‘’Soykırıma uğramış bütün halklar adına 1915 Soykırımı demek doğru olandır’’

Özellikle fail toplumların, Osmanlı devletinin devamı olarak TC’nin, bir bütün olarak siyasi parti ve politikacıların inkârcı tavrı korkuyu, güvensizliği sürdüren temel etmenlerdir. Onlarla yeniden ve sağlıklı bir ilişki kurmanın önünde büyük bir engeldir. Yan yana duran toplumların böyle bir zehirli ilişki içinde yaşamaları ne kadar sağlıklıdır?  Ermeniler yalnızca ebeveynlerinin acılı trajedilerini aktarmakla kalmıyorlar; ellerinden alınmış olan vatanları, tarihsel kültürel mirasları ve tekrar ait oldukları yerlerde yaşama haklarının elinden alınmasıyla da soykırımı yeniden yeniden yaşıyorlar

Haber Merkezi(16.04.2018)- HG: Tarihsel ve ideolojik olarak Ermeni soykırımının siyasal arka planı nedir?

Recep Maraşlı: Ermeni soykırımının temel dürtüsü, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu dağılırken, bunun üzerinden bir Türk ulus-devleti çıkarma çabasıdır. Osmanlı İmparatorluğu, yönetimin Türk ve İslam baskın karakterine rağmen, 19.yy sonlarına gelindiğinde bile halen toplumsal olarak çok önemli oranda çok uluslu, çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli bir toplumsal yapı göstermekteydi. 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1912-14 yıllarında yapılan nüfus sayımları bunu ortaya koyuyor. 1. Paylaşım Savaşı öncesi İmparatorluk çökme noktasına gelmişti. Balkanlardaki ulusal bağımsızlık hareketleri sonucu Osmanlı İmparatorluğu bu alanda işgal altında tuttuğu bütün ülkeleri büyük oranda kaybetmişti. Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan, Romanya ve diğerleri hepsi bağımsız devletler olmuştu.

Balkan yenilgisi İmparatorluğu bir takım idari reformlarla ve yeni bir Anayasa ile kurtarmaya çalışan İttihad-Terakki yönetiminde büyük bir panik yarattı. Osmanlı’nın 700 yıldır sürdürdüğü Balkan egemenliği birkaç yıl içinde çökmüş; Balkanlardaki Türk nüfusu büyük mülteci yığınları halinde İstanbul’a, Anadolu’ya sığınmıştı. Bu durum, kendilerinin diğer bütün alanlarda da iktidarı kaybedeceklerine dair çok güçlü bir korku oluşturdu.

İktidar gücünü elinde bulunduran militarist bürokrasi, İmparatorluğun ancak bir çekirdek vatan oluşturulması ve Türk-İslam unsuru üzerinde kontrol edilebileceği düşüncesine vardı. “Misak-ı Milli” denilen coğrafik alan, “milli yurt” olarak belirlenmesi, bu alanın Türk ve Müslüman olmayan unsurlardan arındırılarak tahkim edilmesi fikri ki böyle temellendi. Halbuki sonradan “Türkiye” olarak isimlendirilecek olan bu coğrafya aslında Ermenistan, Kürdistan, Pontus, Beth Nahrin (Kuzey Mezopotamya), Kilikya, Kapadokya, Ege gibi bilinen pek çok ülkeyi barındırıyordu. Yani hem halkların hem ülkelerin de yok edilmesi söz konusu… Bu da “Misak-ı Milli” coğrafyasında “etnik arındırma”, “soykırım”, “asimilasyon” politikası uygulanması demekti. Böylece etnik, kültürel ve dini açıdan çoklu olan toplumsal yapı Türk ve İslam üzerine kurulu heterojen bir yapıya dönüştürülecekti. Burada Türk etnik yapısı temel, fakat Kürtler, Çerkesler, Araplar, Balkan ya da Kafkaslardan gelen göçmen Müslüman topluluklar da destekleyici unsurlar olarak görülüyordu. İlk aşamada Müslüman olmayan halklardan Ermeniler, Rumlar, Asuri-Süryaniler, Êzidîlerden “kurtulmak”, sonra da Türk olmayan ama Müslüman olmayan toplulukları da asimilasyon politikasıyla Türkleştirmek… Böylece Türk ulus-devleti her açıdan güvenceye alınmış olacaktı.

Özünde soykırım 1915 veya 1916’da başlayıp bitmiyor. Başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan halkların yok edilmesi daha uzun bir süreçtir. 1840’larda Sultan Abdülhamit’in pogromlarıyla başlayan bu soykırım süreci 1915’de en tepe noktasına ulaşır. Fakat 1916’da da bitmez, TC’nin “Türk Kurtuluş Savaşı” adını verdiği 1919-22 döneminde de devam eder. Soykırım sürecinin son halkası 1924’de Hakkari’de Nasturi’lerin imhasıdır.

Cumhuriyet tarihinin de soykırım sonuçlarının stabilize edilmesi, etnik canlanma ve toplanmanın önlenmesi, asimilasyon ve sürgünle azaltma politikasının biçiminde devam ettirildiğini görüyoruz. Mübadele ile etnik homojenleşmenin süreklileştirilmesi, Varlık Vergisi ile ekonomiden tasfiye, 6-7 Eylül ile metropol şehirlerden tasfiye hareketleri etnik yok etme politikasının cumhuriyet tarihindeki devamlılıklarıdır. Şu halde sembolik bir zirve olması ile 1915’in yanına 1916 eklemek yerine, soykırımın uzun yıllara dayanan bir etnik yok etme politikası olduğu vurgulanabilir ve çok uluslu bir imparatorluktan tek millete, tek dine dayalı Türk Ulus Devleti kurmayı amaçladığı belirtmek gerekir.

Bu nedenle sadece “Ermeni Soykırımı” olarak adlandırmanın noksan olacağını düşünüyorum. Soykırıma kurban edilen bütün halkları dahil etmek adına 1915 Soykırımı olarak adlandırmak daha iyi bir tanım olabilir. Elbette bu sürecin tartışmasız en büyük mağdur kitlesi Ermenilerdi, sürgün ve tehcir kararı da Ermenilerin anavatanlarıyla birlikte yok edilmesi üzerine kuruluydu ama hem Osmanlı devletinin niyeti hem de uygulama sadece Ermenileri değil, Rum, Ermeni, Arami-Asuri-Süryani, Pontus Elenleri, Êzidiler gibi yerleşik Hristiyan ve Müslüman olmayan halkları yok etmek, sürmek, vatansızlaştırmak oldu.

HG: Ermeni soykırımının özellikle yakın dönemde dahil belli tarihsel kesitlerde ”TC” ile uluslararası emperyalist güçler arasında yaşanan kriz yada çelişkilere siyasal malzeme yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 RM: Maalesef bu doğrudur; soykırımların, sürgün ve yok etmelerin bir daha yaşanmaması için sistemin köklüce değişmesi gerekiyor. Tarihle yüzleşilmesi, soykırım, sürgün, etnik yok etme politikalarının nedenine inmek gerekiyor. Bunlar yapılmadan sadece bu tür insanlık suçlarının, devletler tarafından birbirini siyaseten sıkıştırmak, şantaj ve pazarlık malzemesi olarak görmek, soykırımcı politikaların tekrarına zemin vermekten başka bir şeye yaramaz. Bir süre içinde de “sen benim işlediğim insanlık suçlarına dokunma, ben de seninkini görmezden geleyim” biçiminde bir suç ortaklığına, gerçeğinin birlikte üzerinin örtülmesi noktasına varıyor.

TC ile soykırımın tanınıp tanımaması noktasında yapılan utanç verici pazarlıklar da böyledir. Bu yüzden de TC politikacıları başka zaman akıllarına gelmezken, “Ermeni Soykırımı” tartışmaları gündeme geldiğinde Amerika’nın Vietnam ve Japonya’daki katliamlarını, Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları soykırımı hatırlatırlar

Bu kirli politika ancak devrimci, demokrat, sosyalist hareketlerin ırkçılıkla, sömürgecilikle kararlı bir ideolojik-siyasi mücadele etmesiyle kitleler nezdinde deşifre olabilir.

HG:  ”TC” ile siyasal bağlantısı içerisinde uluslararası arenada Ermeni soykırımının tanınıp-tanınması noktasındaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

RM: Geçen yıl Almanya Parlamentosu’nun iktidar ve muhalefetiyle birlikte, resmi olarak 1915 soykırımını tanımasıyla bu konuda tarihsel olarak birçok eşik artık aşıldı.

Almanya’nın soykırımı tanıması, başka birçok devletin tanımış olmasının toplamından daha önemli bir yere sahiptir. Çünkü ilk kez 1915 soykırımına önemli bir dahli bulunan bir devlet hem kendi sorumluluğunu kabul etmekte hem de 1915’ı “SOYKIRIM” olarak tanımlamaktadır. Böylece Soykırımın asli faili olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun mirasçısı olarak Türkiye’nin inkarcılıkta kaçtığı birçok delik tıkanmış olmaktadır.

“Almanya önce kendine baksın!”, “Almanya önce kendi sorumluluğunu sorgulasın” gibi “nasıl olsa böyle bir şey yapmazlar” güveniyle savrulan onca amiyane mazeret boşa düşmüştür. Kararda o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri müttefiki olan Alman İmparatorluğu’nun, “Alman diplomat ve misyonerlerin organize sürgün ve imha uygulamalarıyla ilgili verdikleri bilgilere rağmen, insanlığa karşı işlenen bu suçu durdurmaya çalışmayarak ‘yüz kızartıcı’ bir rol oynadığı” kaydediliyor. Almanya’nın sorumluluğu kapsamı konusunda ise Alman Hükümet’i 1915-1916 yıllarında Ermenilere yönelik sürgün ve imha politikası ile Alman İmparatorluğu’nun rolü konusunda kamuoyunun kapsamlı olarak aydınlatılması çalışmalarına katkı sağlamaya çağrılıyor. Dolayısıyla “sorumluluğumuz bundan ibarettir” de demiş olmuyor.

Federal Alman Parlamentosu’nun kararı ile “1915 bir SOYKIRIM mıydı, değil miydi? Soykırım mı desek yoksa daha hafif bir terimle mi geçiştirsek!” ikilemi de çökmüş oldu.

1915’de “suç ortağı” olan bir devlet, “evet yapılan işin adı SOYKIRIM’dır” diyerek asli faili artık YALNIZ BAŞINA bırakmış olmaktadır. Diğer devletlerin “Soykırım desek mi, demesek mi” diye kıvranmalarının bir anlamı kalmamıştır; artık diğerleri daha rahat işin adını koyabilirler.

“Tarihçiler ne diyor bakalım!” ya da “Hele bir arşivleri açsınlar”, diye özellikle kendi kamuoylarını avutmaya yönelik bahaneler de çökmüştür.

Almanya’nın kendi kendisini de sorumluluk altına sokan bir kararı alırken kendi tarihçilerine NE DİYORSUNUZ diye sormamış olduğunu ya da KENDİ ARŞİVLERİNE bakmamış olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır! Almanya’nın her konudaki “SAĞLAMCI”lığına bakarak bu konuda hiçbir tereddüdü kalmamacasına baktığına emin olabilirsiniz. Bu nedenle “Tarihçiler ne diyor?”; “Arşivleri niye açmıyorsunuz?” safsatası da Türkiye açısından çökmüş bulunmaktadır. Zaten dünyanın hiçbir ciddi tarih ve siyasal bilimler akademisinde 1915’in yüz yılın ilk büyük soykırımı olduğuna dair tartışma kalmamıştır.

 Sorun zaten politikacılar adını vererek bu olguyla ilgili hukuki sonuçlar doğuracak kararlar alıp almamalarıydı, TC ile pazarlıklar ve çıkar ilişkileri nedeniyle bu konu sadece araçsallaştırılmaktaydı, o kadar.

 Federal Alman Parlamentosunun bu kararı adeta iktidar ve muhalefet partileriyle ortak olarak almış olmaları; 1 kişinin dışında aleyhte oy kullanılmamış olması oldukça önemli bir tavırdır. Dolayısıyla birçok konuda TC’nin yanında durmuş olan Partiler, “SOYKIRIM” konusunda “orada dur! Bu konuda sen haksızsın!” demektedirler. Parlamento kararını destekleyen Türk ve Kürt 53 kurum, kuruluş, inisiyatif ile 360’dan fazla politik şahsiyet, aydın, sanatçı ve bilim insanının imzalarıyla da desteklemeleri, “Türkiye kökenli” Milletvekilleri de olumlu oy kullanmaları önemli bir tavır olmuştur.

Tabi ortada Alman politikası açısından eleştirilmesi ve açıklanması zorunlu olan birçok çizgi halen bulunmaktadır. Bunlardan ilki: Alman Parlamenterlerin, bilim insanlarının 1915’in SOYKIRIM olduğuna geçen ay ikna olmadıklarına göre, çoktan beri bu işin bilinci ve utancı içinde olmalarına rağmen bugüne kadar neden bekledikleri sorusudur. Örneğin tasarı 2014’den beri mecliste olmasına rağmen, sembolik olarak daha uygun olmasına rağmen neden 100. yıl da değil de, 101. yılda kabul edildi? Bir yıl içinde ne değişti?

 Lafı hiç dolandırmadan söylersek, burada TC Başkanı Erdoğan’ın tüm Avrupalı politikacıları olduğu gibi Alman kamuoyunu ve politikacılarına da “illallah!” dedirten patavatsız ve üsttenci konuşmalarından, tacizlerinden duyulan öfke ve bıkkınlık önemli bir rol oynadı diyebiliriz. Erdoğan’ın “güya kendilerine kafa tutarak” kendi kitle tabanında popülarite kazanmasına bir son vermek istediler.

Kuşkusuz sadece Cumhurbaşkanının patavatsız söylemleri değil TC’nin bir bütün olarak “uyarılması” ihtiyacı, kendilerinin “biz feda edilemeyiz” böbürlenmesini patlatma ihtiyacı da rol oynadı bu sonuçta. Öyle ki kendileriyle “Mülteci anlaşması”yla angajmana girmiş olan Hükümet üyeleri dahil, hiçbir “Türk dostu” parlamenterin içinden meclise gelip kendileri LEHİNDE parmak kaldırmak, bir çift laf söylemek gelmedi. Bu açıdan Almanya parlamentosunun gecikmiş Soykırım kararı tarihsel yanıyla olduğu kadar güncel politika açısından da son derece önemli bir cevap oldu…

Yine de bu Almanya’nın hem 1. hem 2. Paylaşım Savaşı’nda izlemiş olduğu yayılmacı, soykırımcı emperyalist politikaların köklü bir eleştirisini içermediği için karar bu yanıyla çok noksandır.

HG: Güncelde Ermeni soykırımının tarihsel belleği ışığında Ermenilerin genel siyasal ve kültürel durumu nedir?

RM: Soykırım mağduru halkların özelinde Ermenilerden bahsedecek olursak, bu toplumun soykırım sonrası kuşaklarının da halen çok büyük bir yaralanma altında olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü soykırımla ortaya çıkan büyük yaralanma bugüne kadar hiçbir şekilde sağaltılamamıştır; tabiî ki Ermeni toplumu kendini yeniden inşa ederek, hayatını bir biçimde yeniden kurarak küllerinden doğabilmeyi başarmıştır ama bu genel ölçekte yaraların sağaldığı, artık geriye bir şey kalmadığı anlamına gelmez.

Özellikle fail toplumların, Osmanlı devletinin devamı olarak TC’nin, bir bütün olarak siyasi parti ve politikacıların inkârcı tavrı korkuyu, güvensizliği sürdüren temel etmenlerdir. Onlarla yeniden ve sağlıklı bir ilişki kurmanın önünde büyük bir engeldir. Yan yana duran toplumların böyle bir zehirli ilişki içinde yaşamaları ne kadar sağlıklıdır?

Ermeniler yalnızca ebeveynlerinin acılı trajedilerini aktarmakla kalmıyorlar; ellerinden alınmış olan vatanları, tarihsel kültürel mirasları ve tekrar ait oldukları yerlerde yaşama haklarının elinden alınmasıyla da soykırımı yeniden yeniden yaşıyorlar. Düşünün Türk ve Kürt toplumları içinde, halen soykırımdan ganimet olarak el konulan ya da kimliğini saklayarak hayatta kalabilen çok sayıda insan var. Kiminin anneannesi, kiminin teyzesi, kiminin halası… Başka ve hem de kendilerini ölüme götüren kimliklerin içine hapsolarak yaşanan hayatlar bunlar. Dolayısıyla bugün hayatta kalmış kuşaklar da halen soykırım etkileri içindedir.

Yanı sıra Türkiye’deki ırkçı-ayrımcı politikaların güncel politikadaki kısıtlamalarını, aşağılamalarını, dışlamalarını da yaşıyorlar. Hrant Dink’in katledilmesi Ermenilerin toplum olarak yok edilmenin kıyısında “güvercin tedirginliği içinde yaşayan” bir toplum olduğunu gözler önüne serdi. Bir şey var ki artık ne Türk ne de Kürt toplumları eskisi kadar suskun değiller, yine o meşum cinayet sonrasında yüzbinlerin sokaklara çıkıp “Hepimiz Ermeniyiz!” diye kendiliğinden bir kabarışı ortaya koymaları da çok önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Soykırım konusu geçmişe göre aydınlar, bilim insanları, demokrat ve devrimci çevrelerde çok daha derinlemesine ve yaygın biçimde tartışılabiliyor. Tarihle yüzleşme konusunda sivil toplum devletin belki onlarca yıl ilerisindedir. Yine de bunun bütünlüklü bir çözüme evrilebilmesi için daha çok yol kat edilmesi gerekiyor. Burada akılda tutulması gereken şey biz aslında 1915 Soykırımı’nı tartışırken, geçmişte kalan yaraları deşmiş; onlarla yeniden gündeme taşımış olmuyoruz, hayır; aslında bununla biz geleceği nasıl kurabilirizi tartışabilir. Bütün halkların, ulusların, kültürlerin yan yana oldukları; aralarında ezen-ezilen, azınlık-çoğunluk, yöneten-yönetilen ilişkisinin olmadığı çok kültürlü, çok uluslu, demokratik bir toplum nasıl olabilir onu tartışıyoruz. Çünkü bugün bulunduğumuz yeri anlamak ve ona doğru çözümler üretebilmek için geçtiğimiz süreçleri çok iyi kavramak zorunlu.

Soykırımların, sürgün, asimilasyon ve milli zulüm politikalarının olmadığı bir dünya özlemiyle, Halkın Günlüğü okurlarını selamlıyorum.

 Halkın Günlüğü Sayı 13

Önceki İçerikHalkın Günlüğü dergisi Nisan sayısı çıktı
Sonraki İçerik24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı Ve ‘’TC’’nin Kuruluşu