ŞAMRAM

Yedi gündür firardayım. Saydam ve kesinim artık. Bilme ve kuşkulanma kipini dallandırıp dağı aşıyorum. Toprak deviniyor  ayaklarımın altında, ışıktan karanlığa, karanlıktan ışığa ve bana geçiyor toprak. Çocuk nerede? Süt  annesi Anuş’la birlikte kafileye katıldığı doğru mu? İnanmıyorum. Kafilenin ayak izlerini, duyguların aynasını yitirdim. Geçtim ırmağı. Bedros’un dediği doğruysa, çocuk köyümde, Merxo’da olabilir. Kavak ağaçlarının arasından süzülüp köye giriyorum. İnsanlar, eşeklerinin anırışlarında, madenci katırları gibi geziniyorlar; karanlık, gözlerin gücüne çöreklenmiş. Kadınlar gizli ve güzel. Sanrı sisi içinde ev ev soruyor, duygularımı açıyor, serinliyorum. Çocuk yok. Herkes kafileyi sayıklıyor. Yorgunum. Geceyi, Kırmancilerin gelişinden önceki topraklarda,  Mamikon rüyalarıyla birlikte geçiriyorum; Peri suyunun  duru aynasında, dolunayla birlikte. Ertesi gün Ağdat’tayım. Fındık Ağa’nın kurtardığı Sarkis’e soruyorum. Bilmiyor. ‘Usén Ağayé Kavıri’nin iki çocuğu kurtardığını duydum, git ona sor,’ diyor.
Karşıda dağ zirvesi, açılmış şafak gamzesi. Yürüyorum.  Kafamda çelişik düşünceler; eleştiren, öznelleştiren, kuşkucul sesler. İyi niyetimin hayrını görmedim hiç. Usén Ağayé Kaviri’nin evine varıyorum. Çocuk yok. Pertek üzerinden Harput’a gönderilen kağnılı kafilenin içinde olabilir. Herhangi bir köyün herhangi bir evinde veya Erzincanlı çocuk simsarlarının elinde olabilir. Yokluğum büyüyor. Cevap soru, çekim itim sarmallarını geçiyor, korku kozasına giriyorum. Geleceğimin zemini haline geliyor korku. Ruhumun merkezinde, kendimden menkul, dik ve özgür bir kişilik olarak gezindiğim günler geride kalıyor. Güneye iniyorum, kuzgunların gökyüzünde çoğaldıkları  geçitlere…
Gece liken moru, cafcaflı, derin. Şelale noktürnü imliyor. Uçurum kıyısındayım. Aşağıda nehir, gümüş bir kemer gibi sessiz, pul pul, balık sürüsü. İniyorum, ayaklarımda yuvarlanan taşlar, yumuşak tef tıpırtıları, baykuş avazları, ince tirildemeler. Kafilenin geçeceği toprak yolda, nehrin kıyısındayım. Kafile sabahleyin geçecek. Çoban kepeneği gibi suya sarkan şu kayanın arkasında gizlenip, yayaların, katırların, kağnıların geçişini izleyeceğim.
Karanlık inceliyor, anımsatıyor, yüreğime vuruyor hardal gibi. Açım. Umudumun şafağı bekleyen yüzünde boş kuş yuvaları ve zamanın kaybolmuş bilincinden kopup, her şeyin içinden sessizce geçen ince bir ıstırap.
Önce rüzgâr ışıyor, yeşil bir yaprak düşüyor ırmağa, yaban keçisinin ağzından. Beyinsel döngüm hızlanıyor. Uçurum mavisiyle su mavisi arasında gidip geliyorum. Yaslandığım kayada ve doğal katmanlar altında devinen ses, yola vuruyor. Atlı askerler gelip geçiyor ilkin. Yaşlıları, yükleri, yiyecekleri ve çocukları taşıyan eşekler, atlar, katırlar, kağnılar sökün ediyor. Çarıklar parçalanmış tip tip kadınlar, korkular, kuşkular, yıkıntılar… Dikkatim çocuklarda, çalınmış, ölmüş veya parayla alınmış çocukların bıraktıkları boşluklarda… Kafile uzadıkça uzuyor, sonu gelmiyor. Ve derken sırtında bir un torbasıyla çocuğumun sütannesi görünüyor. Heyecanımdan yarılıyor, kayanın arkasından çıkıp kafileye karışıyorum. Kadın beni görünce, “Toros!” diye irkiliyor.
“Çocuk nerede?”
Yürürken çevresine bakınıyor korkuyla.
“Beni kafileye kattılar.” Yutkunuyor. “Çocuk Merxo’da kaldı. Evine sığındığım Sultan Kadın’da….”

“Merxo’ya gittim, yok orda.”
Susuyor, gözyaşları sızıyor yanaklarına.  Kafileden çıkıp başka bir Kaya’nın arkasına geçiyorum. Doğru mu? Bilmiyorum. Kaya çatlaklarına sızıyor çöküntüm. Oturuyorum. Çocuk başka kafilede olabilir. Ama hangi kafilede? Süt annesi yalan mı söyledi yoksa? Çocuk kafilede miydi, ben mi göremedim yoksa? Ben nasıl insanım? Kurbanlık bir yığın insanın içinde kendimi tanıyamıyor, sahip çıkamıyorum kendi kaderime. Kayıyorum ooof! Kendini biçimlendiren, yaratan bir insan olmaktan çıkıyor, atıl, beceriksiz, verilmiş bir insan haline geliyorum.
Vadiden çıkıyorum. Yönüm Sultan kadın.  Çukurlar, çalılar, kayalar, sular… Yürüyorum gün boyu. Karanlık çöküyor. Zifire zifte kesiyor menzil. Biçimini ve anlamını göstermeyen kıpırtılar; büyüleme gücüne, anıya, çağrışıma ve hayale dönüşen sesler. Görsel düzeyde çalışan hayal gücüyle buluyorum yolumu. Yorgun ve açım. Kavram aleminin sınırında, kendinden ayrı duran koca bir boşluğun dibinde soluklanıyorum.

Çocuk gerçekten Sultan kadında mı? O kadın gizler her şeyi, inkar eder. Deli, delikli bir kadın, sözüm durmaz onda, anında akar gider.
Altın, kadın ve çocuk arayıcılarına, eşkiya çetelerine toslamadan Merxo’ya varıyorum, üçüncü günün sabahı. Umutlu ve heyecanlıyım. Merxo boşalmış, bir avuç Alevi kadın ve çocuğa kalmış koca köy. Evin etrafında dolanıyor, kapıyı vuruyorum. Sultan kadın açmıyor. Bir çatlaktan gözetliyor beni kesin. Gitmiyorum. Israrlıyım. İkindiye doğru açıyor kapıyı.
“Çocuk nerede?”

“Çocuk mocuk yok burada, kim söylemişse yalan, defol git!” diye bağırıyor, korkulu ve cinnetsi bakışlarla.

Çılgınlar gibi arıyorum evi. Kilere, yatak yüklerinin arkasına, sekinin altına, her yere bakıyorum. Kadın, burnumun dibinde. Çenesi durmuyor. Yan odada, geçen yıl sünnet ettiğim iki küçük çocuk var.
“Şamram nerede çocuklar? Bu evde mi? Söylerseniz, size şeker veririm.”
Feveran halimden mi, yoksa kendilerini bir kere daha sünnet edeceğimi sandıklarından mı ne bilemiyorum, korkuyor, ağlıyorlar. Evden ahıra açılan bir kapı ilişiyor gözüme. Umutlanıyor, açıyor, ahıra dalıyorum hemen.
 “Defol çık git, gitmezsen öldürürüm seni!” diye bağırıyor arkamdan kadın.
İki keçiyle bir at var ahır karanlığında. Atın kafasında, içi dolu bir yem torbası. Yemliklere kerene, merteklere bakıyorum. Çocuk yok. Yıkıntı yığınıyım. Çocuğun süt annesi yalan mı söyledi yoksa? Ahırın kapısında duruyor, boynumu bükerek son bir kez,
“Xızır aşkına, Surp Sarkis aşkına doğru söyle Sultan hala, Şamram sende mi? Anuş, çocuğun sende olduğunu söyledi.”
Bunu der demez at kişniyor. Atın kişneyişini çocuğun çığlığı izliyor. Dünyam aydınlanıyor birden. Dönüyor, çığlığa bakıyorum. Atın kafasındaki torbadan geliyor çığlık. Koşuyorum. Hemen alıyorum torbayı. Çocuğu çıkarıyor, öpüyor, kokluyor, bağrıma basıyorum. Ve kafamı kaldırdığımda, göz göze geliyorum atla. Ölmüş karımın gözleri gelip yerleşiyor atın gözlerinin yerine. Bahtiyar ve perişanım. Çocuk susmuş ama ben ağlıyorum. Yaklaşıyor, gözlerinden öpüyorum atın. Ahırın kapısına doğru yürüyorum. Ruben’in çetesini bulup, onun yardımıyla bölgeden uzaklaşmayı düşünürken,
“Ver o çocuğu son bir kere öpeyim,” diye ellerini uzatıyor Sultan kadın. Ağlıyor, titriyor.
Kararsızlığa düşüyorum. İstemeyerek, korkuyla veriyorum çocuğu. Göğsüne bastırıyor, öpmeye başlıyor doya doya. “Çocuğun derdine düşmüşsün, atını tanıyamadın,” diyor. “O at senin, al onu da götür. Xızır yardımcınız olsun.”

Önceki İçerikAhmet Hoca’yı anıyor Ondan öğreniyoruz!
Sonraki İçerikPARTİ KAVRAYIŞIMIZI DERİNLEŞTİRELİM VE GÜÇLENDİRELİM