Sanatçılar ve edebiyatçılar taraftır

BABÜR PINAR

 

Modern bir toplum, farklı sınıf ve gruplardan oluşur.  Farklı amaçların ve bu amaçlar doğrultusunda farklı eylemlerin gerçekleşmesinin olanaklı olduğu toplumlarda; toplumu oluşturan birey ve grupların farklı zevklere, farklı zihinsel ve entelektüel kavrayış ve bu kavrayışa dayalı farklı düşünce sistemlerine ve disiplinlerine sahip olmaları kaçınılmazdır.

Bireylerin, zihinsel ve entelektüel faaliyet ürünlerini değerlendirme düzeyleri, olumlu ve olumsuz yargıları ve çatışan sınıfların var oluşuyla doğrudan ilintili olan düşünce biçimlerini benimsemeleri ya da farklı düşünce disiplinlerinin etkisi altında kalmaları, topluluk halinde yaşamanın sonucudur. Daha doğrusu bireylerin düşünce biçimlerinin, üyesi oldukları toplumda egemen olan veya öğe halinde bulunan kültürel farklılıkların etkisi altında kalmaları ile belirlendiği reddedilemez bir gerçektir. Bir toplumda bütün sınıflar ve farklı gruplar için “tek” bir “olumlu” ya da bir tek “olumsuz ” yoktur. Birey ve grupların, olumlu ve olumsuz yargıları; sınıfların maddi ve manevi çıkarlarıyla doğrudan ya da dolaylı bağlantı kurularak oluşur.

Birey ya da gruplar, sanat ürününü değerlendirirken, ilkin kendi toplumsal yararına saydığı olgusal betimlemelere dayanır. Burada söz konusu olan yarar, bireyin doğrudan ve gerçek anlamda kendi sınıfsal yararı değildir. Çoğunlukla emekçiler, başka sınıfın yararına olan durumu, kendi toplumsal yararına olarak görür ve öyle olduğunu iddia eder. Gerçekte öyle olmamasına rağmen, birey ve grubun var olan durumun kendi yararına olduğunu varsayması gerçekleşir. Bu gerçekleşme, doğrudan bireyin toplumsal algılamasının yanılsamalı oluşuyla ilişkilidir. Yani algının tersyüz olma hali, bireyin bilinç yanılsamasının gerçekleşmesidir.  Bu durum, bireyin ideolojik ve siyasi yüklenimine bağlı bakış açısını da yaratır. Böylece, topluma egemen olan bakış açısı, bireyin bakış açısı olur. Ki bu bakış açısı da, egemen sınıfa ait ideolojik düşünce disiplinlerinin birey tarafından benimsenmesidir. Daha işin başında birey, yapıta olumlu ya da olumsuz etiketini, bu bakış açısıyla yapıştırır. Bireyin, yapıta ilişkin, fikirsel değerlendirme yapmasını sağlayan ve sanat yapıtında pratik idealist anlatımına ulaşan düşünce disiplini, sanat veya edebiyat ürününün özüdür.

Sanatçı içerisinde yaşadığı toplumdan ve hatta diğer toplumlardan bağımsız, yalıtılmış değildir. Uluslararası ve ulusal iletişim araçlarının yaygınlaştığı ve geliştiği bir çağda yalıtılmış bir yaşam olanaksızdır. Dolayısıyla birey, içerisinde yaşadığı toplumdaki ve diğer toplumlarda var olan genel sınıf ilişkilerinden ve düşünsel, politik, dinsel, estetik, etik, geleneksel yargılardan ve ideolojik yapılanmalardan kaçınılmaz olarak etkilenir. Bir toplumda hiçbir insan kendine has, yalnızca kendine özel, düşünsel, estetik ve etik pratiğe sahip olamaz. Bireyin bana ait dediği fikir, o toplumda var olandır. Var olan kültürel varlıklar, varoluş koşullarının sağladığı olanak ve gücü oranında toplumsal bilinci oluşturur. Birey şu ve ya bu şekilde ama mutlaka bu toplumsal bilinçle beslenir.

Sanatçının, yazarın ve felsefecinin düşünce üretiminde bulunması, ona maddi yaşam faaliyetinden göreceli bağımsız davranma olanağı sağlar ve hatta giderek düşünce alanında faaliyetin ona sağladığı bu sözde bağımsızlık, o denli ileri noktaya götürülür ki, düşünce maddi yaşam faaliyetinden kopuk, ayrı, uzak bir faaliyet olarak algılanır. Ama bu sözde bir bağımsızlıktır. Düşüncenin ortaya çıkmasında rol oynayan insan bilincinin; bireyin toplumdaki maddi ve düşünsel faaliyet içerisinde yer aldığı ve yoğun biçimde yaşamsal pratikten etkilendiği ölçüde biçimlendiği görülür. Ne kadar bağımsız görünürse görünsün, aslında hiçbir düşünsel faaliyetin, toplumun maddi faaliyetinden özgür, yalıtılmış ve uzak olmadığı bir gerçekliktir. Kaldı ki, bu sözde bağımsız düşünsel faaliyetin ve bu faaliyetin sonucu yaratılan ürünün, egemen sınıfın gücüne bağlı olarak, sermaye sahiplerinin tasarrufuna açık hale gelmesi, ürünün yaratım sürecini piyasa koşullarına bağımlı kılar. Bu nedenle kapitalist piyasanın “haz “ ve “ beğenisinin” toplumun ekseriyetince benimsenmiş olması, sanatçı bağımsızlığını ortadan kaldırır. Kariyer ve hırsla bezenen istenç yularını kapitalist pazara kaptıran sanatçı, yaratım özgürlüğünü de yitirir. At sahibine göre kişner.

Toplumsal yaşamın her alanında tüm ilişkilerin, mülkiyet ilişkilerinin ifadesi olarak var olduğu bir yerde; egemen sınıfın düşüncesi de o toplumun egemen düşüncesidir. Kuşkusuz bu durum farklı düşüncelerin öğe halinde var olmasını yadsımaz. Sınıflı toplum; karşıt sınıfların varlığına, yaşamsal eylemine bağlı olarak, karşıt düşüncelerin var olmasının koşullarını yaratır. Bu maddi (mülkiyet ilişkilerine dayalı) farklılıkların çatışmanın koşulu olması; birey ve grupları farklı düşünce sistemlerini, iradi ya da kendiliğinden benimsemeye zorlar. Bu durumda bireyin tarafsız kalması olanaksızdır.

Sorunu biraz daha irdelersek; bir sanat eserinin özüne bakarak, ürünü olumlu veya olumsuz değerlendirmek ideolojik tutum almaktır. İdeolojik ön yargılara dayanarak sanat ürününü tamamen reddetmek, yasaklamak; genel olarak tarih sahnesinde miadı dolmuş olan sınıf iktidarının, yeni ve devrimci düşünce ve yaratım eylemine karşı duruşunun ifadesidir. Maddi egemenliğini yitirmekle karşı karşıya olan ve bu nedenle bağnazlaşan, gericileşen sınıfların toplumsal egemenliğini meşru gören her birey ve grup, ideolojik olarak egemen sınıftan yanadır ve gericidir.  Siyasi ve ideolojik alanda faaliyet gösteren, düşünce üreten bireyin yaratısı; egemenliğini “meşru” saydığı iktidarın, devrimci sınıflara karşı kullandığı bir silah olur.

Sınıflı toplumun, sınıflar çatışmasına bağlı olarak birbirine zıt ideolojik unsurları içinde barındırması; özellikle düşünsel ve sanatsal alanda faaliyet gösteren bireylerin üretimini de etkiler. Bu nedenle birbirinden farklı birçok sanat anlayışı var olur. Yaratılan ürün; toplumda var olan ve birbiriyle çatışan unsurların yaşamsal pratiğinin yansımasını içerir. Her sanat eserinin olumlu ve olumsuzu içerdiği ve eserin olumlu ve olumsuz yanlarının bir arada ve birbirleriyle çatışır olduğu bilinen bir olgudur. Bir sanat ürününe olumlu ya da olumsuz dememizi sağlayan şeyin; çatışan unsurlardan birinin daha baskın diğer unsurların ise ikincil konumda ve çekinik kalmasıdır.

Sanat faaliyeti sürecinde; çatışan unsurlardan, gelişen ve olumlu olana sahip çıkılması sosyalist bir yaklaşımdır. Gelişmeye ket vuran unsura; olumsuz niteliği iyileştirilebilir savıyla, yeniden yapılandırarak sahip çıkılması uzlaşmadır. Uzlaşma kirlenmektir. Diyalektik materyalist yaklaşım, sanat faaliyet sürecinde ve yaratılan eserde içselleşmiş olumlu unsuru öne çıkarırken, olumsuz unsurlara karşı eleştirisi tavizsizdir.  Bir sanat eserinin içeriğinde olumlu ve olumsuz unsurların bir arada olduğu gerçeğini belirlemek, eserin olumsuz vasfına karşı hoşgörülü olmanın gerekçesi olamaz.

Her olgu, ilerleten ve bu ilerlemeye karşı direnen unsurlardan oluşan bir bütündür. Birey ve gruplar her olgunun içerdiği unsurlardan birinin etkin olması için çaba gösterir. Bu çaba, birey ve grupların ayrı duruşunun belirleyicisi olur.

Burjuva bireycil bayların, sanatçının özgür olması gerektiği üzerine sözleri ayyuka çıkarken, bu keskin sözlerinin ikiyüzlülük olduğunu vurgulamak önemlidir. Kendisini bağımsız, tarafsız ve özgür sayarak, “taraf” olduğunu açıkça ifade eden sanatçılara tepeden yönelttikleri eleştiri aşağılık bir saldırıdır. Sermayenin gücü üzerine kurulmuş, bir yanda bir avuç insan, asalak ve şatafatlı bir hayat sürdürürken, diğer yandan toplumun büyük bir kesimi açlıktan kıvranır ve yoksulluk içerisinde maddi ve manevi yoksunluğa itilirken, o toplumda tam ve gerçek özgürlükten dem vurmak kafa karışıklığına yol vermektir. Bu “özgür” sanatçı, yazar baylar; Edebiyata ve sanata büyük katkı savıyla insan yaşamının her alanında üretilenin, meta haline getirilmesi için canla başla uğraşan ve burjuva egemenliğinin mutlaklığı üzerine diller dökülmesini isteyen tüccar yayınevlerinden, burjuva ideolojisinin taşıyıcısı durumunda olan okurlardan ne kadar bağımsızdır. Bir toplumda sosyal ve genel anlamda kültürel faaliyet içerisinde gerçekleşen ilişki ve çelişkiden ve ilişkinin taraflarından bağımsız olmak olanaksızdır. Burjuva sanatçının ve yazarın “bağımsızlığı” yaldızlı bir maskedir. Burjuva sanat ve edebiyat doğrudan kapitalist pazara bağımlıdır.

Sanatçının egemen sınıftan bağımsız olabilmesi mümkündür; ama bunun için öncelikle, egemen sınıftan, ideolojik ve siyasi alanda devrimci bir kopuş yaşaması gereklidir. Bu kopuş, onun başka bir tarafta, emekçi çoğunluğun “çağdaş” kölelikten kurtuluşu tarafında olmasının yolunu açar. Ancak bu yetmez; emekçilerin kurtuluşu safında yerini alan sanatçı, eserini egemen piyasa ilişkisinden uzak tutmalıdır. Sosyalist bir sanatçı eserini, “geçim ihtiyaçlarını temin” aracı haline getirmemelidir. Bu olmazsa; sanatçının devrimci tavır alışından söz edilemez. Sosyalist sanatçılar; burjuvazinin çıkarcı, ikiyüzlü ve kapitalist pazara göbekten bağlı sanat faaliyetinden uzak olmalıdırlar. Bu uzak duruş sosyalist sanatçıların özgürlüğünün zeminidir. Sosyalist sanatçılar, sermaye ilişkilerinden, harislikten ve bireyci, burjuva anarşist, nihilist eğilimlerden uzak bir noktada kaldıkları ölçüde özgürleşebilirler. Egemen ve sömürücü azınlığın etki alanından çıkabilen ve emekçi çoğunluğun safında, yani özgürleşmenin zemininde yerini alan sosyalist sanatçı yaratım sürecinde “özgür” olabilir.  Bu aynı zamanda egemen sınıfla çatışma halindeki siyasi hareketlerin yanlış duruşları karşısında da göreceli “özgür” olabilmenin ön koşuludur. Pazar için sıradan eserler yaratmak yerine; pazara köleliğin cenderesinden kurtulmuş bilinçle, gerçek anlamda devrimci sosyalist düşüncenin ifadesi olacak eserler yaratmak eylemi, devrimci sosyalist sanatçının iradi tercihidir. 

Günümüzün toplumsal ilişkileri, kapitalizmin ilk dönemine ait ilişkilerden epeyce farklılıklar gösteriyor. Genel anlamda emperyalizm döneminde sanatçılar, sınıfsal farklılıkların keskinleşmesine paralel olarak ayrıştılar. Bazı sanatçılar artık, asgari yaşam gereksinimlerini karşılamak için eserini satmakla yetinmiyor. Emperyalist kapitalizm her alanda olduğu gibi bilim ve sanat alanında da, profesyonelleşmeyi, uzmanlaşmayı ve hatta kurumlaşmayı getirdi. Artık profesyonel sanatçılar, eğitimciler, bilgi satıcılar ve bilim adamları var. Bu insanlar ürünleri karşılığında standart dışı bir yaşam sürdürme olanaklarına kavuştular. Sanatçı, eğitimci, bilim adamı, avukat, mimar, kapitalist pazarın bilgi satıcıları olarak, toplumsal statü sahibi oldular. Bu aynı zaman da sanatçıların her türlü metanın kitlelere ulaştırılmasında da rol almasını ifade ediyor. Bir içeceğin, pazarda daha fazla alıcı bulması için, içecek olma özelliğinin yanısıra insana ruhsal tatmin sağlayan araç olarak lanse edilmesi gerekiyor. Bu noktada sanat rol alıyor. Ressam, şair, müzisyen, oyuncu, yazar, yaratıcı yeteneğini; içeceğin, yiyeceğin, giyeceğin daha fazla alıcı bulması için kullanıyor. Sanatsal yaratıcılık, deterjan, giysi, yiyecek, otomobil, şarap satışını artıran ve hatta bankaların mali gücüne güç katmak için yırtınan araca dönüştürülüyor.

Ürün pazarlaması dışında sanat yaratıcılığı, Kapitalist ideolojinin ve siyasasının “insanlık için” iyi bir şey gibi sunulmasının ambalajı oluyor. Yani sanat aynı zamanda, kapitalizmin emekçilere sunduğu hayatın; istisnai kötülüklerden arındırılabilirse “güzel” ve çekilebilir olabileceğine ilişkin yanılsamayı yaratıyor. Sanat, kapitalist siyasanın estetik bezemesini sağlayarak, pazarlanmasında rol alıyor. Bu durumda sanat, sınıflı toplumun emekçi sınıflara yüklediği acılı hayatın sürdürülebilir ve katlanılır olmasını sağlayan “din” oluyor. Bu “din” küresel vasıftadır. Tüm dünya emekçilerinin kapitalist-emperyalist sistem önünde boyun eğmesi için; peygamber payesiyle taçlanmış sanatçı, edebiyatçı ve düşünürler yeryüzü tanrılarını kutsayarak, üzerlerine düşen görevi küresel düzeyde gerçekleştiriyorlar.

Toplumsal tarih sürecinde devindirici bir güç olarak yerini alan sınıf ve toplumsal gruplar devrimcidirler. Sanat ve edebiyat üreticilerinin kapitalizmden kurtuluşunu sağlayacak devrimci kopuşun koşul ve olanaklarını sağlayacak sistem sosyalizmdir. Dolayısıyla sosyalist gerçekçilik, kapitalizme karşı devrimci eylemden ve sosyalizmden yanadır. Bu taraf olma hali ise lokal ve ulusal değil, genel ve enternasyonaldir.

Sosyalist edebiyatçılar, sanatçılar gerçek anlamda, ezilenlerden, sömürülenlerden yana bir tavır geliştirmenin yolunun enternasyonal söylem ve bilinçle olanaklı olduğunu unutmamak zorundadırlar. Bu tarz duruş bugün her zamankinden daha çok gereklidir.

Emek eksenli, enternasyonal karşı duruşun, ulusal ve dinsel savunuyla sulandırmasına, revize edilmesine izin vermek, burjuva ideolojisinin bağnaz dar, şoven söylem ve eylemi karşısında zaaf göstermek ve uzlaşmak; daha işin başında yenilgiyi kabul etmek demektir. Kapitalist bir toplumsal sistemde “ulusçuluk”, burjuvaziyle emekçilerin ortak ideal etrafında toplanması demektir. Burjuvaziyle ortak ideale sahip olan işçilerin, emekçilerin, kapitalist pazarın uşağı ve koruyucusu olmaları kaçınılmazdır. Emekçilerin kendi burjuvazisiyle değil, başka ulustan emekçilerle ortak ideal altında birleşmesi, kapitalistlerin kendilerine biçtiği kölelikten kurtuluşlarının gereğidir. Ulusçulukla bezenmiş her düşünce ve sanatsal yaratı, işçilerin kölelikten kurtuluşu önünde kurulan barikata bir katkıdır. “Halkın kültürel değeri “ etiketi ile sokakta dolaşan burjuva egemenliğine karşı, kapitalistlerin vicdanına seslenmeği “isyan etmek” olarak lanse eden ve kapitalist ulusal pazarın unsuru olan düşünce ve eylemlere karşı da devrimci eleştirel bir tavır almak sosyalist gerçekçiliğin ön koşuludur.

Türk, Kürt, Yunan, Filistin, İsrail, İngiliz, İrlanda, Hint vb. işçilerinin enternasyonal kardeşlik türküleriyle ve emekçi halkların uluslararası dayanışma kültürünü besleyen sanat ve edebiyat üretimiyle;  halklar arasındaki çatışmayı körükleyen savaş naraları bastırabilir.

Bugün sosyalizmin enternasyonal değerleri, tek tek “ulusal kimlikler” öne çıkartılarak deforme edilmektedir. Burjuva ideologları, “Nazım Hikmet”i Komünist ve Enternasyonal kimliğinden arındırarak “ulusal” bir kimlikle adlandırmak için “özel” bir çaba gösteriyorlar. Bu oyunu bozmak gereklidir. “Nazım Hikmet”ler enternasyonal ve komünist kimlikleriyle, yalnızca Türk emekçilerinin değil, dünya işçilerinin-emekçilerinin değeridirler. P. Neruda, Brecht, Picasso, Mayakovski, Rodrigo ve diğer yüzlerce enternasyonal kimliğe sahip olan sanatçılar, edebiyatçılar, ulusal kimlikleri ile değil, tüm dünya emekçileri cephesinde olma kimlikleri ile anılmaktadırlar. Ve bu kimlikleri böyle kalmalıdır. Tüm Dünya emekçilerinin ortak değerlerini bu vasıflarından arındırarak “ulusallaştırmak” Dünya sosyalist hareketinin, devrimci, enternasyonal değerlerini bozma ve yok etme girişimin bir parçasıdır. Bu saldırı; burjuva iktidarların hizmetine girmiş, sanatçı ve düşünce adamlarının eserlerinde halk adına hikmet arayan ve emekçilerinde bu insanları “halk dostu” olarak kabul etmesini isteyen; dünkü sosyalist,  bugünkü küçük burjuva radikal ve sözde sosyalist bayların uzlaşmacı girişimleriyle bütünleşmektedir.

Sosyalizm cephesinde olduğu iddiası taşıyan “halkçı” birey ve grupların bu türden burjuva girişimlerine ve üstü örtülü saldırılarına karşı; siyasi, iktisadi, ideolojik, felsefi ve sanatsal alanda devrimci, enternasyonal bir karşı duruşu gerçekleştirmek, sosyalist gerçekçiliğinin gereğidir. Bu “halkçı” sanatçı ve düşünürlerin yaratım süreçlerinde takındıkları tavrı eleştirmek ve ulusal pazarın unsuru olma heveslerini deşifre etmek,  takındıkları tavrın, devrimci sosyalist sanatçı tavrıyla ilgisinin olmadığı gerçeğini açıklamak zorunludur.

Sosyalist gerçekçi sanat özgürdür; çünkü sosyalist sanatçı bireysel hırs, kariyer ve konfor isteğinin yarattığı itki ile değil; insanlığa ve emekçilerin kurtuluşuna ilişkin duyarlılığın yarattığı itki ile üretecektir. Sosyalist sanatçının yüzü; yaşamaktan bıkmış, umudu tükenmiş, bunalım içerisindeki, canı sıkkın, tıka basa tüketerek, hastalıklı ruhunu avutan azınlığa değil; yaşamın devingen gücünü oluşturan, insanlığın geleceğinin belirleyicisi, umudu ateşleyen, insanca yaşamayı ilke edinen emekçi çoğunluğun kurtuluşuna dönüktür. Sosyalist sanat felsefesi devrimcidir.

Sosyalist gerçekçi sanat, ilhamını emekçilerin kurtuluş düşüncesinden ve devrimci eyleminden alır ve yarattığı ışık ise, emekçilerin özgürlük yolunu aydınlatır.

Önceki İçerikSarı Kız AKP ve Aziz Yıldırım
Sonraki İçerikMekanlar