“TC” egemenler sisteminde her geçen gün daha büyük çatlaklar oluştukça, sorunlar kat be kat artıyor ve gündemler hızla değişiyor. Öyle ki değişen gündemlere ayak uydurmak neredeyse deveye hendek atlatmaktan daha zor bir hal alıyor. Yönetenlerin yönetememe hali, yönetilenlerin her geçen gün biraz daha yönetilemez duruma gelişi, hakim sınıflar iktidarı faşist AKP-MHP kliğini şaşkına çevirmiş, iktidarlarını koruyabilmek için yalanlar, hileler ve algı operasyonlarıyla sürekli gündemi değiştirme çabaları içine girmişlerdir.

İktidardaki faşist klik, bir yandan ırkçı, dini ve milliyetçi söylemlerle halkı kandırmanın yollarını ararken, bir yandan da estirilen devlet terörüyle gelişmekte olan kitle hareketlerinin önünü almaya çalışmaktadır. Diğer burjuva klik ise (Millet İttifakı) yönetilemeyenlerin öfkesini pasifize etmenin, gelişebilecek isyan dalgasının önüne geçmenin gayreti içindedir. İktidarıyla, muhalefetiyle egemen sınıflar, bir yandan birbirleriyle dalaşırken, bir yandan da kendi sınıf çıkarları uğruna halka olan düşmanlıkları doğrultusunda aynı değirmene su taşımaktadırlar.

Faşist AKP – MHP iktidarı, var olan bazı burjuva yasal engelleri de ortadan kaldırarak, tekçi iktidarını “garanti” altına almanın çalışması içindedir. İşte en son çıkarttıkları yeni “seçim kanunu” bu amaçlıdır. Oysa denilir ki, burjuva devlet sisteminde bile, yasalar “kamu yararına” yapılır. Ama biz biliyoruz ki, burjuvazi her durumda yasaları mutlaka kendi iktisadi-siyasal ihtiyaçları için hazırlar, kamu yararını gözetmez. Hele de faşist diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde kamu yararına yapılabilecek bir şeyler aramak, şapkadan tavşan çıkartmak gibi bir şeydir.

Yeni çıkartılmak istenen “seçim yasası”, genel anlamda tüm sermaye kesimlerinin yararına olmaktan çok, sadece iktidardakilerin, önce MHP’nin, özel olarak da AKP’den ziyade Erdoğan diktatörünün yararına çıkartılmak istenmektedir. Tüm yapılan anketlerde MHP’nin %10’un altında kaldığı gerçekliği karşısında, ne yapıp edip faşist iktidar için stratejik konumda olan MHP gibi ırkçı bir partiyi el altında tutmak, parlamento dışı kalmasına meydan vermemek gerekmektedir. Bu yüzden de seçim barajını %7’ye indirmek sadece MHP’nin lehine bir operasyondur. Yukarısı, MHP için tehlike, daha aşağısı ise oy oranı daha düşük olan partiler için avantaj olacağı varsayımıyla hazırlanmış bir yasadır. Bu, MHP’nin lehine, MHP’ye uzanmış el iken, oy oranı daha düşük olanların canı cehenneme anlamına gelmektedir. Yani %7 barajı tamamen MHP’nin durumunu kotarmaya yöneliktir.

Yasanın diğer önemli başlığı ise doğrudan doğruya Erdoğan’ın lehine olarak düşünülmüştür. Normalde bakanlar, başbakanlar ve mevcut durumda partili cumhurbaşkanı da dahil seçim satında devletin hiçbir olanağından yararlanamazlar anlayışı mevcutken, Erdoğan özel olarak bunun dışında tutulmuştur. Yani Erdoğan seçim propagandalarında devletin olanaklarını sınırsız kullanabilecektir. Kuşkusuz bu bir ölçüde AKP’nin de işine yarayacaktır. Çünkü “örtülü ödenek” ten Erdoğan’ın kullanacağı paranın hesabını kimsenin sorma yetkisi yoktur. Durum böyle olmakla birlikte, esas olarak AKP, Erdoğan’ın umurunda bile değildir. O, esas olarak kendi koltuğunu düşünmekte, en azından bir dönem daha o koltukta oturmanın gayreti içindedir.

Ama bu da pek mümkün görülmemektedir. Kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. %50 + 1 artık koca bir hayalden başka bir şey değildir. AKP + MHP %30’ların altında seyrediyor. Parlamento seçimleri için Erdoğan bunun farkında. Fakat cumhurbaşkanlığı için hala “umudunu” koruduğu anlaşılıyor. Gerçi henüz cumhurbaşkanlığı adaylığını da resmen açıklamış değil. Buradan da umudunu keserse aday bile olmayabilir. Bu durum bir açık kapı politikası gibi duruyor. Yani durumun tamamen aleyhine döndüğü anlaşıldığında, işi kapalı kapılar arkasında pazarlıklara götüreceği varsayımı hiç de anlaşılmaz değildir. Resmi olarak cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamamasının arkasında neden pekala bu olabilir.

Çıkartılmak istenen bu yasadaki bir diğer önemli nokta ise, Yüksek Seçim Kurulu adına il ve ilçelerde yetkili hakim meselesidir. Daha önce bu göreve, o alanda bulunan en yaşlı ve yetkili hakim getirilirdi. Şimdi yetkili hakimin görevlendirilmesi kura ile belirlenecek. Bir yolu bulunup Erdoğan diktatörüne bağlı hakimlerin görev başına getirilmesi demektir bu. Bu da seçim hilelerine dair yapılacak birçok itirazın daha başından reddi anlamını taşır. Yani Erdoğan diyor ki “ben her türlü hileyi yapacağım ve sizin itirazlarınızı da yok sayacağım” Bu da hileye hukuksal güvenceye almaktır.

Zam, zulüm, yoksulluğa karşı kitlelerin öfkesi kabarıyor!

Kuşkusuz bunlar halkın öz iradesi bakımından önemli sorunlar, ancak daha da önemlisi, iktidarın halka yönelik yönelttiği dizginsiz saldırılarıdır ki, burada sermayenin çıkarları için sınır tanımamaktadır. Örneğin, sömürüyü katmerleştirmekte, zam üstüne zam yapmakta, adaletsizliği pervasızlaştırmakta, yoksulluğu, açlıkla “terbiye” etmekte hiçbir sınır tanımıyor bu faşist iktidar. Onun felsefesinde, “hak yok, itaat ve vazife var”. Köhnemiş bu düşünce geniş halk yığınlarına dayatılmaktadır. Bir anlık sosyalist düşünce tarzımızı bir kenara koyalım ve kitlelerin kanı canı pahasına kazandıkları en demokratik pencereden bakıldığında her burjuva devletin yasalarında şunu görürüz; devletin, halktan nasıl istemleri varsa, halkın da devletten, haklarının ve can güvenliklerinin korunması, eğitim, sağlık, fırsat eşitliği vb. taleplerinin olması en demokratik haklarıdır. Ve bunlar kazanılmış demokratik haklardır. Ama faşist iktidar, bütün bunları yok saymakta, sadece itaat edilmesini istemektedir. Yeri geldiğinde de “birey devlet için değil, devlet vatandaşı için vardır” yalanını dillerinden düşürmemektedirler.

Halkı soyup soğana çevirenler, sofralarında kuş sütü eksik etmeyenlerin, halkı düşünebileceklerini hayal bile etmek lükstür. Onlar halkı değil, kendilerini, kendi sınıf kardeşlerini düşünürler ancak. Ne diyor yeni Maliye Bakanı Nurettin Nebati; “Bir probleminiz mi var? Rahat olun. Bize hemen ulaşın. Bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda Cumhurbaşkanımız var. Rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz.” Kime diyor, herhalde yoksul halka değil. Kan emici kapitalist vampirlere. Çok açık bir şekilde devletin bakanı, savunusunu yaptığı burjuva hukuku tanımamazlığı hüner sayarak, her şeyin cumhurbaşkanı denen tek adam diktatörünün iki dudağı arasında olduğunu utanmadan itiraf ediyor.

Açlığın, yoksullukla “terbiye” edildiği bir ülkede yaşıyoruz. AKP- MHP faşist iktidarı, yoksulluğu ve açlığı en azından asgari bir düzeye indirmeyi değil, daha da yükseltmeyi, yoksullaştırdığı kitleleri ufak ufak “yardım”larla kendisine mahkum etme politikalarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. Örneğin, elektrik yardımı alan aile sayısı, 2019 yılında 1. 343. 109 iken, 2021 yılında bu sayı 1. 801. 835 olmuş durumda. Neredeyse 2 milyon aile, en kötü ihtimalle 5 milyon oy eder. Ama artık bu küçük “yardım”ların da hiçbir önemi kalmadı. Çünkü her sabah uyanıldığında elektriğe, doğal gaza yapılan fahiş zamlarla karşı karşıya gelmektedir halk.

Bu durum karşısında yapılan “yardım”ların devede kulak bile olmadığı gerçeğiyle yüzleşmektedir halkımız. Daha da önemlisi, bu yardımları babasının hayrına vermediği, sonuçta kendilerinden toplanan vergilerden kesilerek verildiğinin de farkındadır artık. Halkı, kendilerine bağımlı kılmak için minik yardımlar yaparlarken, kendi yandaşları tefeci tüccarlara, üstelik milyarlarca geliri olanların vergi borçları silinmektedir. Örneğin; KOLİN 36 kez, CENGİZ 30 kez, MAKYOL 24 kez, LİMAK 19 kez, KALYON 19 kez. Sanki ihtiyaçları varmış gibi, her seferinde milyonlarca TL vergi borçları affediliyor bu şirketlerin. Çünkü bunlar sarayın ortaklarıdır da ondan.

Genel olarak devlet yardımına muhtaç olanların sayısı, 2021 yılında 11 milyon 370 bin kişi olarak belirlenmekte. Ki bu da resmi rakam. Gerçek bir araştırma yapılsa belki de bu sayı iki katına çıkacaktır. Yine enflasyon resmi rakamlara göre %54,58. TÜİK rakamlarına artık en sıradan insan bile güvenmemektedir. Halk düşmanı bu iktidar enflasyonu düşük gösterecek ki, asgari ücrete yapılacak zam da düşük tutulabilsin. Oysa burjuva ekonomisini bilen, “faiz sebep, enflasyon sonuç” demeyen ekonomistlere göre, bugün enflasyon oranı %130’larda seyrediyor.

Zam, zulüm, açlık, yoksulluk vs. derken kitlelerin öfkesi de her geçen gün büyüdükçe büyüyor. Son dönemde Türkiye- K. Kürdistan’da, işçi sınıfı eylemlerinde ciddi bir yükseliş var. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun verilerine göre 2022’nin Ocak- Şubat ayları içinde, Türkiye- K. Kürdistan’ın çeşitli kentlerinde toplam 108 grev oldu. Bunların dördü kamu da 104’ü ise özel sektörde yaşandı. Bu grevlerin 54’ü tümüyle işçilerin kendi insiyatifi ile 26’sının ise bağımsız sendikaların desteği ile gerçekleşen grevlerdir. Bundan önce Türkiye- K. Kürdistan genelinde bir yılda ortalama 97 fiili grev yaşandığını belirten, Sosyal Politikalar ve Emek Hareketleri üzerine çalışmalar yürüten Dr. Alpkan Birelme, bu yıl ise daha ilk iki ayda bu sayının aşılmış durumda olduğunu belirtiyor.

Bu, kesinlikle bir tesadüf değildir. Yukarıda belirttiğimiz artan enflasyon, açlık ve yoksulluk, düşük asgari ücret, peş peşe gelen zamlar ve özellikle, Trendyol, Migros gibi grevlerde işçilerin bir kısım kazanımlar elde etmesi ve bunun yarattığı moral ve motivasyon gibi etmenlerden kaynaklanmaktadır. Kendiliğinden gibi görünen bu işçi grevlerinde (önemli bir bölümü böyle de olsa) politik bir muhtevanın var olduğunu görmek gerekir. İster kendiliğinden ister politik muhtevalı olsun, işçi sınıfının bu yekinmeyle kendi sınıfının partisinden önderlik talep ettiği de başka bir gerçeklik oluyor.

Gençlik, doğru politikalarla sınıfın yanında saf tutmaya hazırdır

Türkiye – K. Kürdistan coğrafyasında isyan bayrağı açan elbette ki sadece işçi sınıfı değil. Mevcut tek adam diktatörlüğünün zulmü altında yaşamları cehenneme çevrilmiş, başta kadınlar ve gençler olmak üzere, toplumun küçük bir azınlığı dışında herkes, her kesim barut fıçısı gibidir. Pimi çekilmiş bomba misali her an patlamaya hazır konumdadır. Eğer toplumsal gelişmeleri birazcık izliyor ve balık hafızalı değilsek, Erdoğan’ın 2020 yılı üniversite sınavları öncesi “dindar ve kindar” gençlerle gerçekleştirdiği bir yayından sonra, sosyal medyada yüzbinlerce genç tarafından protesto edilmişti. Gençliğin bu çıkışı, Erdoğan’ı şaşkına çevirirken, diğer burjuva siyasetçilerinin de iştahını kabartmıştı.

O dönem yaklaşık 4, şimdi ise 7 milyon genç ilk defa oy kullanacak ve seçimlerde belirleyici rol oynayacaklar. Bu yüzden Erdoğan gönlünde yatan “dindar ve kindar” sözcüğünü bir daha neredeyse hiç kullanmadı. Çünkü, bir avuç muhafazakar genç dışında, genel olarak gençlik bu yoz ve köleleştirici ideolojiye yanaşmadı. Belki olması gerektiği kadar sokağı kullanmadı ama sosyal medya üzerinden inanılmaz derecede sesini duyurmayı, kamuoyunun gündemine oturmayı başardı. Yer yer yapılan fiili protestoların odağına Boğaziçi protestoları oturdu ki hala yaklaşık iki yıldır aralıksız devam ediyor. Hakim sınıflar ve onların borazanı durumundaki medyaları gençliği oy deposu olarak görürken, bizim sormamız gereken soru veya gençliğe yaklaşımımız, gençliğin, özgürlükçü ve eşitlikçi bir gelecek için hangi sınıfın saflarında saf tutacakları sorusunun sorulmasıdır.

Yapılan araştırma ve istatistiklere göre 3 milyon 150 bin genç işsiz. Üniversite mezunu gençlerin önemli bir kesimi kendi mesleklerinde iş bulamamakta, en sıradan işlerde (o da bulabilirse) çalışmaktadırlar. Sadece üniversiteliler değil, her kesimden gençler güvencesiz ve ağır yaşam koşulları altında yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Büyük bir kesimi geleceğini, ülke dışında, özellikle batılı kapitalist- emperyalist ülkelerde aramaktadırlar. Genç nüfusun önemli bir kesimi ekonomik, politik, sosyal ve kültürel baskılardan ötürü psikolojik sorunlarla karşı karşıya. Kürt gençleri, farklı inanca mensup gençler ve LGBTİ+ gençler doğrudan doğruya “potansiyel suçlu” lar olarak görülmekteler. Kısacası genel olarak gençlerin bu sistemden ve sistem partilerinden zerrece beklentileri yok.

Görev proletarya partisine, devrimcilere düşmektedir. Devrimin en dinamik güçlerinden biri olan toplumun her kesiminden gençlik, doğru bir yönlendirmeyle, onların ihtiyaçlarına cevap olacak politikalarla sınıfın yanında saf tutmaya hazır konumdadır. Bu sadece ülkemiz açısından değil, dünya genelinde de böyledir. Bugün çeşitli sosyal, ekonomik ve politik haklar için on binlerle meydanları dolduranların dörtte üçü gençlerden oluşmaktadır. Dediğimiz gibi, doğru politik önderlikle, 68 gençlik hareketinin bir benzerinin dünyayı sarıp sarmalaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.

Kadınlar son yıllarda toplumsal mücadelenin en dinamik kesimini oluşturuyorlar

Kadınlar son birkaç yıldır toplumun en hareketli, dinamik kesimini oluşturuyorlar. Kadın hareketleri esasta kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve kadın katliamı üzerinden tepkilerini, protestolarını dillendirirken ve öfkelerini korkusuzca meydanlara taşırken, son süreçte eylemlerin politik yönleri de ortaya çıkmaya başladı. Kadın hareketinin gündemine aldığı ve her geçen gün hayata dokunur hale geldiği grev çağrıları, ekonomik, demokratik ve sosyal taleplerin yanı sıra politik bir muhteva da taşımaktadır. Bir gece vakti, tek bir adamın talimatıyla İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, kadının sisteme olan kinini bilemeye vesile olmuştur. Yani demokratik taleplerle hareketi sistem içine hapsedenlerin yanı sıra, sistemle hesaplaşmayı gündemlerine alan kadın örgütleri de seslerini yükseltmeye başladılar.

Öyle veya böyle, kadın hareketleri, tıpkı toplumun ezilen, horlanan, sömürülen diğer tüm kesimleri gibi devrim cephesinin önemli bir kolu, önemli bir gücüdürler. Burada da komünist kadın örgütleri ve proletarya partisinin oynayacakları rol büyük bir önem taşımaktadır. Elbette ki ikinci sınıf insan yerine konulan kadının ekonomik, demokratik ve sosyal hakları için mücadele etmesi kadar doğal bir şey yoktur. Biz komünistler bu mücadelenin öznesi olmakla birlikte, mücadelenin burayla sınırlı kalmaması, kadın hareketinin, sosyalizm merkezli bir mücadeleyle bütünleşmesinden yanayız. Çünkü kadının gerçek manada kurtuluşu bununla mümkün olacaktır.

En büyük rol devrimci, demokratik muhalefete düşüyor

Makalemizin başında da belirttiğimiz gibi, ülkemizdeki gelişmelerin hızına gerçekten yetişmek neredeyse mümkün değil. Ve her bir gelişme başlı başına uzun uzun analizler gerektiren konular niteliğinde. Peş peşe yağmur gibi yağdırılan zamları ele alsak, iktidarın ekonomik politikalarını tepeden tırnağa irdelemek gerekir. Sağlık emekçilerinin son günlerdeki grev ve protestoları için ayrı bir dosya açıp, süreci baştan sona irdelemek gerekir. Veya çiftçilerin ve tarım işçilerinin durumunu tartışacaksak ve bir analiz yapacaksak eğer, iktidarın tarım politikasını bütün boyutlarıyla irdelemekle doğru bir sonuca varabilir ve sağlam bir analiz yapma şansına kavuşabiliriz. Veya yuvarlak masa etrafında toplanan altı “Millet İttifakı” partilerinin sözde “demokratik” vaatlerinin içyüzünü detaylarıyla anlatmak, sayfalarca analizi, politik yaklaşımı gerektirir. Bunlar ve benzeri pek çok meseleyi bir makale içinde ele alıp analizini yapmak mümkün değil.

Ülkedeki politik ortam, henüz günü belirlenmemiş olan seçim atmosferine kilitlenmiş durumda. “TC” egemenler sistemi gerici sınıf klikleri arasında kıyasıya bir iktidar olmak dalaşı bütün hızıyla sürüyor. Kitleleri açlığa, yoksulluğa mahkûm eden faşist iktidar, kaybedeceğinin telaşı içine girmiş durumdadır. Kitlelere reel anlamda verebilecek hiçbir şeyi kalmayan iktidar, başta devlet terörü ile korkutma ve sindirme politikalarının yanı sıra, olası bazı önlemler de alacak gibi görünüyor. Alım gücü sıfıra düşen kitlelerin ağzına bir parmak bal çalma politikası önümüzdeki günlerin tartışılan konuları arasında büyük bir ihtimalle yerini alacaktır.

Bugüne kadar ardı arkası kesilmeyen yüksek oranlı zamlarla açlığı, yoksullukla terbiye eden faşist iktidar, şimdi maaşlara minik minik zamlarla kitleleri kandırmanın yoluna gideceği kuvvetli bir ihtimaldir. Asgari ücrete zam olayı kendi kanunları çerçevesinde yılda bir kez yapılabilmektedir. Ancak iktidarda kalabilmek için, her konuda olduğu gibi, burada da yasa tanımamazlık, keyfiyet belirleyici olacaktır. Asgari ücrete zam demek, bütün temel ihtiyaçlara da yeniden zam demektir. Yani kaşıkla verilenin, kepçeyle geri alınması anlamına gelmektedir. Burada önemli olan bir algı operasyonu yaratabilmektir. Denilecek ki, “iktidar halkı düşündüğü için maaşlara zam yaptı”. Oysa yapılan zammın, çok daha büyük zamlarla geri alınacağı su götürmez bir gerçek. Ancak, ilk elde bu durum fazla hissettirilmeyecek. Millet ağzına çalınan bir parmak balla meşgulken, Erdoğan gene, “atı alan Üsküdar’ı geçti” demeye getirecek. Ama bu kez at galiba denizde boğulacağa benziyor. Çünkü bu kez gerek burjuva sınıfların diğer kliği olsun ve gerekse devrimci- demokratik muhalefet olsun düne göre yere daha sağlam basmaktadırlar.

“Millet İttifakı” iktidara aday gibi gözükmektedir. Burada kilit rol, her bakımdan devrimci- demokratik muhalefete düşmektedir. Bu rol sadece seçimlerde devrimci- demokratik programı kitlelere anlatmak, kitleleri bu mihmanda bilinçlendirmekle sınırlı değildir. Seçimlerden sonra, iktidar olanların karşısına halkın talepleriyle dikilmek, bu taleplerin hayat hakkı bulmasına önayak olmak, böylece bir yandan halkın güvenini kazanırken, diğer yandan burjuva sahtekarlığın ipliğini pazara çıkartmak gibi sorumlulukla hareket etmek durumundadır. Bunu başarabilmenin yolu ise, iktidarın katliamlar da dahil, çok yönlü saldırılarına göğüs gerecek, faşizmi geriletecek ve demokratik kazanımlarla halka güven verecek güçlü bir devrimci birlikteliğe ihtiyaç vardır. Sürecin devrimci sorumluluğu bunu gerektirmekte, hatta zorunlu kılmaktadır. Bizler açısından değerli olan zamandır. Zamanı gereksiz tartışmalarla boğmadan hızla toparlanıp kitlelerle buluşmak gerekir.

Son Newroz kutlamaları, devrimci-sosyalist-yurtsever güçlerin süreci doğru tarzda ele almaları ve kitlelerle buluşmaları konusunda çok önemli bir dinamik ortaya koymuştur. Newroz alanlarına tüm alanlarda sokaklara taşan kitlesel öfke, kitlelerin sisteme karşı olan devrimci öfkesidir. Bu öfkenin ve sürecin devrimci görevlerinin sorumluluğuyla, Newroz alanlarında devrimci-sosyalist-aydın-demokrat güçlerin oluşturduğu birlik, devrimci toplumsal muhalefete siyasal perspektif olduğu gibi, güven ve moral değeri de olmuştur. Bu öfke ve birlikteliği, daha ileri düzeyde ortaya koymak, iradi devrimci bir inisiyatifle, burjuva alternatifler dışında devrimci çözümlerle buluşturmak, her zamankinden daha olanaklıdır. Önümüzdeki 1 Mayıs’ta, tüm toplumsal muhalefetin, özgün ve genel taleplerle daha ileri düzeyde kendisini ortaya koyması, Newrozun ortaya çıkardığı birlik üzerinden daha ileri düzeyde devrimci müdahale ile olanaklı olacaktır.

Faşizmin kapsamlı saldırılarına karşın, süreç toplumsal muhalefetin gelişimini mayalamaktadır. Faşist iktidar, iktisadi-siyasal-sosyal saldırılarla, yaşadığı büyük çözülme ve gerilemeyi durduramayacak ve gelişen kitle hareketleri devrimci çizgide merkezileştikçe, kazanan ezilen ve sömürülen halkımız, kaybeden gerici iktidar olacaktır.

Önceki İçerikKadın Mücadelesi ve Kadın Mücadelesinin Geliştirilmesi Üzerine Notlar-2
Sonraki İçerikUkrayna Üzerinde Süren Emperyalist Savaşın Mahiyeti ve Olası Sonuçları