Zafer Çağlayan’ın Sarraf davasına eklenmesi ve AKP’ye etkileri!

Yavuz’un kanlı hilafetini, başkanlık apoletinde “Sultan” olarak yakasına takan Tayyip’in dış politika planlarının hemen hemen hiç birinin tutmadığı ortadadır. Kürdistan’ın her bir parçasında genel olarak Kürtler lehine olan gelişmeleri engelleme çabalarının boşa çıkması, yine bölgede eski Osmanlıcılık hayallerinin Katar krizi ile Sünni damarın patlayarak duvara toslaması, Rusya çalımından geri adım atarak diz çökmesi ve daha bir dizi konuda hüsran içinde olduğu bellidir. Hele ki, S400 füze sistemi için “Kapora ödendi. Güvenliğimiz ile ilgili kararı biz veririz. Tartışma konusu yapmayacağız” açıklamasının hemen öncesine denk gelen Zafer Çağlayan isminin dava dosyasına konulması öyle tesadüfü olmasa gerek. ‘’TC’’ yönetiminin ABD ve batı ile birikmiş hayli ağır sorunlarının varlığı artık bir sır olmaktan çıktığı ya da diplomatik nezaketlerin ötesine taştığı bellidir. Bilinen sorunların çözüme doğru gitmesi ya da gitmemesi durumuna göre tutumlar takınılacağı ve böyle olması durumda bilinmeyen “tuhaf” gelişmelerin ortaya çıkacağı beklenebilir

HABER MERKEZİ(25.09.2017)-Sınıfsız Toplum İçin Halkın Günlüğü’nün 5.Sayısında yayınlanan ‘’Zafer Çağlayan’ın Sarraf davasına eklenmesi ve AKP’ye etkileri’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

‘’ABD’de yürütülen Rıza Sarraf davası yeni gelişmeler kaydederek devam ediyor. Dava iddianamesi yeni eklenen isimlerle birlikte dördüncü kez yenilendi. Vaziyetin böyle sürmesi durumunda sürpriz olmayan yeni isimlerin dosyaya eklenmesi ile yargılama devam edecek gibi gözüküyor. Durumun böyle olmasının esas olarak iki nedeni olabilir. Birincisi, ABD ve batının İran’a uyguladıkları ambargonun onlara rağmen Türk hâkim sınıfları iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından delinmesi; ikincisi ise, selefi sultan Tayyip başta olmak üzere, Türk hükümetinin uzun bir süredir ABD ve Batı ile sürdürdüğü oldukça gerilimli dış politika ilişkilerinin yol açtığı sonuçlardır. Kuşku yok ki her iki sebep birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Savcılar (ki davayı açan savcı ile şu anda sürdüren savcı farklı isimlerdir) şu iddiada bulunmaktalar: “Sarraf ve eklenen yeni isimlerden Zafer Çağlayan, Amerikan finans sistemini kullanarak İran hükümeti ve İran kurumları adına yüz milyonlarca dolarlık yaptırımlarla yasaklanmış işlemi planlamak ve bu amaçla işbirliği yaparak uluslararası yasaları çiğnemek…” Bir başka iddia ise, girdiği ticaret ilişkisinde İran’ı da dolandırdığıdır. İran’ın kendi iş adamlarından birini, bu nedenle idam cezasına çarptırdığı biliniyor. Çağlayan’ın on milyonlarca dolarlık nakit ve mücevher rüşvet aldığı ise iddialar arasında yer alıyor.

Doğrusu bu iddiaların yanlış olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bekir Bozdoğan’ın “Değerli bakanımız hiçbir ulusal ya da uluslararası yasayı ihlal etmemiştir. Bizi ilgilendiren ülkenin çıkarlarıdır” açıklamasının diplomatik manası şudur ; “Bizim ülkemizin çıkarlarına uygun düşüyorsa gerisi bizi pek de ilgilendirmez” Yani sizin uluslararası alanda İran’a uyguladığınız ambargo bizi pek ilgilendirmez demeye getirmektedir. Bekir Bozdağ önemli bir hükümet sözcüsü olduğuna göre bu açıklamanın doğrudan hükümetin de görüşü olduğunu kabul edebiliriz. Bu demektir ki İran ile giriştikleri gizli ekonomik ilişkilerin ABD ve Avrupa emperyalist güçlerine rağmen yapıldığı ortaya çıkıyor.

Bilinen bir gerçek var; uluslararası yasalara ve kararlara imza atan bütün ülkelerin bu yasalara ve kararlara harfiyen uyduklarını söylemek mümkün değil. Ülkeleri egemenliği altında tutan kapitalist tekellerin karlarının ve bütünlüklü çıkarlarının uluslararası yasa ve kararlara göre daha çok önem arz ettiği biliniyor. Uluslararası ilişkiler belli yasalara ve kararlara dayanılarak yapılıyor olsa da, çoğu kere bu ilişkiler resmiyet tanımaz ve masa altı diye de tabir edilen ilişkilerle yürütülür. Bu elbette mafyatik bir tarzdır ve kapitalizmin ruhuna asla aykırı değildir.  Ancak, gayri resmi ilişkiyi hangi kapitalist ülke/ülkelerin yaptığı önemlidir. Dünya egemenliğini kontrol eden ülkeler her zaman masa altı ilişkilerin sürdürülmesinde üstünlük sahibidirler. ABD gibi dünyanın jandarması rolünü oynayan güçlerin, Türkiye gibi eski komprador ve yeni yetme tekellerin bir başlarına, Amerikan ve batı çıkarlarını es geçmelerine izin vermeyecekleri açıktır. Türkiye gibi ülkelerin, “yasadışı” olan bu ilişkiyi ya emri altında oldukları emperyalist ülkelerin bilgileri ve onayları dâhilinde ya da ortak ‘iş tutarak’ yürütmeleri gerekmektedir. Başka türlü bir gidişata izin verilmeyeceği tecrübelerle sabittir. Israr eden olursa, önce diplomatik uyarılar gelir ve ardından yaptırımlar adım adım devreye sokulur. 

İşte Sarraf ile başlayıp eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile devam etmekte olan dava dosyasının birinci sebebi budur. “Bana rağmen, benim iznim olmaksızın İran ile böyle bir ilişki kuramazsın, buna izin vermem” mesajı vardır dosyada. Aslında gelinen aşamada dava dosyasının önemli bir eşiği aştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Gidişatın gösterdiği şu ki, dava dosyası hükümetin tepelerini kapsamaya doğru ilerlemektedir.  Ki Türk hâkim sınıflarının mevcut iktidarı AKP-Erdoğan sultanlığına doğru ilerlediğini, ‘Sultan Tayyip’in “Burnuma pis kokular geliyor, bunu başkan Trump ile görüşeceğim” demesinden de anlayabiliriz. Bu öylesine söylenmiş bir laf değildir. Çeşitli iç ve dış yorumcuların dile getirdiklerine bakıldığında, tahminler dava dosyasının diğer eski veya yeni hükümet üyelerin yanı sıra, ‘Selefi Sultan Tayyip’in oğlu ve eşine kadar uzanabileceği yönündedir.

Sultan Tayyip uluslararası arenada gittikçe sıkışmaktadır!

Sultan Tayyip elbette Trump ile görüşmek zorunda kalacaktır, zira dava dosyasının bir yanı da ABD ve Türkiye’nin ekonomik ve politik ilişkileri ile alakalıdır. Ortadoğu’da ağababalarına rağmen kendi başına planlamalara girmesi, ilişkiler kurması, uzun yıllardır stratejik ortak olarak görülen ABD gibi dünya jandarması ülke ve ittifak ülkelerle zıtlaşması dosyanın arka planında yatan başka unsurlardır. Anlaşılmaktadır ki, dava dosyasında açık edilen gerçekler sadece buz dağının görünen yüzüdür. Ortadoğu ile diğer bölgelere ilişkin Türk hâkim sınıflarının,  “Ben de artık bir ağayım” kabadayılığının yarattığı rahatsızlık oldukça derinleşmektedir.

Yavuz’un kanlı hilafetini, başkanlık apoletinde “Sultan” olarak yakasına takan Tayyip’in dış politika planlarının hemen hemen hiç birinin tutmadığı ortadadır. Kürdistan’ın her bir parçasında genel olarak Kürtler lehine olan gelişmeleri engelleme çabalarının boşa çıkması, yine bölgede eski Osmanlıcılık hayallerinin Katar krizi ile Sünni damarın patlayarak duvara toslaması, Rusya çalımından geri adım atarak diz çökmesi ve daha bir dizi konuda hüsrana uğradığı bellidir. Hele ki S400 füze sistemi için, “Kapora ödendi. Güvenliğimiz ile ilgili kararı biz veririz. Tartışma konusu yapmayacağız” açıklamasının hemen öncesine denk gelen Zafer Çağlayan isminin dava dosyasına konulması olayı öyle tesadüfi olmasa gerek. “TC” yönetiminin ABD ve batı ile birikmiş hayli ağır sorunlarının varlığı artık bir sır olmaktan çıktığı ya da diplomatik nezaketlerin ötesine taştığı bellidir. Bilinen sorunların çözüme doğru gitmesi ya da gitmemesi durumuna göre tutumlar takınılacağı ve böyle olması durumda bilinmeyen “tuhaf” gelişmelerin ortaya çıkacağı beklenebilir. Uzun zamandır ABD’nin yanı sıra Almanya ve diğer Avrupa ülkeleriyle sataşmaların giderek sertleşeceği yönünde işaretler alınıyor. Şu sıralar Almanya’nın silah ambargosu kararı böyle anlaşılabilir.

Sultan Tayyip-Ergenekon ittifakının yürüttüğü dış politika sonucu şu anda emperyalist Rusya ve genel olarak çevresinde yer alan blok ile sürdürdüğü ilişkilere ya bir sınır çekecek, ki, ABD ve batılı emperyalistlerin dayattığı da budur ya da mevcut ilişkisini daha da ilerleterek onları ABD ve batı emperyalistleri ile daha derin çatışmalara götürecektir. Ve böyle yapması durumda ise kendisini bekleyen ağır yükleri omuzlamak ve bedelini ödemek zorunda kalacaktır. Eski Pentagon yetkilisi Rubin’in, ”Dava dosyasının Erdoğan’ın ailesine uzanacağı korkusundan” söz etmesi açıktan yapılmış bir tehdit olarak okunabilir.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da iktidar yolsuzluk batağı içinde yüzmektedir. Metal yorgunluğu dedikleri aslında derin çürümeden başka bir şey değil. Devlet ise Kürtlere, devrimcilere, yoksullara ve tüm muhaliflere karşı tutuklama, tehdit, baskı ve terör saldırılarında bulunmaktadır. Devleti yöneten en kıdemliler savaş suçu işlemişlerdir. Yani içerde İslami faşist diktatörlük en azılı biçimde devrededir. Sınır dışında ise gerici cihatçı kuvvetlere verdiği destek ve onlarla yürüttüğü savaşın başarısı içeriyi susturarak sürdürüyor.  Ancak sultan Tayyip için gidişat iç açıcı gözükmüyor. Hem partisi içinde hem de faşist-gerici-burjuva partiler ve güçler içinde kendisine karşı iç çatışma ve homurdanmalar yükseliyor. Özellikle kendi partisi içinde kendisine karşı seslerin çoğaldığı anlaşılıyor. Bunca yıl yiyicilik, rüşvet gibi “nimetlerle” beslenen ve şimdi görevlerinden alınarak yenilerinin iş başına getirilmesini hazmedememektedirler. İktidarın geniş olanaklarını ve kısa yoldan köşe dönme nimetini kim kaybetmek ister?

Diğer yandan ve esas olarak da Kürdistan başta olmak üzere tüm ülkede halk kitlelerinin dipten gelen hoşnutsuzluk sinyalleri yükselmektedir. Devletin silahlı saldırılarına karşı gerilla mücadelesi hız kesmeden devam ediyor. Ayrıca yukarıda andığımız ülkelerle ilişkilerin aldığı çatışmalı ilişki, yönetimin içinde bulunduğu durumu yeterince izah etmektedir.  Sultan Tayyip’in durumu amarula ağacının meyvesini afiyetle yutan maymuna benziyor. Amarula ağacının meyvesi yüzde 17 alkol içermektedir. Meyveyi yiyen maymunlar kendilerinde geçer ve dünyaya hoş gözlerle bakarak yolunda giden işlerin mutluluğunu yaşarlar. Ne var ki, sonraki gün güneş ışıdığında gerçek durumun aslında hiç de hoş olmadığını anlarlar ya! Gel gör ki gerçeği kabullenmek ve düzeltmek yerine mutlu kalmak uğruna yeniden meyveye yönelirler. İşte AKP-Tayip iktidarı ve yandaşlarının durumu da budur’’     

 

Önceki İçerikÖlülere saldırıda dışa vuran ırkçı-faşist sicil Erdoğan/AKP iktidarına aittir!
Sonraki İçerikGerici politikalar ve Ataerkil Sisteme Karşı Kadın Mücadelesini Yükseltelim!