Kapitalizmin krizsiz varlığını sürdüremeyeceği bilinen bir gerçek. Dünyayı etkisi altına alan üçüncü büyük emperyalist krizle birlikte, dünya halkları üzerinde inanılmaz baskılar, hak gaspları ve katliamlar bütün şiddetiyle devam ediyor. Şiddetin ve katliamların dozajı farklı coğrafyalarda farklılıklar gösterse de dünya genelinde yaşananlar neredeyse ilan edilmemiş bir üçüncü dünya savaşının yaşanmakta olduğu hissini uyandırıyor insanda. Peki bu sonu gelmez “sonsuz bir dehşet” midir? Geri bilinçli kitleler buna neredeyse ikna edilmiş, “kaderleri” olduğuna inandırılmışlardır. Oysa emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğu, bütün bu katliamların, yaşatılan zulümün sonsuza dek sürecek bir dehşet değil, yaşatılan dehşetin son nefesine doğru yaklaştığını anlamak gerekiyor. Emperyalist, kapitalist ülkelerdeki devimci kabarış bir kıvılcım gibi de olsa bunu ifade ediyor. Sömürge ve geri bıraktırılmış ülkelerde emperyalizme ve onun yerli uşaklarına karşı halkların yükselen devrimci öfkesi bizlere bunu anlatıyor. Objektif durumun devrim için elverişli olduğu bu süreçte, bir başka gerçek daha bütün aciliyetiyle kendisini hissettiriyor, o da sübjektif öğenin yetmezlikleri. Bu noktalardan hareketle hiç tereddütsüz şu noktaya gelmek gerekiyor: Mademki emperyalizm kendi yapısal krizinden “kurtulmak” adına, dünya halklarına karşı topyekûn bir saldırı ve katliamlar süreci başlatmış ve bunu acımasızca yıllardır sürdürüyorsa, o halde dünya halkları da tek tek ülkelerdeki kendi öz örgütlenmelerinin yanı sıra enternasyonalist örgütlenmelerini de yaratmak zorundadırlar. Yani emperyalist haydutlar kendi sınıf çıkarları için nasıl ki topyekûn bir saldırı cephesi yaratmışlarsa, dünya halkları için de enternasyonalist karşı koyuş bir zorunluluktur. Şu Marksist strateji yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. “Ya emperyalist savaşlar devrimlere yol açar ya da devrimler emperyalist savaşları önler.” Dünya genelinde neredeyse ilan edilmemiş bir emperyalist savaş yaşanıyorsa eğer, devrimler, dünya komünist hareketinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Ancak, parlamentarizmin, revizyonizmin ve tasfiyeciliğin epeyce yol aldığı bu ortamda komünistlerin işinin epeyce zor olduğu da bir gerçek.
Bu genellemeden özgül duruma doğru yola çıkıldığında, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki görev daha net bir biçimde belirginleşmiş oluyor. Peş peşe yaşanan seçimlerin sonuçlarının gösterdiği gibi, sözde halkın “iradesine” rağmen parlamentonun nasıl işletilemez hale sokulduğunu, hâkim sınıfların işine gelmediğinde fırlatılıp atıldığını hep birlikte gördük yaşadık. Kuşkusuz bu seçimler sürecinin taktik bir mücadele süreci olarak kullanılamayacağı anlamına gelmez. Süreç doğru değerlendirilir ve doğru taktik mücadele biçimleri hayata geçirilirse elbette ki devrimin çıkarlarına uygun iyi sonuçların alınması mümkündür. Elbette ki hiçbir mücadele biçimi ve aracı reddedilmez. Ancak somut durumun, somut tahlili doğru yapıldığında bu bir anlam ifade edebilir. Konuyu bütün boyutlarıyla tartışmak bu makalenin dışında. Süreçteki taktiğin genel olarak doğruluğu tartışılmaz. Ancak taktiğin içi ne kadar dolduruldu veya bu taktik ilerisi için bir “stratejiye” dönüşür mü konusu tartışmalı konular içerisindedir. Çünkü bunun örnekleri Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında fazlasıyla mevcut.
Konumuza dönersek, ülkede devrimci durumun son derece mükemmel olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliriz. Katliamların, zulümüm, gözaltıların, adaletsizliklerin, işsizliğin ve yoksulluğun, kısacası kitleler aleyhine olabilecek her şeyin fazlasıyla mevcut olduğu bir durum yaşanıyor. Hatta devlet, halklarımıza karşı açık bir savaş halindedir. Kitleler ise azımsanmayacak bir direniş sergiliyor. Ancak bu direnişi sınıf örgütlülüğüne dönüştürecek ve daha ileri bir boyuta taşıyacak subjektif öğenin kaygan bir zeminde hareket ettiği gözlerden kaçmamaktadır. Zorba devletin zoruna karşı, örgütlü bir zorla çıkılmadıkça ve bu zor doğru strateji ve onu besleyecek olan doğru taktiklerle beslenmediği sürece, devrimci durumu devrimle taçlandırmak hiç de kolay olmayacaktır. Dünya komünist hareketinin ve aynı zamanda ülkemiz komünistlerinin en can alıcı sorunu bu olsa gerek.