‘’Savaşanlar kaybedebilir; ama savaşmayanlar çoktan kaybetmiştir’’

Ben kendimi bir komünist olarak adlandırmıyorum-Ben bir komünistim. Muhtemelen sadakat doğru bir terim değil. Marksizm-leninizm bir ideolojidir, dünyayı onun hareket yasalarını anlamak için incelemenin yöntemidir. Bu yöntem sayesinde kendinizi doğru bir biçimde konumlandırabilirsiniz. Kimileri ilahi adalete, önceden belirlenmiş bir kadere inanır. Biz komünistler materyalistizdir. Biz, toplumun ve toplum içinde gerçekleşen her türlü şeyin insanların emeğinin ürünü olduğunu varsayan bilimsel bir bakış açısını takip ederiz, Sömürü ve baskı ne ilahi olarak emredilmiştir ne de biz bu musibetleri kabul edebiliriz. Biz insancıl, adil, barış içinde bir dünya için savaşmalıyız ve bugün bu görev her zamankinden daha acildir

HABER MERKEZİ (13.04.2016)- Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DAC) yaşanan karşı devrimin ardından kendi seçtiği sürgün yeri Şili’de uzun yıllardır sessizliğini koruyan Margot Honecker geçen Ekim ayında bazı sol haber ajanslarına uzun bir röportaj vererek önemli açıklamalarda bulundu. SoL’ un çevirisini yaptığı röportajı öneminden dolayı okurlarımızla paylaşıyoruz

1927 doğumlu, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin eski Eğitim Bakanı ve Sosyalist Birlik Partisi (SED)’nin Genel Sekreteri merhum Erich Honecker’in (1912-1994) eşi Margot Honecker, Şili’deki Santiago yakınlarında kendi seçtiği sürgün yerinde uzun süredir sessizliğini korumaktaydı.

2015 yılının Ekim ayında, Atina ve Makedonya Haber Ajansı (ANA-MPA) aşağıdaki röportajın oldukça kısa halini yayınladı, daha sonra Alman gazetesi Junge Welt tüm röportajı sadece Almanca olarak yayınladı.

1945’ten 1989’a dünyada iki sosyal sistem arasında süren sınıf savaşımının en ileri cephesinde yer alan Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin tarihi ve bu savaştaki pozisyonu hakkında çok fazla bilgi içeren bu röportajı yayınlarken Junge Welt’e ve de Yunan gazetecilere teşekkürü borç biliriz.

1989 yılındaki olaylar nasıl patlak verdi? Siz ve eşiniz kişisel olarak bu olayları nasıl deneyimlediniz?
“1989’un olayları” derken kastettiğiniz, o yılın sonbaharında özellikle DAC’da meydana gelen ve benim karşı devrim olarak tanımladığım olaylar ise bu olaylar üzerine düzinelerce kitap yazılabilecek olaylardır. Bugüne kadar bu konu hakkında birçok kitap yazılmıştır da. Bu “olayları” kısa bir cevapla tanımlayamazsınız. Dönemin ruhunu özetlemek için belki sadece şunu söyleyebiliriz: Bu olaylara sebep olan yabancı ve yerli politik etkenler arasında nesnel bir bağlantı vardı. Reagan döneminde ABD’nin Sovyetler Birliği’ne dayattığı silahlanma yarışı istenen hedefine ulaşmıştı: Sovyetler Birliği kendini ölümüne silahlandırmıştı. Bu yarışın sonucu olan ekonomik yük Sovyetler Birliği’ni ülke içinde büyük altüst oluşlara itti. Bu sayede sosyalist kampın öncü gücü, ülke içindeki ve dışındaki görevlerini hakkıyla yerine getirmekten aciz hale geldi. Sovyetler Birliği bu durumu düzeltmek için reformlar gerçekleştirdi ki bu reformlar başlangıçta oldukça iyi niyetliydi. Ancak kısa zamanda, sözde reformcular politika ve ekonominin merkezi kurumlarını ele geçirdi ve ülkeyi sonunda ekonomik felaket ve toplumun istikrarsızlaşması olan bir rotaya soktu. Bu süreç tüm Sovyet kazanımlarının tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Bu değişimler sadece Batı tarafından alkışlanmadı. DAC’ın yakınındaki bazı sosyalist ülkelerde de reformcular oldukça etkindi ve Batı tarafından desteklenmekteydi.

DAC bu küresel çekişmenin içerisindeydi. Sonuçta o da sosyalist toplumun bir parçasıydı. Ve 1980li yıllarda DAC da iktisadi politikalarını geliştirme ve düzeltme ihtiyacı ile karşı karşıya kaldı. Ülkede arz eksikliği vardı, sosyal yaşamdaki bu noksanlıklar tatminsizlik yaratıyordu. Biz de görevlerimizi düzgün bir şekilde yerine getiremedik-bu kısmen bizim acizliğimizden kısmen de engellenmemizden kaynaklanıyordu.

Açıkçası biz, insanları sömürü, baskı ve savaşa bağımlı kapitalist toplumlarla karşılaştırıldığında, gerçekleştirdiğimiz sosyal ilerlemenin boyutları hakkında bilinçlendirmek konusunda başarısız olduk. Bu nedenle DAC’daki birçok insan sosyalizm altındaki sosyal güvenlik uygulamalarından feragat etmeden, kapitalizmin parıltılı ürünler dünyasına dahil olabileceklerine inanıyordu. Ama Erich Honecker’in çeşitli konuşmalarında dile getirdiği gibi, kapitalizm ile sosyalizmi bir araya getirmek, ateş ile suyu bir araya getirmek kadar zordur.

Bunu kişisel olarak nasıl deneyimledik? Nazi ideolojisinin ve faşist savaşın yıkıntılarının arasından başlayarak, zor yolu seçerek emekleriyle bu barışçı demokratik cumhuriyeti kuran bütün o insanların geleceklerine dair bir kaygıyla yaşadık. Ekim ayındaki istifadan sonra eşim bütün politik görevlerinden ayrılmıştı. Ben de kişisel olarak DAC Bakanlar Kurulu’nun Kasım’ın ilk günlerinde istifa etmesinden önce Eğitim Bakanlığı görevimden istifa etmiştim.

Batı’nın diliyle Doğu Almanların “ayaklanmasını” nasıl açıklıyorsunuz?
Bu bir “ayaklanma” değildi. Eylemler oluyordu ancak işçiler işlerinde çalışmaya devam ediyordu, çocuklar okullarına gidiyordu, sosyal yaşam devam etmekteydi. 1989’un sonbaharında sokaklara çıkan insanların çoğu tatminsizliklerini dile getiriyordu. Onlar değişiklikler ve iyileştirmeler yapmanın peşindeydi. Daha iyi bir DAC istiyorlardı. DAC’ın ortadan kaldırılması için eylem yapmıyorlardı. Muhalefetin bile istediği bu değildi. Muhalefetin içerisinde DAC’a düşman olanlar da vardı, bunların büyük bir kısmı kilisenin çatısı altında toplanmaktaydı, bu yadsınamaz. Federal Almanya’nın, hoşnutsuz kesimi manipüle etmeyi ve eylemlerin talebini daha iyi bir DAC’dan başka yönlere çekmeyi başarabildiği açıktır. “Biz halkız söylemi” kısa bir süre sonra “Biz tek bir halkız” şeklinde değişti. Bu sayede, DAC’ın kuruluşundan beri ilk kez aradıkları kaldıracı bulmuş oldular; Doğunun vatandaşlarını “özgürleştirme” niyeti. Bununla ilgili olarak hatırlamamız gerekir ki, Batılı Güçler, Alman sermayesi ve kaypak politikacılar ile birlikte çalışarak önce Almanya’yı ikiye böldüler ardından Federal Almanya Cumhuriyeti’ni kutsadılar. Bu 1945 yılında Postdam Konferansına giden yolda dört muzaffer gücün arasındaki uluslararası hukuk yapımının ruhuna aykırıydı çünkü bu süreç Birleşik Demokratik bir Almanya gerektirmekteydi.

Almanya’daki bütün devrimci güçler olarak biz, tüm Almanya’nın demokratik antifaşist bir devlet olmasını istedik. Biz bu hedeften asla vazgeçmedik, ama bu hedefe ulaşmayı da başaramadık. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu sürecin sonucuydu. Dirilen Alman emperyalizmi bu fikre karşı bütün gücüyle savaştı ve 1989’da DAC’ı, diğer Almanya’yı, ortadan kaldırmanın fırsatını yakaladı. Kırk yıl boyunca bunu yapamamıştı. 1989’da bizimle müttefik olan Sovyetler Birliği, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden vazgeçti, Federal Almanya zafer kazanmıştı.

Barut fıçısının fitilini ateşleyen, 1989 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti’ne toplu bir biçimde göç eden Demokratik Almanya Cumhuriyeti vatandaşları oldu. Batı bunu körüklemek için elindeki bütün imkânları seferber etti. Seyahat kısıtlamalarını hafifletecek planları yeterince çabuk uygulamaya koymayı başaramadık. 1989 yılından önce bile, DAC vatandaşları Batı’ya gidiyordu. Batı yüksek eğitime sahip insanları alıp istihdam ediyordu. Batıya gitme sebepleri de çeşitliydi. Ebetteki tüketim ideolojisi ve serbest seyahat önemli bir rol oynuyordu. DAC’ı terk edenlerin sosyalizme karşı olduğu yönündeki Batı Alman propagandası hiç bitmedi. Ancak 1990 yılından bugüne kadar politik şartlar aynı olmasına rağmen 3 milyon insan Doğu Almanya’dan Batı’ya göç etti. Neden?

DAC’da katliam, iç savaş, yoksulluk veya sefalet gibi, bugün Ortadoğu’dan veya Afrika’dan yüzbinlerce insanın ülkelerini terk edip Avrupa’ya kaçmalarına yol açan, sebepler yoktu.

Batıda bu olaylar “barışçıl devrim” olarak nitelendirilmişti, ancak sosyalist bir devlette bir “devrim” nasıl mümkün olabilir?
Bir devrim, benim anladığım kadarıyla, sosyal ilişkilerin radikal bir dönüşümünü ve kitlelerin sömürüden ve baskıdan özgürleşmesini hedefleyen derinlikli bir sosyal kalkışmadır. Bu bağlamda, 1917 yılında Rusya’da gerici emperyalist ilişkilerin alt edilmesi veya 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin işgali altındaki Alman topraklarında antifaşist demokratik bir düzenin kurulması devrime örnektir. Sermayenin insanlar üzerindeki yönetme yetisi elinden alınmıştı. Eğer daha öncesinde yenilgiye uğratılmış sosyal ve üretim ilişkilerinin geri getirilmesi sürecinden bahsediyorsak ki, 1989’da olan budur, bu bir devrim olarak değerlendirilemez. Tam tersine bu bir karşı devrimdir.

Hatırlatmalıyım ki DAC Avrupa’da barışın garantörüydü. Hiçbir zaman çocuklarını savaşa yollamadı. Öte yandan Federal Alman Cumhuriyeti, ABD ve NATO’nun öncülüğünde dünya çapında kanlı savaşlara dahil olmaktadır. Fransız sosyalisti Jean Jaurès (1859-1914) bu bağlantının altını çizmiştir: “Bulutların yağmuru içinde taşıdığı gibi, kapitalizm de savaşı içinde taşımaktadır.” Aynı zamanda kapitalizm faşizmin de tohumlarını içinde taşımaktadır. Biz DAC’da savaş ve faşizmin ekonomik köklerini kuruttuk. Ülkenin batısı kapitalist olmaya devam etti. 1990 yılında DAC Alman tarihinde çok büyük kötülüklere sebep olmuş bu toplumun içine çekildi. Kanlı geçmiş geri geldi. Kimse buna “devrim” diyemez.

Sizin görüşünüze göre bu gelişmelerde Mikhail Gorbaçov (SBKP eski genel sekreteri) nasıl bir rol üstlendi?
Birkaç yıl önce, Ankara’daki bir konuşmasında Gorbaçov komünizmi zayıflatmaya 1985 yılında başladığını söyledi. Buna inanıp inanmamakta özgürsünüz ancak şu çok açıktır ki Gorbaçov uyguladığı politikalarla Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin halklarının çok büyük fedakârlıklarla oluşturduklarını umursamazca çarçur etti. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla dünya daha iyi bir yer haline gelmedi. Kanlı savaşlar, vahşet ve terörizm gündemimize girdi. Tarihin, Gorbaçov’in yaptıkları hakkındaki yargısı olumlu olmayacak.

9 Kasım 1989, “antifaşist koruma duvarı” Batı tarafından adlandırılan haliyle Berlin Duvarı yıkıldı. Bu yıl “Alman Birliği’nin 25. yılı kutlandı. Sizce 1961 yılında duvarın inşa edilmesi gerekli miydi yoksa bir hata mıydı?
“Duvarın” inşası zorunluydu; aksi halde savaş çıkardı. Dünyadaki durum gergindi. ABD saldırganca davranıyordu. Doğudan bir tehdit olduğu bahanesine sığınarak askeri güçlerini geliştiriyorlardı. Domuzlar Körfezi’nde (Nisan 1961) Küba’ya karşı gerçekleştirilen saldırıda, ABD bir yenilgi aldı. 2. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren Berlin için için yanan çözülmemiş bir mesele halindeydi. Sürekli provokasyonlar söz konusuydu. 1961 yılının Haziran ayında, Khrushchev ve Kennedy, Viyana’da nükleer silah testlerinin durdurulması ve Alman barış anlaşmasının sonuçlandırılması ve Batı Berlin sorununun çözümü için bir araya geldi. Bu bir meydan okumaya dönüştü. Büyük güçler arasındaki gerilim yükseldi. Askeri manevralar yapıldı. Havada savaş tehdidi vardı ve bu durumda sınır kapatıldı.

Bu DAC tarafından alınan keyfi bir önlem değildi. Bu sınır Alman emperyalizminin tetiklediği 2. Dünya Savaşının sonucuydu. İşgal bölgesinin sınırları 1945 yılında muzaffer güçler tarafından belirlenmişti. Ancak ayrı bir Batı Alman (FAC 23 Mayıs 1949) devletinin kurulması, Almanya’nın bölünmesini tamamlamıştı ve Batı bölgeleri ile Sovyet bölgesi arasındaki ayrım çizgisi artık bir devlet sınırıydı.

Bu sınır, Batı tarafından adlandırıldığı şekliyle bırakın Almanya içi bir sınır olmayı, basit bir ülke sınırı dahi değildi. Bu sınır Varşova Paktı’nın, doğu savunma bloğunun, batı sınırıydı ve NATO’nun da doğu sınırıydı. Bunlar Soğuk Savaşı yürütmekte olan dünyanın en güçlü iki bloğuydu.

Sınır Berlin’den, şehrin içinden geçiyordu ve 1945 yılında her dört bölüm dört muzaffer güçten birine aitti, ama Berlin’deki sınır açıktı. Bu nedenle, Berlin, DAC’ın ve Berlin’in aleyhine muzaffer kuvvetler arasındaki tehlikeli karşı karşıya gelişlerin sebebi olmaya devam etti.

Varşova Paktı’nın yönetici organı Politik Danışma Komitesi, 1961 yazında, askeri bir karşı karşıya geliş ihtimalinin bertaraf edilemeyeceğini düşünerek, Berlin’deki sınırı kapatma kararı aldı. Bu nedenle muhtemel bir 3. Dünya Savaşı’nı engellenmesini kimsenin bir hata olarak değerlendirebileceğini düşünmüyorum.

NATO ve Varşova Paktı’nın en ön hattında durumun böyle bir açıklık kazanması yeni başlamakta olan detant sürecini kolaylaştırdı. Bu süreç, sonuçları 1975 yılında Helsinki’de, DAC tarafından da imzalanan Avrupa’da Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na yol açtı. Bu anlaşma kıta sathında kolektif bir güvenlik sistemi yaratma yolunda bir adımdı. Ancak, bugün de gördüğümüz gibi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle ve NATO’nun ABD önderliğinde doğuya doğru yayılmasıyla, bu güvenlik sistemi yok edildi.

Eşiniz ve siz sınırın açılışına nerede tanık oldunuz?
Apartmanımızda.

Size göre, Günter Schabowski’nin (SED’in Bilişim ve Medya Politikasından sorumlu merkez komite üyesi) sınırın açıldığını deklare etmesi bir hata mıydı, ya da Walter Momper’in de Berlin Valisi Erhard Krack ile röportajında söylediği üzere önceden bilinen planlanmış bir şey miydi?
Bu benim bilgimin ötesinde bir durum.

Berlin Duvarı’nda ölenler için ne söylemek istersiniz?
Evet, Berlin Duvarı’nda insanlar öldü. Mülteciler ve DAC sınır güvenlik görevlileri… Vahşice bir ölüm yaşayan her insan için pişmanlık duyabiliriz. Yasadışı yollarla sınırı geçmeye çalışırken ölen çok insan oldu. Bu durum bu insanların ailelerine acı getirdi. Politik liderler bu gençlerin ölümlerine aileleri kadar çok üzüldü, çünkü bu gençlerin kendi yaşamlarına dair sorumluluk bilinci yoktu, Batılı ajanlarca baştan çıkarılmışlardı ve sınırı yasadışı yollarla geçmeyi kabul etmişlerdi.

1990’dan sonra sınır güvenlikleri yargılandı, oysaki onlar DAC’ın yasalarına göre hareket etmişti. Liderler bile yargılandı ve hapsedildi ki bunların arasında faşizmle savaştıkları için NAZİ cezaevlerinde, toplama kaplarında yıllarca çile çekmiş parti ve devlet görevlileri de vardı. Hepsi saflarından faşistleri hiçbir zaman atmamış olan FAC’ın adaleti tarafından mahkûm edildi.

DAC’da güzel olan ne vardı ve de “Alman toprağındaki ilk sosyalist devleti” kurtarmak için sosyalist hükümetin neleri daha iyi yapması gerekirdi?
Bu ülkede herkesin bir yeri vardı. Bütün çocuklar ücretsiz olarak eğitim alabiliyordu. Mesleki stajlar yapıyorlar veya eğitim görüyorlardı ve eğitim sonrası iş garantileri vardı. Çalışmak para kazanmanın ötesinde bir anlam ifade ediyordu. Kadınlar ve erkekler eşit iş ve performans karşılığında eşit ücret alıyorlardı. Kadınlar için eşitlik sadece kâğıt üzerinde değildi. Yaşlılar ve çocuklar için bakım hizmetleri kanunlarla güvenceye alınmıştı. Sağlık hizmetleri ücretsizdi, kültür ve eğlence aktivitelerinin fiyatları uygundu. Sosyal güvenlik vardı. Evsiz ya da dilenci kavramlarının olmadığı bir toplumdu ve bir dayanışma hissi vardı. İnsanlar sadece kendilerinden sorumlu değildi, aynı zamanda ortak çıkarları temelinde değişik demokratik organizasyonlarda da görev üstleniyorlardı.

DAC bir cennet değildi. Arz yetersizliği, gündelik politik yaşamdaki eksiklikler gibi gündelik hayatı zorlaştıran sıkıntılar da vardı. Bazı seviyelerde alınan kararlara bu kararların ilgilendirdiği insanların hepsi dahil olamıyordu. Ancak şu anda kapitalist ülkelerin çoğundaki baskın durum ile karşılaştırıldığında DAC cennete yakındı. DAC’daki hayatı deneyimlemiş olan çoğu insan bugün bunu anlıyor. Aradan 25 yıl geçti, bir nesil DAC’daki hayatın nasıl olduğundan bihaber bir şekilde büyüdü. Bu durum FAC’ın propagandasını kolaylaştırıyor. DAC tarihin derinliklerine gömüldükçe, DAC hakkında atılan yalanlar da artıyor.

Sorunuza dönersek. Önemli konular hakkında, kötüleşen durum hakkında halkla daha açık bir şekilde konuşabilseydik yaptığımızdan çok daha iyi bir iş başarabilirdik. İnsanları sorunların çözümüne dahil etmeniz gerekiyordu. Ancak bütün bunları yapsak dahi, bu  şartlar altında DAC’ı kurtarabilir miydik, bu konuda hâlâ şüphelerim var.

Stasi hakkında çok konuşuldu. Bir işçi köylü devletinde böyle bir yapının var olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Öncelikle söylemek lazım ki bu yapı gerekliydi. Alman toprağında kurulan ilk işçi ve köylü devleti kapitalistler açısından bir baş belasıydı ve onu yok etmek için her yolu denediler. En başından beri DAC saldırı altındaydı. Sabotajlardan ve terörist eylemlerden kaçınmayan casusların sızmaları, sıradan vakalardı. Dünyanın neredeyse bütün gizli servisleri Batı Berlin’de konuşlanmıştı. Amerikalılar, Teuflesberg’dan (NSA’nın Soğuk Savaş boyunca önemli izleme tesisinin bulunduğu Batı Berlin’de bir tepe) Doğu’nun yüzlerce kilometre içini dinliyorlardı.

DAC’ın dış istihbarat ve savunma organları Devlet Güvenlik Bakanlığı şemsiyesi altındaydı. Bu, dünya üzerindeki bütün ülkelerde var olan yasal ve meşru bir kurumdu. “Stasi” 1990’dan sonra bir canavar gibi gösterilmeye başlandı, bütün çalışanları ifşa edildi, bu çalışanlar ve kurum hakkında yalanlar ortaya atıldı, kitaplar yazıldı, filmler çekildi ve “Stasi” nin gerçekleştirildiği varsayılan terör olayları ile ilgili korku hikâyelerini anlatan müzeler kuruldu.

Yavaş yavaş insanlar farkına varmaktadır ki, bugün gizli servislerin ajanlık ve izleme faaliyetleri, küçük DAC’ın karşılayabileceği ya da arzu ettiğine oranla çok daha korkunç bir hal almıştır. DAC düşmanca saldırılara karşı direnmek zorunda kaldığında devlet güvenliği bir zaruretti. Bugün artık DAC olmadığına göre “Stasi”ye de gerek kalmadı. Bence bugün istihbarat servisleri geçmişe göre çok daha tehlikeli olmanın yanı sıra gereksizdirler de. Dünya çapında fesih edilmeleri gerekmektedir.

Siz kişisel olarak sivil savunma derslerini müfredata dahil ederek, DAC’daki okulların militarize edilmesi ile suçlandınız. Bu doğru mudur?
Şaşırtıcı olmamakla birlikte kimse beni, üç ila altı yaş arası tüm çocukların okul öncesi eğitime ardından da ilkokula gidebildiği ve bu okullarda iyi eğitimli öğretmenler tarafından hümanizm, barış ve diğer insanlara saygı temelinde eğitim aldıkları bir sistemin parçası olmakla suçlamıyor. Ama birkaç saat sivil savunma dersi olduğu için bütün eğitim sistemini militarize etmiş mi oluyorum?

Bu derslerin müfredata dahil edilmesi ben dahil birçok sorumlu bakanın fikir birliği ile gerçekleşmişti. Yasalarımız gereği 18 ay askerlik yapması gereken erkekler için lise çağında askerlik hizmeti öncesinde bazı temel yararlı bilgileri öğrenmelerinin faydalı olduğunu düşünmüştük. Belki mükemmel bir fikir değildi, ama bugünden bakıp bu yapılanlarda hata bulmak her zaman kolaydır.

Marksizm-leninizme hâlâ sadık mısınız? Hâlâ kendinizi bir komünist olarak mı adlandırıyorsunuz? Böyleyse bunun sebebi nedir?
Ben kendimi bir komünist olarak adlandırmıyorum-Ben bir komünistim. Muhtemelen sadakat doğru bir terim değil. Marksizm-leninizm bir ideolojidir, dünyayı onun hareket yasalarını anlamak için incelemenin yöntemidir. Bu yöntem sayesinde kendinizi doğru bir biçimde konumlandırabilirsiniz. Kimileri ilahi adalete, önceden belirlenmiş bir kadere inanır. Biz komünistler materyalistizdir. Biz, toplumun ve toplum içinde gerçekleşen her türlü şeyin insanların emeğinin ürünü olduğunu varsayan bilimsel bir bakış açısını takip ederiz, Sömürü ve baskı ne ilahi olarak emredilmiştir ne de biz bu musibetleri kabul edebiliriz. Biz insancıl, adil, barış içinde bir dünya için savaşmalıyız ve bugün bu görev her zamankinden daha acildir. Biz insanların savaşlardan, açlıktan veya hastalıklardan ölmelerini, doğal kaynakların ve insanların geçim kaynaklarının acımasız patronlar tarafından sadece kâr amacıyla tüketilmesini ya da yok edilmesini kabullenmemeliyiz. Eğer insanlığın bir geleceği olacaksa, şirketlerin ve bankaların gücü kırılmalıdır. Çünkü onlar bu güçten gönüllü olarak vazgeçmeyecekler.

Bugün hâlâ eski yoldaşlarınızla irtibat halinde misiniz? Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Alman Komünist Partisi (DKP) veya diğerleri?
Alman Komünist Partisi ve Almanya’nın Komünist Partisi (KPD) ve Sol Parti ile yakın ilişkiler içindeyim. Almanya’daki vatandaşlardan irtibatta olduğum birçok kişi var-yüz yüze hiç tanışmadığım insanlar- bugün bana yazıyorlar. Bazıları Şili’de Santiago’da beni ziyaret ediyor. Internet sayesinde, her tarafta bağlantılarım var ve beni dünyada olan her şeyden haberdar ediyorlar. Güney Amerika’da And Dağları’nda yaşamak, ayda yaşamak anlamına gelmiyor.

Avrupa’daki güncel gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Yunanistan’daki durumu ekonomik ve politik olarak nasıl görüyorsunuz? Kemer sıkma politikalarını ve Syriza’nın iktidara gelişini?
Syriza hükümeti ele geçirdi, seçimi tekrar kazandı ancak iktidar olamadı. Bugün Yunanistan’da iktidar hâlâ yerli ve artan bir biçimde yabancı sermayenin elindedir.

Avrupa bugün yukarıdakiler ve aşağıdakiler şeklinde ikiye bölünmüştür, zengin ve fakir arasında, zengin ve fakirleştirilmiş ülkeler arasında. Büyük güçlerin egemenlik ve kârlarını artırmak için giriştikleri rekabet kızışmaktadır. Avrupa en başından beri bir tekel sermayesi projesidir, gücünü konsolide etmek isteyen emperyalist bir projedir. Uluslararası tekeller tarafından dikte edilen sosyal ve demokratik çürüme politikaları AB anlaşmalarında kendini göstermektedir. Güçlü devletler zayıf olanları köşeye, cehenneme doğru ittirmektedir.

Solun içinde bu Avrupa’nın düzeltilebileceğine dair bir fikir vardı. Ancak Avrupa Birliği’nin Yunanistan’a karşı tutumları bunun bir illüzyondan ibaret olduğunu gözler önüne serdi. Yunanlılara DAC’a uygulanan özelleştirme modelini dikte ettiler, DAC’da bu yöntem büyük kötülüklere sebep oldu. Fabrikalar kapandı ve savaş sonrasında referandumla kamu mülkiyetine geçmiş olan birçok işyeri büyük şirketlere geri verildi. Sonuçta DAC’ın sanayisi yok edildi. Yüzbinler bir gecede işlerinden oldular. Doğuya, DAC’a, saf kapitalizm empoze edildi. Ayrıca Batı Almanya’da da, kapı komşusu sosyalist devletin ortadan kalkmasıyla birlikte, işçiler tarafından kazanılmış haklar ortadan kaldırılmaya başlandı.

Tekeller diktatörlüğünün istikrarlı bir biçimde Alman emperyalizmini kıtanın baskın gücü haline getirmeye çalışmasını kaygıyla izliyorum. 1914 ve 1945’de bu amacı silah zoruyla başarmaya çalışıp yenildiler. Dünya hâkimiyeti hayallerinden asla vazgeçmediler ve bu uğurda askeri maceralara atılmaya her zaman hazır oldular.

Tekellerin diktatörlüğüne karşı duran her türlü protestoyu, kapitalizmi demokratik kurallarla durdurmaya çalışan her hareketi olduğu gibi Syriza’nın gelişimini de sempati ile izledim, ancak gerçekçi olmalıyız. “Güçlülerin Enternasyonalinin” karşısında ezilenlerin ve mazlumların hâlâ güçlü bir cephesi olmadığı açık. Tekel karşıtı sol, Avrupa’da hâlâ sürekli ve etkili faaliyet göstermenin çok uzağında, ayrıca yeterli uluslararası dayanışma ve ittifaklar da mevcut değil.

Yunanistan’da İmparatorluk ağır bir saldırı gerçekleştirdi ve bu saldırıyla birlikte Avrupa’nın reforme edilebileceğine dair illüzyon da parçalanmış oldu. Bu metodlar kullanılarak başka bir Avrupa’nın ortaya çıkmasının imkânsızlığı bir kez daha görüldü.

Sizce sosyalizm Avrupa özelinde ve dünya genelinde hâlâ bir alternatif midir?
Başka ne var ki! Eğer insanlık barbarlık bataklığına geri batmak istemiyorsa geriye sadece tek bir alternatif kalıyor.

Şimdilerde nasıl yaşıyorsunuz? El konulan varlıklarınız için Federal Almanya Cumhuriyeti’ne açtığınız davayı kaybettiniz.
“El konulan varlıklar” tanımı büyük bir şeymiş gibi duruyor. Bizim de –DAC’daki bütün vatandaşlar gibi- bankada birikimlerimiz vardı. Belki biliyorsunuzdur, DAC’ın vatandaşlarının emekli maaşlarını keyfi bir biçimde düşürdüler ve bu adaletsizlik maalesef bugün de devam ediyor. Ben normal bir emekli maaşı alıyorum çünkü Alman vatandaşlarının geneline uygulanan kurallar bana da uygulanıyor.

Bahsi geçen kurumların sert önlemleriyle boğuşan Yunan halkına bir mesajınız var mı?
Orada yaşayan insanlar ile dayanışma duygularımı paylaşmak istiyorum ve onlara saygı duyuyorum. Hayatımda hiç Yunanistan’da bulunmama rağmen Yunanistan’la ilgili hoş anılarım var. Yunanistan adını duyduğumda Akropolis’ten gamalı haçlı bayrağı indiren Manolis Glezos geliyor aklıma ki Almanya’da ben de aynı faşist düşman ile savaştım.1967 yılında faşist albaylar Yunanistan’da darbe yaptığında DAC’da sığınma hakkı verilen Yunanlılar geliyor aklıma, özellikle bizim topraklarımızda kendilerine bir yuva bulan Yunan çocuklarını düşünüyorum. Hapisteyken DAC’dan yüzbinlerce çocuğun dayanışma için kart yolladığı Mikis Theodorakis’i düşünüyorum. Onun müziğini düşünüyorum, DAC’da çok sık dinlenen Şilili Pablo Neruda’nın “Canto General”i için yaptığı müzik geliyor aklıma.

Yunanistan, tarihinde birçok zorlukla baş ederek ayakta kalmayı başardı. Bunu da atlatacaklarına inanıyorum. Biz deriz ki: savaşanlar kaybedebilir, ama savaşmayanlar çoktan kaybetmiştir. Ve Yunanlılar, tarihte birçok kez kanıtladıkları üzere kendi anayurtları ve kendi hakları için savaşmayı çok iyi bilir. Dünyanın dört bir yanından birçok dostun dayanışma duyguları şimdi onlarla beraber. 

 

 

Önceki İçerikElazığ’da DHF’ye polis baskını; 6 gözaltı
Sonraki İçerikDirenen Beşiktaş işçileri: Meşru ve yasal haklarımızı istiyoruz