Taşın Muamması

Mezopotamya mitolojisinde Zülkarneyn ile Hızır arasındaki taş hikâyesi tarihe ve hayata ışık tutar. Günün birinde İsrafil Zülkarneyn’e bir taş verir: “Bunu al da kendini ölç” der. Ab-ı hayat peşinde zulmet ordusuyla savrula devrile, yakıp yıkarak dört bir yanı viran eyleyen Zülkarneyn, taşı elleriyle ölçer olmaz, uzuvlarıyla ölçer yine olmaz. Taşı taşla ölçmek Zülkarneyn’in en büyük açmazı olur. Zülkarneyn bitkin düşer, girdiği bütün savaşlarda mağlup düşen komutan denli yılgındır. Muktedir ve hâkim Zülkarneyn bir taşın muammasını çözemez. Bigâneliği yüzünden mekân tutan Zülkarneyn sütkardeşi Hızır’a koşar, bir çırpıda hikâyeyi anlatıp yardım diler. Hızır; yalınlığın göz kamaştırıcı ışığı ve suretidir. Terazinin bir kefesine taşı, diğerine bir avuç toprağı koyarak kefeleri denkleştirir. Şaşkınlıkla Zülkarneyn: “Taşın sırrı bu mu yani, bir avuç toprak mıymış ağırlığı” der. Taşın topraktan çıktığını idrak edemeyen Zülkarneyn’e: “Anlamıyor musun? Bu taş bir ağırlık değil, aramızdaki yakınlığın ve uzaklığın timsali, seni benimle beni seninle ölçen misalin ta kendisidir” izahatında bulunur.

Eskiden beri hamlıkta ısrar edenler, taşın muammasını bilmeyenler ziyadesiyle bulunuyor. Bu demde küplerindeki küllenmiş bilgileri hayatın yerine koyanlar demokratik devrim olmadan sosyalist devrim olmaz vasatlığını gösteriyorlar. Tarih ve felsefe burada taşın görevini görüyor, bizler ile onların arasındaki yakınlığın ve uzaklığın timsali. Yarı-sömürge kapitalist bir ülkede sosyalist devrimin demokratik devrimin tamamlanmayan görevlerini de kapsadığını kavrayamıyorlar. Aşılıp çözümlenmiş teorik ve pratik sorunsalları, mağlup orduların çaresizlik hışmıyla, vaveyla kopararak gündeme getirmeye çalışıyorlar. Tarih anlayışları ardışık, felsefi prizmaları felsefi idealizm olduğundan bir türlü eğriyi doğruyu kaldırtamıyorlar. Başkalarının imanıyla sofu olan zatı âlimlerimiz hamlıkta kavrula kavrula saflaşamıyorlar. Avrupai elitistlerin postuna bürünüp hariçten gazel okuyarak, Asyalı baldırı çıplakların kültürel seviyeleri ne ki sosyalist devrime soyunuyorlar imasından da geri durmuyorlar. Bu sofistike zatlar, Ortodoksit dukalar, Hallac-ı Mansur’u, Karmatileri, yarin yanağından gayri paylaşmak için her şeyi şiarıyla kılıç kuşanan ak libaslı Bedrettin yiğitlerini de bilmezler.

Tarih rasyonel hikâyecilikten ibaret değildir. Tek başına tarih hiçbir şey yapamaz. Tarihe yön veren tarihi yapan insanların maddi ve manevi faaliyetleri bütünlüğüdür. Taa vaktinde Hobbes “Eski kurumları yadsımak, yenilerini yerleştirmek ve onları da değiştirmek ve yeni bir anlaşmayla düzeltmek kudretli insanlara veriliyor” diyordu.

Marksizm’e sirayet eden pozitivist Ortodoksit anlayış; felsefeyi dikişli tarih ardışık veçheye büründürür. Bu yorum tarihi rasyonalize edip zorunluluklar ilişkisinin sonuçlarını akli sıralamalarla bağdaştırır. Ve Hegel’in çevrimsel haresine girer. Hegel, Batı Avrupa’nın paleolitik, mezozoik, köleci, feodal, kapitalist toplumsal zincirini evrensel boyuta taşıyıp tekmil kıta topraklarının eş halkları izlediklerini ve bütün halkların rasyonellikle dizayn edildiklerini düşünür. İdeanın arkhe olduğunu, ebetten beri var olup tarihsel süreçlerini izleyerek döngüsünü tamamladığını, her şeyin ideanın yansımaları olduğunu ya da insanın rasyonel tezahürleri olduğunu söylemeye eştir bu mantalite. Pozitivist anlayışa göre bu rasyonel tasarılar arasında evrimsel ardışık bağ bulunduğundan diyalektik sıçrama vuku bulmaz. Kölecilikten kapitalizme, feodalizmden sosyalizme sıçramalı geçişler vuku bulamaz. Oysa tarih aklımızın rasyonel tasarılarıyla değil, zorunluluklar diyalektiğiyle şekillenmiştir. Tarihsel döngüler, virajlar, çöküşler ve sıçramalar ne rasyonel tasarımlar sonucuydu ne de ‘öyle olmak zorunda değildi’nin izahatıydı. Ardışık tarih yazımı teologun ya da felsefi idealistin kaleminden dökülen hikâyeciliktir, kurgusaldır.

Tarih de felsefe de dikişsizdir, senkronize/ardışık değildir. Paleolitik sonlarına doğru primatların bir türü olan Homo-Neandertallerin soyu tükenirken Homo-Erectuslar varlığını sürdürüp mutasyona geçirdi. Neandertallerin tarih sahnesinden silinmesi rasyonel aklın silgisiyle gerçekleşmedi. Ya da Neandertallar yok olmak zorunda değildi de diyemeyiz. Tarih, şöyle olsaydı da böyle olurduyla değiştirilemez, açıklanamaz. Şöyle ya da böyle olamadığından, zaman ve mekân zorunluluklarıyla içkinlendiğinden öyle olmuştur.

Tarihin ardışıksızlığına sayısız örnek verilebilinir: M.Ö. 10 bin civarında Mezopotamya’nın Verimli Hilal bölgesinde Sümerler Neolitik’i yaşayıp doğal tarımdan sulamalı tarıma geçtiklerinde Avrupa Mezolitik’i M.Ö. 3 bin yıllarında yaşayacaktı… Anadolu’da Hititler’e yazıyı Akadlar taşıdı, Hititler yazının uzun kuluçka evresini yaşamadı. Asya Çin’inde köleci üretim tarzı görülmedi. Afrika, özellikle Güney Afrika feodalizmle tanışmadı. Amerika yerlileri köleci ve feodal üretim tarzını yaşamadılar, kölelik sergilemelerini plantasyonlarda kapitalizmle iç içe geçerek yaşandı.

Lenin uzun dönem genç Marks’ın etkisindeydi. “Kutsal Aile” eserinin sınırlarındaydı. Lenin, diyalektik materyalizmde pozitivist yorumlayışa tekabül eden politik görüşler taşıyordu. Lenin’de Rus devrimi dikişli olup Rusya’nın burjuva demokratik devrimi tamamlamadığını, üretici güçlerin gelişiminin sosyalist devrime nesnel zemin sunmadığını, derin feodal kalıntılar taşıdığından Rusya’nın geri bir ülke olduğunu belirtiyor ve sonrasında aşacağı görüşlerini özetliyordu: “Bu diktatörlük, devrimci gelişme sürecinin bir dizi ara aşamasından geçmeden kapitalizmin temellerine dokunamaz”, “Gelişmekte olan demokratik devrimin burjuva niteliğini ancak kara cahiller kaçırabilir”… Paris Komünü’nü değerlendirirken Lenin yenilginin sebepleri arasına, demokratik devrim ile sosyalist devrim öğelerini ayırt etmeyi bilmemesini de ekliyordu.

Lenin’in bu yaklaşımı, diyalektik materyalizmi bir yönüyle ekonomik indirgemeciliğe ve tarihsel sıralamaya dönük yorumlayışıydı. Felsefe ve özellikle Hegel diyalektiğini okumaya dönen Lenin, nesnel olanın öznel olana yansımasının kaba ekonomik indirgemeciğinin soyut ve tarih yasalarını belirlemelerini sorgulamanın yoluna düşer. Okumaları ışığında “Felsefe Defterleri” eseriyle düşünsel değişim kulvarını açar. Diyalektiğin tek temel yasasının çelişki olduğunu vurgulayarak: “Diyalektik, insan aklının, karşıtların neden ölü ve taşlaşmış olarak değil de canlı koşullara bağlı, devingen, birbirine dönüşür olarak kavranması gerektiğini gösteren teoridir” açıklamasıyla nesnelerin tek yanlı, birbirinden kopuk, soyut ve çarpıtılmış biçimde ele alınamayacağını vurgular. “Her yasa sınırlıdır, tamamlanmamıştır, yaklaşıktır” perspektifiyle Marksizm’in devrimci özünü açığa çıkartıp, fizik bilimi ve tarihsel-toplumsal gelişmelerle değişimler yaşayarak yeni nitelikler kazanacağını, diyalektik hareketin “azalma ya da artma anlamındaki evrimci gelişme ölüdür, kuraktır” diyalektik hareket çekişir kutupların birliği anlamında sıçrayıcı, süreklilik içinde keskin koğuşları, eskinin yadsıması olduğunu ve nesnel olanla öznel olanın arasında soyut, katı ve gevşetilmemiş ilişki olmadığını, karşıtların birbirini çok yönlü etkilediğini ortaya koyuyordu.

Lenin’de fikirsel hareketin değişimi politik programatik çizgisinde yansımasını buluyordu. Şubat 1917 Devrimi olmuş, devrimci demokrasinin ikili yönetimi iş başına gelmiş, Çarlık yıkılmış, demokratik cumhuriyet kurulmuştu. Bu politik iklimde Rusya’ya dönen Lenin, 3 Nisan 1917’de Finlandiya Tren İstasyonu’nda büyük bir coşkuyla karşılandı. Kendisini bekleyen Menşevikleri ve Bolşevikleri derinden sarsacak görüşlerini burada deklare etti. Sonrasında “Nisan Tezleri” olarak yayınlanacak bu görüşleri “çılgınca”, “saçma sapan” bulundu. Yalnız Menşevikler değil, Bolşevikler de Lenin’e karşı çıkıyorlardı. Menşevik ve Bolşevikleri birleştiren ilke aynıydı: “Rus devrimi ancak bir burjuva devrimi olabilir. Rusya sosyalist devrimin gerektiği olgunluğa erişememiştir.” Ağız birliği yapan Menşeviklerle Bolşeviklerin kopardığı gürültüde Lenin’in tezleri yerden yere vuruluyordu. Peterograd Komitesi 3 Nisan günü, Lenin’in tezlerini 13 aleyhte 2 lehte ve 1 çekimser oyla reddetti. Kendisinin de dahil olmak üzere Bolşevik yoldaşlarının devrim öncesi Ortodoksit görüşlerine meydan okuyan Lenin, süreçle karşı çıkanları ikna etti ve 1917 Ekim’inde Sosyalist Devrim gerçekleşti.

Lenin kendisini eleştirenleri o dönem şöyle betimliyordu: “Evet, hepsi Marksist olduklarını söylüyorlar, kuşkusuz bu bir ölçüye kadar doğru ama onlar Marksizm’i mümkün olan en bilgeç biçimde ele alıyorlar. Marksizm’in özünü yani onun devrimci diyalektiğini hiç anlamıyorlar.”

Bu pozitivist ardışık tarih zihniyeti sosyalist güçlerde, UKH’de hala baskındır ve sosyalizme yürüyüş ile sosyalizmin içeriği önceden birebir kiplerle doldurulup çerçevelenir. Geleceği çok önceden birebir tayin etmenin medyumvariliği, hayatın değişen ve biteviye yer değiştiren öznelerinin devinim diyalektiğini iyi kavramamakta, felsefi idealizmden kopamamaktadır. Lenin gelecek mühendisliğinin bu formuna karşı çıkıyordu: “İnsanlık bu yüce hedefe giden yolda hangi aşamalardan geçmek, bunun için hangi pratik önlemleri almak zorunda kalacak bunu bilmiyoruz ve bilemeyiz. Fakat sosyalizmin ölü, donuk, değişmez bir şey olduğu yolundaki alışılmış burjuva düşüncesinin ne kadar büyük bir yalan olduğu”nu ortaya koyarak projektör tutuyordu.

Önceki İçerikKADIN
Sonraki İçerikDüşürülen Rusya uçağı ve derinleşen emperyalist dalaşta “yeni” çatışma