kalemşörler beslemekte ve onlar aracılığıyla da müthiş kafa karışıklığı yaratmaktadırlar.

Bu kalemşörlerden bir de Federico Finchlstein’ dir. Yazar, faşizmden popülizme adlı kitabında; “İlk olarak faşizm ötekiyi kurbanlaştırır. Toplama kamplarına toplar işkence eder, öldürür, yani şiddet; yüksek yoğunlukta ve fiili olarak uygulanmaktadır.” Yazara göre, “faşizmde şiddetin merkezliğinin yanında, popülizm de şiddetin retorikte kaldığını” öne sürer. Popülizmde fiziksel şiddet, soykırım vb. suçlar yadsınırken şiddetin dilsel biçimleri övülür, parlatılır ve lider- devlet- halk tesellisi için bir çimento vazifesi görür” Kısacası yazar, faşizmde fiziksel olan şiddetin yerini, popülizmde dilsel yani sözel şiddet alır diyor. Ve aynı yazar, “sağ ve aşırı sağ Neoklasik popülizme örnek olarak Recep Tayyip Erdoğan ile Obran’ı gösterir. Yani yazara göre, “popülizmin” Türkiye – K. Kürdistan’daki temsilcisi Erdoğan, kendisinden olmayan tüm kesimler üzerinde fiziksel şiddeti değil, dilsel, sözel şiddeti uyguluyor. Bu anlayışa göre, Türkiye- K. Kürdistan’da faşist diktatörlüğün uyguladığı toplu katliamları, işkenceleri, “faili meçhul” cinayetleri, kadın katliamlarını, taciz ve tecavüzleri, çocuk istismarlarını fiziki şiddet olarak görmemek gerekir. Meselenin bir yanı bu iken, asıl önemli yanı ise, faşizmi “fiziksel şiddet” olgusuyla açıklamaya kalkışmak. Oysa faşizm, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan bir ideoloji ve devlet yönetim biçimidir. Onun bir ekonomik temeli ve siyasal anlayışı vardır. Şiddet olgusuyla açıklanabilir bir durum olsaydı, taa köleci toplumdan bu yana faşizmden ve faşist diktatörlüklerden söz etmek gerekirdi. Ve ayrıca şu da çok iyi bilinmelidir ki faşizm yerel veya geçici bir olgu da değildir. Faşizm, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hakimiyeti sistemidir. Öyle şiddet ve şiddetin biçimleriyle açıklanabilecek bir olgu olmadığı bütün bilimsel verileriyle özellikle de Dimitrov tarafından analiz edilmiştir.

Sermayenin, emek cephesine yönelik yoğun saldırıları karşısında, isyanı kuşanan kitlelere karşı, hakim sınıfların tek çareleri kitleleri faşizm ile zapt etmektir. Dimitrov’un dediği gibi, “faşizm burjuvazinin sınıf egemenliğinin son aşamasıdır.” Yani ayakta kalabilmenin, kapitalist- emperyalist sistemi devam ettirebilmenin çaresidir faşizm. Bu yüzden; “bütün burjuva devletleri eninde sonunda ya bir hükmet darbesi ile ya da “barışçı” bir yolla ya da gaddarca ya da tatlı sert bir biçimde faşizme geçerler; geçiş yöntemleri önemli değildir ve belirli bir ülkenin özel şartlarına, toplumsal yapısına, politik güçler ve sınıflar arasındaki dengeye bağlıdır.” (Faşizme Karşı Birleşik Cephe. Saf. 57)

Proleter Devrimci Siyaset…

Sınıflar ve sınıf mücadeleleri gerçekliğinden koparak veya inkar ederek, bilimsel değeri olmayan bir takım iddialar ortaya atarak, sonuçları doğrulanabilir olmayan sentezlerle yola çıkan hiç bir anlayış sürdürülebilir olamaz. Bugün, bütün coğrafyalarda tartışmaların odağında yer alan “popülizm”, proletaryanın ve ezilen halkların sınıfsal eylemi ve mücadelesi önünde giderek büyüyen bir tehlike olarak anlaşılmalıdır. Sınıfları ve sınıflar arası mücadeleyi yok saymak, lanetli faşizmi silikleştirip yerine şirin gösterilmeye çalışılan “popülizmi” koymak gerçekten de burjuvazi için önemli bir kazanım iken, ezilen dünya halkları için önemli bir tehdit unsurudur. Bugün komünizm davası, her zamankinden daha çok sapmalara karşı soyut değil, somut mücadeleyi gerektirir. Her türlü zararlı akıma karşı zaman kaybetmeksizin, kararlı bir mücadele yürütmek komünistlerin acil görevleri arasındadır.

 Özellikle sosyalist kalelerin yıkılışı ve geri dönüşlerden sonra, dünya genelinde proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf işbirliğinin tanınmış ideologlarına bugün yenileri eklenerek, MLM dünya proleter görüşünün tasfiyesi için büyük bir gayretkeşlik içine girmişlerdir. İşte bunlardan biri “popülizm” safsatasıdır.

Oysa en sıradan biri bile bilir ki, sınıf iş birliği en “masumane” şekliyle bile, kitlelerin ihtiyaç ve çıkarlarının, kimi gurup, kurum ve bireylere sağlayacağı geçici ve küçük yararlar karşılığında, bu kitlelerin, burjuvazinin sınıf çıkarlarına bağımlı hale getirilmesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Küçük çıkarlar için, halka ihanet yollarının taşları döşenmiş olacaktır. Sınıf iş birliği siyaseti, halka yabancı olan çıkar ve amaçlara ulaşmanın pazarlık tezgahını yollarını açmak içindir. Komünistler bu şirin gözükmeye çalışan, halk düşmanı siyasetin önünde engel olur ve emekçilerin emeğini, varlığını, haklarını, özgürlüğünü garantiye alan siyaseti ve ideolojisiyle halka doğru yolu göstermenin mücadelesini yürütürler.

“Her türlü durumda, sınıf işbirliği burjuvazinin ve kapitalizmin amaçları için, “bir tas çorba”ya karşılık, yoksul şehir ve köy emekçilerinin ve proletaryanın temel çıkarlarının ve bağımsızlığının satılması demektir” der Dimitrov. Demek ki dünya halklarının kurtuluşu ve sosyalizmin zaferi için, “popülizm” gibi bazen “sol” görünümlü sınıf işbirlikçi siyasetlere, bazen “popülizm” maskesi altında egemen sınıfların faşist siyaset ve uygulamalarına karşı, proleter devrimci siyaset ve mücadeleye dört elle sarılmak gerekiyor. Bunun için komünistlerin tavrı, özellikle bugün içinde bulunduğumuz koşullarda bilinç bulandıran sınıf işbirlikçi teorilerden uzak durarak MLM silahına sarılmaları ve hayata geçirmeleri olmak durumundadır.

Önceki İçerikEmperyalizm ve Yarı-Feodalizm
Sonraki İçerikHBDH Yürütme Komitesi: Ulaş Bayraktaroğlu ölümsüzdür