“Tedavi edip de yaşatalım mı?”

Devletin tüm kurumları ile militarist bir yapıda politize olduğu koşullarda, muhaliflerine karşı tarafsız bir siyaset izlemesini beklemek saflık ve iyi niyetten daha ziyade sadece duyarsızlıkla açıklanabilir. Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Hapishaneler sorunu tutsakların mücadelesi ile aşılamayacak kadar kapsamlı ve büyüktür. Merkezi ve sistemli bir devlet politikasıdır. Böylesi bir imha politikası da ancak merkezi, geniş katılımlı ve istikrarlı bir mücadele ile geriletilebilir

HABER MERKEZİ (09.11.2015)- Gazetemizin 110.Sayısında yayınlanan ‘’ tedavi edip de yaşatalım mı?’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

 17 yaşındaki bir çocuk nasıl asılır? Bu soru karşısında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın başındaki Kenan Evren’in tepkisi hiç de şaşırtıcı olmaz. 17 yaşında astırdığı devrimci Erdal Eren için söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözüyle tanınan Evren’in buna benzer pek çok sözü 12 Eylül darbesinin niteliğini özetler nitelikte.

O sözün devamcılarının günümüzde hasta tutsaklar konusunda Kenan Evren’den pek aşağı kalır yanı yok. Keza o söz günümüzde “Tedavi edip de yaşatalım mı?” şekline bürünmüştür. Hasta tutsaklara yönelik devletin uyguladığı tüm politikalar bu sözü doğrular niteliktedir.

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş Albert Camus. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın bugünkü halini görmüş olsa muhtemelen “orası bir ülke değil mezarlık” diyecekti. Miting meydanları, inşaat sahaları, tarla yolunda işçiler, dağlar ve hapishaneler yangın yeridir bu ülkede.

Hüseyin Dinç katledildi

Bu yangının sönmediği yerlerden biri de hapishanelerdir. Ekim aynın 15’inde Kandıra Hapishanesi’nde kalan  MKP dava tutsağı Hüseyin Dinç’in ölüm haberi ile faşizmin kanlı yüzü bir kez daha tüm çıplaklığıyla göründü. Xalo 1993 yılından beri hapishanedeydi. 24 yıl boyunca iki ölüm orucu, onlarca süresiz açlık grevi, katliam ve katliam girişimi görmüştü hapishanelerde. Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesinde, siyasi tutsaklar için hapishaneler egemenlerin zamana yayılmış bir katletme makinesi olmuştu hep. Hani Nazım “İçerde on yıl on beş yıl/daha da fazlası hatta/geçirilmez değil/yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” diyordu ya, Xalo’nun yaşama sevinci de sadece onu değil hapishane kitlesini de ayakta tutardı. Yaşamın örgütlenmesi en güç alanı, tüketimdir. İnsan bencilliği en çok orda kendini ortaya koyar çünkü. Kendi dünyasına hapsolan bireyin yegâne kavgası günlük ihtiyaçlar olur hiç fark etmeden ve yaşam ona taşınması ağır bir yük oluverir. Xalo yoldaşlarının Komüncüsüydü uzun yıllar boyunca. Halkçı kişiliği ile politik söylemlere gerek duymadan doğalında en sorunlu kişiliklerle bile hareket tarzının zeminini yaratabiliyordu. Hapishanelerde bazı siyasetler gereksiz bürokrasi ile bileşenlerini aşırı bunaltabilmekteydi. Xalo onlar için çoğu zaman sığınılacak bir limandı. Aralarında önceden belirledikleri ‘şifrelerle’ Babuko yapılan günlerde tüm siyasetlerden Dersimlileri bir şekilde haberdar ederdi.

19 Aralık Katliamı sonrasında F tiplerine geçilmesi ile faşizm tarafından tüm tutsakların yaşam koşulları, onları öldürme öldüremediklerini de çıldırtma şeklinde yeniden dizayn ediliyordu. Türk devlet geleneği Osmanlı’dan miras hapishanecilik anlayışını hâkim kılmakta ısrarcıydı. En genel tanımıyla hapis ‘cezası’ bir bireyin seyahat özgürlüğünün kısıtlanması iken Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishaneleri tutsakları sağlık, eğitim, beslenme, iletişim haklarından da mahrum ederek ikinci kez ‘cezalandırma’ peşindeydi. İHD’nin 2015 Mayıs ayında açıkladığı hapishaneler raporuna göre 282 ağır olmak üzere 721 tutsak hapishane şartlarında yaşamına devam edemeyecek kadar hasta durumda. Xalo da bu durumda olan tutsaklardan biriydi. Daha önce bir kez kalp krizi geçirmiş olmasına karşın tedavisi yapılması bir yana tek eli olmadığı ve kişisel ihtiyaçlarını görmede zorlandığı halde 8 metrekarelik hücrede günde 3 saat tek başına havalandırmaya çıkarak yaşayabileceği uygun görülmüştü. Arkadaşlarının ona bakmak için aynı hücrede kalma talepleri de idare tarafından engellenmişti. Bir insanın öldürmenin tek yolu darağacı kurup onu asmak değildir. 12 Eylülcülerin “Asmayalım da besleyelim mi?” zihniyeti bugün ‘Asmayalım ama beslemeyelim de’ olarak devam etmektedir. Bu sistematik bir yok etme politikasıdır.

Tutsaklara çektirilen başka bir eziyet şekli de F Tipi Hapishanelerin dışındaki hapishanelerin tıka basa doldurulmasıdır. 2015 yılı itibariyle 355 hapishanede 164,461 insan, tutuklu ya da hükümlü olarak bulunmaktadır. Bu 355 hapishanenin toplam kapasitesi ise 163,129 kişidir. Yani hapishanelerde bulunan insan sayısı kapasitenin üzerindedir. Kapasite sorunu meselenin sadece bir yönüdür. 2000 yılından bugüne aşağıdaki verilerde de görüleceği üzere hapse atılan insan sayısı neredeyse dört katı artmıştır.

Yıl – Hükümlü ve Tutuklu Sayısı:
1999 – 67.581, 2000 – 49.512, 2001 – 55.609, 2002 – 59.429, 2003 – 64.296, 2004 – 57.930, 2005 – 55.870, 2006 – 70.277, 2007 – 90.837, 2008 – 103.235, 2009 – 116.340, 2010 – 120.814, 2011 – 128.604, 2012 – 136.020, 2013 – 145.478, 2014 – 158.837, 2015 – 164.461.

AKP iktidarı ekonomik ve siyasi istikrarsızlığını  güvenlik devletine dönüşerek aşma çabasındadır. 13 yıllık iktidarı zarfında toplamda 2501 tutsak yeterli sağlık hizmeti sağlanamadığı için 462 tutsak ise intihar ederek hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. Yıllara bölündüğünde her yıl 250 insan sağ ve sağlıklı girdiği hapishaneden tabut içinde çıkıyor. Normal bir ülkede bu durumun hiçbir kabul edilebilirliği olamaz. Günlük üç öğün beslenme için adalet bakanlığının hapishanelere gönderdiği kişi başı iaşe bedeli sadece 5 TL’dir. Ailelerin dışarıdan yiyecek getirmeleri de kesinlikle yasaktır. 5 TL ile ülkedeki gıda fiyatları düşünüldüğünde bırakın üç öğün bir öğün bile karnınızı doyurmanız mümkün değildir. Hapishane idareleri bu durumu yetersiz, kalitesiz ve besin değeri düşük gıdaları mahkûmlara vererek yaşama geçirmektedir. Bu konuda yapılan başvurular ise ‘personelde aynı yemeği yiyor’ gibi saçma bir şekilde cevaplanmaktadır. Herhangi bir izolasyonu olmayan ve yüksek duvarları ile çok az güneş gören ve nadiren kaloriferleri yanan hapishanelerde ısınma ise neredeyse imkânsız olmasına karşın, ısınma için size verilen sadece iki kalitesiz battaniyedir. Keza haftada bir kez ve bir saat olarak verilen sıcak su ile gerekli kişisel temizliğin sağlanamayacağı çok açıktır.

Kapsamlı saldırılar ancak merkezi ve istikrarlı bir mücadeleyle geriletebilinir

Devlet hapishanelerdeki siyasi mahkûmları toplumsal muhalefete bir gözdağı verme aracı olarak görmektedir. Tutsakların gayrı insanı yaşam koşulları üzerinden muhaliflere ‘bana karşı çıkanın sonu budur’ mesajı veriliyor. Devrimci ve yurtsever tutsaklar Terörle Mücadele Kanunu adı verilen ‘özel’ yasalarla yargılanıp F Tipi Hapishanelerde ve daha ağır cezalara çarptırılırken, hapishane idarelerince keyfi olarak verilen üç ihtar sonrasında infazları yakılarak şartlı tahliye hakları da gasp edilebilmektedir. Türkü söylemek, slogan atmak, 1 Mayıs kutlamak gibi gerekçelerle disiplin cezası alan yüzlerce tutsak bulunmaktadır. Savcıların takdir yetkisi, 5275 sayılı kanunun 16/6 bendi ve Adalet Bakanlığı’nın 167 No’lu genelgesi vb. esnek-ucu açık yasalar ve uygulamalarla ‘güvenlik gerekçesi’ var denilerek sürgün, hücre cezası, iletişim yasağı, kişisel üretimlere el koyma, toplu görüşme hakkının gaspı gibi pek çok saldırı yaşama geçirilebilmektedir. İleri düzeyde sağlık sorunu yaşayan tutsakların Adli Tıp sevki için savcılığa yapılan başvuruların Adli Tıp’a gitmesi aylar almakta, Adli Tıp sürecinin heyete çıkma aşamasına gelmesi ise yılları bulabilmektedir. Şakran ve Pozantı Hapishanelerinde yaşanan tecavüz ve vahşetin basına yansıması sonrası görevli personelin değil de haberi yapan basın mensuplarının cezalandırılması isle devletin hapishaneler politikasını anlamak için yeterlidir.

Hapishanelerin durumu ülkenin genel durumundan hiçbir zaman bağımsız olmamıştır. Halkın en ilerini ve aydın kesimini temsil eden devrimciler halka yönelik saldırıların ilk hedefi olmuşlardır her zaman. Ortadoğu’nun yeniden dizaynı süreci öncesinde ve AKP emperyalist projesinin yaşama geçirilmesi arifesinde egemenlerin ilk icraatı; 2000 yılında hapishanelere saldırmak, F tiplerini büyük bir katliamla yaşama geçirmek olmuştu. Devrimcileri teslim alarak kendilerine dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyorlardı. Devrimci irade bu yönelimi tutsakların cansipârâne direngenliği ile boşa çıkardı ve çıkarmaktadır. Fakat hapishanelerdeki tutsakların yaşam koşulları esasen toplumun yaşam koşullarıyla eşgüdümlüdür. Yeniden ayağa kalkmak için en doğru saha düştüğümüz yerdir. Hapishanelerdeki baskı anlayışı, ölüm sınırına gelen ya da yaşamını yitiren tutsaklarla birlikte kısa süreli gündeme alınarak aşılamaz. Devrimci ve demokratik kurumların hapishaneleri denetleme hakkına kavuşması bu noktada atılması gereken ilk ve en önemli adım olacaktır. TTB, İHD ve Barolar başta olmak üzere demokratik kurumların yasal denetçi statüsüne kavuşturulması mücadelesi kesintisiz bir şekilde yürütülmelidir. Devletin tüm kurumları ile militarist bir yapıda politize olduğu koşullarda, muhaliflerine karşı tarafsız bir siyaset izlemesini beklemek saflık ve iyi niyetten daha ziyade sadece duyarsızlıkla açıklanabilir. Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Hapishaneler sorunu tutsakların mücadelesi ile aşılamayacak kadar kapsamlı ve büyüktür. Merkezi ve sistemli bir devlet politikasıdır. Böylesi bir imha politikası da ancak merkezi, geniş katılımlı ve istikrarlı bir mücadele ile geriletilebilir.

 

Önceki İçerikSilvan’da katliama devam; 1 kişi hayatını kaybetti
Sonraki İçerikHer gerici süreç devrimci mücadeleyi geliştirme vesilesidir