Zirvelere Düşen Güneş

Konakladıkları dağın yamacında dinlendiklerinde Ozan bakışlarını zirveden ayırmamıştı. Koca dağın zirvesine doğru gerilla birliği yeniden tırmanmaya başladığında en önde koşarak Ozan gidiyordu. İstanbul da değil de bu kayalıklarda büyümüş gibi bir yürüyüş hali vardı. Ay ve yıldızlar altında yürüdüler, henüz gün perdesi açılmamıştı, gerilla birliği zirvenin yamacında yeniden mola verdi, Ozan ise zirveye doğru yürüdü. Dağın tam doruğuna çıktı, çocuk iken bu dağları ardında bıraktığı an aklına düştü, biraz sevinci kırılsa da şimdiki haline daldı. Bu dağları terk ettiğinde bir kamyonetin kasasında saklanırken bu dağlar sis içerisinde olduğunu anımsadı

HABER MERKEZİ (26.06.2016)-Derin bir acı gelmiş Aynur’un pakına ocağına düşmüştü, boynunda üç yavrusu vardı, bunları korumak, kol kanat gelmek vahşi doğaya karşı başardı başarmasına da zalim insanoğlunun zalimliğine karşı köyünde çocuklarını korumayı başaramadı. Bir kartalın yuvası dağıldığında dağların sarp kayalıklarında çektiği acıdan da öte bir ızdırap, insanı çatlatacak kadar acı bir sızı gelip Aynur’un yüreğine akıyordu. Son bir umut ile yavrularını korumak için de olsa bilmediği büyük kentlere doğru umuda yolculuktan başka şansı kalmamıştı. Çocukların babası devlet tarafından kaçak yaşasa da o kentte kendisine, çocuklarına sahip edecek bir göz ev bulup içine gireceği umudu ile büyüdüğü, elleri ile yarattıkları dünyalarını terk etmenin acısı ile ağladı Aynur. Aynur’un gözyaşları önce kendi evinin eşiğine düştü sonra hep kendi kendisine gizliden ağladı.

Ovacık Konaklar köyünden kaçmak zorunda kaldıklarından dolayı gizliden ayarladıkları kamyonun arkasına ev eşyalarını yüklediler. Aynur çocuklarını da yanına alarak Kamyonun kasasında eşyaların arasına gizlendi ta ki Dersim sınırlarını geçene kadar. Kamyonetin tekerlekleri Konaklar köyünün tozlu yollarında hareket ettiğin de hüzün geldi Aynur’un gözlerine, oturdu oradan içine aktı bir ırmak gibi.

Ozan, Özlem, Özgür annelerinin gözyaşlarını durduramamışlardı. Annelerin korku dolu bakışlarında akan gözyaşlarını çocukları bir anlam vermeseler de ürkeklik, tedirginlik çocukları da huzursuz etmişti.

Ozan kamyonun kasasında eşyaların içinde oturduğu yerde annesinin ağlamasını görmemek için başını köyüne çevirdi. Köyüne baktığında yükselen dumanların içine gömülü gördü anılarını. Bakışlarını köyünden Munzur dağlarına çevirdi, Munzur dağları sise gömülmüştü. Araç uzaklaştıkça dumanlı dağlar görünmez oldu. Dumanlı dağları ardına bıraktığında Anası Aynur’un gözlerinden akan gözyaşlarına takıldı bakışları… Ovacık ovasına indiklerinde sık sık evlerine baskın düzenleyen askerleri gördüler, onlardan kurtulmanın sevinci biraz da olsa sevindirmişti sürgün yolunda olanları.

Munzur dağlarından çılgınca akan Munzur çayına düştü Ozan’ın bakışları “Bir daha buralara gelme şansı bulacak mıyız?” dedi yavaşça çocuk yüreği.Annesi Ozanın saçlarını okşadı “Bir yıla kalmaz geri geliriz, sen üzülme Ozanım” dedi.

Sürgün yolculuğu kamyonun tozlu yolları payına düşmüş, yönlerini İstanbul’a çevirmişlerdi. İstanbul altından bir kentti, derdi olana derman, muratsıza Murat, işsize iş, aç olana aş, umutsuza umut veren koca bir dünya kendilerini bekliyordu. Bütün bunlar Ozan için bir anlam ifade etmiyordu, onun için bu koca kentin zenginliğinin içerisinde sabırsızlıkla onların bekleyen sadece babasıydı.

Babası ile karşılaştıkların da savaşın yol açtığı toz bulutlardan çıkmış, yarı çıplak, ayağında pabucu olmayan, savaş mağdurların hali ve vaziyetleri vardı.

Ozan Babasını beklemediği bir anda karşısında gördüğünde kalleş pusulardan çıkmanın, kurtulmanın zaferi, savaşı kazanmış küçük bir komutan edası ile sarıldı. Baba oğul’un ilk bakışları ve ilk sarılmaları dinginsiz nehirlerin akışı vardı duygularında. Baba oğluna sarıldığı an topraklarından koparılıp solan güller gibi gördü Ozanı.

“Bir gün hep birlikte topraklarımıza döneriz be oğul” dedi kocaman bir öpücük kondurdu birer birer çocuklarına.

Yerleştikleri gece kondu evleri küçücüktü, küçük bir aile için mutlu bir yuva olmuştu. Bu kentte hiç farkına varmadan yıllar devrilip gitti, Ozan büyümüş okul yılları başlamış Üniversite kapılarına kadar dayanmıştı.

Umut dünyası derler ya bir ana ve babanın da arzuladığı yâda bekledikleri nelerdiyse Ozanın ailesi de aynen öyle umutlara kapılmışlardı. Çocuğumuz doktor yâda avukat ne bileyim bir diploma kazanma hevesi beklentisine girmişlerdi.

Ozan Edebiyat fakültesinden içeriye adım attığı vakit Anne ve Babanın ilk aklına gelen Ozanın iyi bir öğretmen olma istekleriydi. Oysa öğretmenlerin meselesinde iyisi yâda kötüden değil bu eğitimin bir yerlere bağlı olmasıydı.

Öğretmen olması için Baba ile oğul günlerce tartıştılar tartışmasına da baba yine oğlu Ozan karşısında kaybetmişti.

Ozan ile babası arasından geçen öğretmen olma tartışmasını Ozan milli eğitim üzerine uzun uzadıya anlatmıştı. Milli eğitimin iyi yanların olmadığını baba oğlundan öğrenecekti.

Bir yandan baba oğlu Ozandan bu bilgi ve birikiminden gurur duymaya başlamış olsa da içinde derin bir burukluk vardı. Dağlar bunu çeker alır korkusu ilk o vakit düşmüştü içine.

Üniversite Ozanı kendi iç dünyasına kapatmıştı, espriler yapan, şakalarla tanınan Ozan artık yoktu. Belki vardı var olmasına da lakin Ozan zamanın çoğunu odasına kapanarak okuma ve araştırmakla geçirmeye başlamıştı. Ozanın babası yıllarca devrimcilik yapmasına rağmen söz konusu oğlu olunca tehlikenin, felaketin kapıda olduğunu baba ve ana yüreği olsa gerek dayanamıyordu bu tehlikeye. Öyle bir ülkede yaşıyordular ki gerçekleri savunmak, doğruları söylemenin cezası ya ölüm yâda yıllara varan cezalar ile zindanda koca ömürler çürümesi demekti.

Ozanın annesi Aynur geceleri uyumaz olmuştu Oğlu Ozanın bir kuş gibi yuvasından, koynundan uçup gideceği dehşeti ile uyanıyordu. Aynur uyandığında pencereyi açıp Gökyüzüne bakışlarını dikip her iki ellerini sema ya doğru açıp dualar eder Düzgün baba, Munzur babanın çocuklarını koruması için yalvarırdı. Aynur,  Alevi Kızıl Baş inancını koca İstanbul da devam ettirdi, hiç eksiksiz yerine getirmeye çalıştı, dualarını da her vakit ederdi.

“Ya Düzgün Baba bize yardımcı ol” yalvarmaları, kâbus dolu geceler artık Aynur’un günlük hayatının bir parçası olmuştu. Aynur geride bıraktığı o sesiz sakin köy hayatına dönmek için neler vermezdi ki, köyden çıktığı günün acısını, sızısını hiç unutmadı o acıyı her gece yaşadı bu koca kentte.  İnsan yığını olan bu kalabalık kente derdini anlayacak, dinleyecek tek insanın olmaması Aynur’un derdini daha da derinden incitiyordu.

   Baba oğul iki arkadaş gibiydiler, Ozan ilk öğrendiği ne vardıysa babasından öğrenmişti. Devletin ilk zulmünü de babasının yüzünden ensesinde yemiş ve yaşamıştı. Ozan büyüdü, sorgulamaya başladı, hasat zamanı gelmiş kendi kararlarını artık kendisinin verme vaktiydi. 2005 de İbrahim Kaypakkaya anması için Çorumda baba oğul karşılaşınca baba ürkmüştü.

“Benden habersiz neden buraya geldin” dedi baba.

Ozan güldü “hayat sürprizlerle dolu, başka alanlarda da görüşe biliriz” demişti babasına. Baba o an tam emin olmuştu ki oğlu artık bir devrimciydi, emekçiler için çalışan, çabalayan bir evlat yetiştirmenin gururu ile korkusunu birlikte yaşadı.

Kaypakkaya’nın tohumunu serptiği dağlar Ozanı kendisine doğru çekeceğinin ürpertisi oluştu babada. Ozan hâlen kendi gözünde küçücüktü, kocaman olsa da bir baba ve anne için evlat her daim korumaya muhtaç hisleri oluşurdu, Ozanın babasında da onlar oluşmuştu. Çorum dönüşünden sonra baba oğluna daha çok vakit ayırmaya başladı, planları vardı oğlu için. Korku gelmiş babanın göğsüne durmuştu. Her gece Ozan ile babası politik tartışmalarla memleketin meselelerini konuşur oldular. Babanın tüm konuşması oğlunu korumak, oğlunu kendi yanında tutmak gibi görüşleri vardı. Ozan artık bu tür davranışların da kendisi tarafından bilince çıkarmıştı. Babasının bu geri tutumuna karşı bazen kahkahalarla gülüyordu.

“Başkaların çocuklarını örgütlerken iyi güzeldir de sıra senin çocuklarına gelince neden sağa sola kıvranarak konuşuyorsun baba” dedi Ozan.

Kendi kararlarını kendisinin verecek aşamada olması ve böyle donanımlı anne ve babasını karşısına çıkması Ozanı dağlar bekliyor kesin kes annede babada artık emin olmuşlardı. Aile ortamında, yuvadan uçup gidecekti gözlerin ilk nuru Ozan. Köyden kaçırarak kente kamyonun kasasından getirdiği gün böyle bir şeyi kimse akıl edemezdi de.

 Ozan günlerden bir gün özel bir gün ailesiyle geçirmek istediğinin kararına varmıştı, bu onun için belki de son anı olacaktı. Bu anının da kalıcı olması, son bir kere ailesinin tüm üyeleri ile birlikte zaman geçirmeyi arzuluyordu. Kardeşi Özlemden de yardım alarak bir sabah kahvaltı ikisi hazırladılar.

Kahvaltı da kahkahalar sokağa kadar yayılmıştı, uzun zaman olmuştu böyle birlikte ailece vakit geçirmemişlerdi. Şakalaşmalar, anıları tazeleme, bir birlerin taklidini yapmak, başlarına gelen her şeyi koca yirmi yılı kahvaltı sofrasında indirmiştiler. Çay’ın demi, kıvamı kahvaltıda ki muhabbetin demindeydi.

 Saat gelip çatmıştı, kalkıp gitmesi gerekiyordu, Ozan’ın arkadaşları onu bekliyordular.

“Okula bir uğramam gerekiyor” dedi Ozan.

Bu güzel günü bahane ederek hepsine teker teker sarıldı, kucakladı, kokladı öptü.

“Oğul sanki uzak bir yere gidiyormuş gibi vedalaştın” dedi Anası Aynur.

“İçimden geldi Ana. Uzun bir dönemdir böyle birlikte oturup dertleşmemiştik, belki de ondandır sizlere sarılmam” dedi Ozan.

 Ozan kapıyı vurup çıktığın da babası Ali Ekber’in de için de bir ürperdi belirlendi, titredi. Son kez kapı kapattığını sanki ikisinin de içine düşmüştü, pencereye koştular Ozan’ı arkadan izlediler, dayanamadı Anası bağırdı “Oğlum” dedi gerisini getiremedi. Getiremedi çünkü Ozan döndü pencerede kendisine bakan Anne ve Babasına güldü el salladı.

Ozan her iki ellini havaya kaldırdı salladı sonra parmaklarını dudaklarına götürdü tekrardan öpücüklerini onlara yollamak için salladı. Koşar adımlarla kaybolana kadar Annesi Aynur ile babası Ali Ekber seyre durdular oğlunu. Sonra kendi aralarında okuldaki başarısını konuştular, gurur duydular çocuğundan. Son bir yılı kalmıştı diploma almasına, yılların verdikleri emeğin karşılığın da diploma ile almış olacaktı aile.

Ozan evden kahvaltı sonrasından ayrıldığı günün akşamı Anası uyumadı oğlunun yolunu gözledi. Geç saatte eve gelen Ali Ekber Aynur’u halen ayakta görmesi rengi kar beyazımsına dönmesinden ürktü.

“Ne oldu?” dedi.

“Ozan halen gelmedi eve, aramadı, haber de vermedi. Akrabaların tümünü de aradım oralara da gitmemiş” dedi Aynur.

Baba olduğu yere düştü öylece kala kaldı, ne kadar bir zaman geçti o da farkından değildi. İlk aklına gelen polisin oğlunu kaçırmış olmasıydı, bilinmeyen bir dağın kim bilir hangi ormanın içinde gömülmüştü. Kendine geldiği gibi kendini dışarı attı, oğlu Ozanın yoldaşlarının kaldıkları evleri bulmaya gitti. Kaçırılma ve ölüm aklından bir an olsun çıkmadı. Ali Ekber bunları düşündükçe hırçınlaşıyor, bir kaplana dönüşüyor sonra boğulur gibi oluyordu. Koca İstanbul da nefessiz kalmıştı, kendisine yardım edecek oğlu için bir kelime edecek tek insan bulamadı.

İkinci gün Ozan’ın arkadaşlarına ulaştığında onları gayet sakin gördü.

“Ozan’ımı kaçırdılar, öldürülmekten endişe ediyorum” diye bildi.

“Ozan yoldaşımız sıcak mücadele alanlarındadır, kaygınız olmasın” dedi içlerinden biri.

Vakitlerden akşamüzeriydi, henüz gün devrilmemişti, yağmur kaldırımları ıslatmaya başladı. O gün toprağın yağmuru özledi kadar oğlunu özlediğini anladı baba. Dorukların bulutlara, kurak toprağın yağmura, babada oğluna hasret kalmıştı. Yağmurun çiselediği İstanbul sokaklarında deli divane gibi yürüdü eve doğru.

Evin kapısında durdu “ben Aynur’a nasıl söyleyeceğim” diye mırıldandı kendi kendine. Kapıyı Aynur açtığında koca adamın küçüldüğünü gördü.

“benim oğlum nerede” dedi

“Zirvelerde”

“Ne zirvesi”

“Terk edip de geldiğimiz dumanlı dağlara gitmiş”

Aynur bir feryat kopardı ki İstanbul ortadan yarıldı, çığlığı dolandı koca İstanbul da.

“Padişahların uğruna savaştıkları bu koca kent Ozanıma dar gelmiş, yönünü heybetli dağlara çevirmiş” dedi baba.

“Oğlumun kalmak istemediği bir yerde bende kalmam, gidelim oğlumuzun ardından” dedi Aynur.

Benzin dökülen bir eve ateş düşmeden yetişmek istiyordu Aynur.

“Yüreğim yanıyor” dedi Aynur.

Hemen daldı yatak odasına kendisine ve eşine bir şeyler çantaya koydu “Hay de bizde yavrumuzun peşinde gidiyoruz.” dedi Aynur. Sabahı beklemediler gece yola çıktılar.

Ozan henüz çocuk iken bu köyleri, dağları ardında bırakıp bir kamyonun kasasında terk etmişti. Şimdi kocaman bir gençti, bu dağlara sığınarak baskı, zulüm eden bir sistemi yıkmak için silah kuşanmıştı.

Konakladıkları dağın yamacında dinlendiklerinde Ozan bakışlarını zirveden ayırmamıştı. Koca dağın zirvesine doğru gerilla birliği yeniden tırmanmaya başladığında en önde koşarak Ozan gidiyordu. İstanbul da değil de bu kayalıklarda büyümüş gibi bir yürüyüş hali vardı. Ay ve yıldızlar altında yürüdüler, henüz gün perdesi açılmamıştı, gerilla birliği zirvenin yamacında yeniden mola verdi, Ozan ise zirveye doğru yürüdü. Dağın tam doruğuna çıktı, çocuk iken bu dağları ardında bıraktığı an aklına düştü, biraz sevinci kırılsa da şimdiki haline daldı. Bu dağları terk ettiğinde bir kamyonetin kasasında saklanırken bu dağlar sis içerisinde olduğunu anımsadı.

Ozan dağın silme tepesinden tam ucuna doğru yürüdü, kayanın uç kısmında durdu, bakışlarını vadiye diktiği an güneşin renkli ışınları düştü.

Ozan “Güneş Düştü Zirvelere” diye bağırdı, sesi vadide yankılandı, sonra ses kendine geri geldi. Sisli dağlar artık yoktu Ozanın zihninde, dağlara güneş düşmüş, doruklarda sevinç çığlıkları atmasına neden olmuştu.

Var gücü ile “Sis yok, Duman dağlardan kentlere indi, Zirvelere Güneş Düştü…” yeniden bağır Ozan.

Yamaçta konaklayan yoldaşları Ozan’a bakışlarını diktiklerinde güneş ışınları omzunda ki silaha düşmüş parlıyordu. Sakalı uzanan, boyu da yerinde olan dağlara yakışan bir heybeti vardı Ozan’ın.

Yüreği sığmıyordu içine tırmandığı günden beri köy köy geziyordu yoldaşları ile birlikte. Gittiği her evde köylülerle özel olarak ilgileniyor, kendilerini bu dağlara getiren nedenlerini anlatıyordu. Konuşan her kim olursa olsun onları ciddiyetle dinliyordu. Bu özelliklerle uğradığı her evde sevildi, ardında nam bırakarak yürüdü.

 

Aynur ile Ali Ekber Dersime geldiklerinde bir başka bölge, ülkeye geldiklerini sanmışlardı. Dağlarda gümleyen silah sesleri her gün bir yerden bir dağdan geliyordu. Silah sesleri geldikçe anne ve babanın birer tokmak gibi göğüslerine iniyormuş acısını yaşıyordular.

Ozan’ın annesi ile babası Munzur dağlarını gördüklerinde kendi Ozan’larını görür gibi oldular. “Gidip de geri gelenlerden değil benim oğlum. Ben biliyorum” dedi Baba A. Ekber.

Ozan’ın annesi Aynur Ovacık da başladı oğlunun izini sürmeye ta Hozat’ta kadar sürdürdü izi. Oğlunun adını, namını, şanını gittiği her köyde duydu, dinledi ağladı ama oğlunu bulamadı.

Aynur’un gözyaşlarına dayanamayan bir milis gece Aynur’u yanına aldı geziyormuş gibi yaptı köyden çıkardı, köyün ışıklarını ardında bıraktılar karanlığa girdiler. Karanlık ürkütmemişti Aynur’u, çünkü oğlu Ozanı saklıyordu karanlık, ona güvenle sığınan oğlu gibi kendisinden emin bir şekilde yürüdü karanlığın içine. Karanlıkta kendilerini bekleyenleri bir karartı olarak gördüğünde Aynur çığlığı kopardı “Ozanımmm…” önüne gelen ilk gerillaya sarıldı, kokladı oğlu değildi, oğlu Ozanın kokusu vardı gerillanın üzerinde.

“Ozanım nerede” dedi Aynur.

“Ozan bizi yolladı” dedi içlerinde en sıskası.

“Neden?” dedi Aynur.

“Çünkü biz hepimiz birer Ozan’ız. Bizi oğlun ve kızların gibi görmüyor musun?” dedi kadın Gerilla.

Anne ile baba bunca yol tepmiş, koca dağlar devirmişlerdi oğluna ulaşmak için ama hiç böyle bir şey düşünmemişlerdi. Bu ne biçim bir şeydi, her biri bir Ozan olmuş karşılarına dikilmişlerdi. Derin bir sessizlik karanlık ile birlikte akıp gidiyordu Aynur ile Ali Ekber öylece dura kalmışlardı karanlığın içinde.

“Ana bizde Ozan’ız, bizler de senin gibi bütün anaların çocuklarıyız” dedi bir başka gerilla, sessizlik böylece bozuldu.

“Ozan yoldaşımızın işleri var. Operasyonlar da malum biliyorsunuz. Koşullar uygun olduğu bir vakitte mutlaka size haber salarız” dedi gerilla grup komutanı.

Ozan orada olmadığına tam emin olan Aynur’u bir hıçkırık tuttu, öyle derinden derinden ağladı ki karanlık utandı.

İlkbahar, yaz, sonbahar mevsimleri devrildi koca bir dağ gibi ama Aynur oğlu Ozan’ı göremedi.

Ozan’ın anne ve babasının bir kış mevsimi kendilerine on mevsim gibi ağır geldi.

Dağlara metrelerce yağan kar erimeye, şelalelerde sular akmaya dereler, çaylar çağlayarak akmaya başladığı vakitlerdi. Bekledikleri o bahar dağları, ovaları, kentleri sarıp sarmalamıştı. Bekledikleri o özlem gelip kapıya dayanıp pencerelere güldüğü vakit Aynur ile Ali Ekber İstanbul’dan yola çıktılar. Koca dağlara gelip yaklaştıkların da patika yolları uzayıp gidiyor, sabırları tükeniyordu. Ozan’ın annesi Aynur’un sabrı tükenmişti, artık bir an önce oğluna sarılıp koklamak, saçlarını okşayıp gözyaşları ile yıkamak istiyordu.

Munzur dağlarının derin vadileri, sarp kayaların serin gecelerinde kaç kez görüşme anında olumsuz gelişmeler olsa da nihayet bekledikleri an gelmişti. Ozan gerilla birliği ile birlikte bir köyün dışında Anne ve Babasıyla görüşmeye geldi. Annesi Aynur’un çığlığı sarp kayalıklara da yankılandı, koştu oğlunu bir çocuk gibi kucakladı. Ağladı, öptü öptü doyasıya, oğlunun yüzüne bakıp bakıp bağrına bastırdı.

Ozan’ın yoldaşları bir yandan gülüp Ozan’a takılmayı da ihmal etmediler. Gülmeler karanlıkta yankılanmaya başladı.

“Ana ana bırak biraz nefes alsın, bizde senin çocuğunuz sayılırız. Bizi öpmek yok mu?” dedi Kadın gerilla. Aynur kafasını çevirdi Kadın gerillaya şer bakışlarını attı.

“Bir yıldır ben bu anı bekliyordum. Hepiniz benim çocuklarım, yavrularımsınız ama Ozan’ım başkadır” dedi.

Kısa bir hal hatırdan sonra gerilla birliği, Ozan’ı anne ve babası ile birlikte bırakıp köye girdiler.

Gerilla birliği uzaklaşınca anne ve baba için bekledikleri an ve fırsat gelmişti. Anne feryatları kopardı, saç başını dağıttı “Eve gelmezsen intihar ederim, buradan ölümü gömersin” diye çığlıklar attı.

Ozan’ın babası Ali Ekber devreye girdi “Oğlum sen doğmadan ben devrimcilik yapıyordum, bu iş uzun vadeli bir meseledir. Halk çok geri ve bilinçsiz, önce halk bilinçlenmeli. Sen gel diplomanı al işte o zaman esas devrim yapmış olursun” daha çok şeyler konuştu baba.

Ozan annesini de babasını da sonuna kadar sabırla dinledi, dinlerken de hep gülümsedi.

“Sizi anlıyorum, sizler normal sıradan birere anne ve babanın yaşadıkları duygular ile bana geliyorsunuz ama ben artık sizin o eski oğlunuz Ozan değilim. Oğlunuzu hayalinizde ki gibi yaşaya biliyorsanız yaşayın ama benim ailem halktır, halka karşı benim görev ve sorumluklarım var. Sizleri de bu kavgamızın içerisinde seveceğim. Basit bir kâğıt parçası olan Türk devletinin vereceği diploma bana lazım değil bizler o diplomaların tümünü iptal etmek için mücadele ediyoruz. Mevcut tüm sistemi değiştirmek için buraya geldik, sakın basit bir macera olarak algılamayın” dedi Ozan.

Anne öylece dona kalmıştı oğlunu dinlerken.

“Yavrum sen karınca dahi incitmekten korkan biriydin, şimdi bak silahlanmışsın, göğsünde sallanan bombalar. Sen yapamazsın evladım. Gel bu sevdadan vaz geç” dedi Aynur.

“biliyorum, Sen kararını vermişsin, gel İstanbul da devrimcilik yap, sensiz biz yaşayamayız, ikimiz de hastayız öleceğiz” dedi baba.

Ozan o mütevazı halini bozmadan bir kahkaha bıraktı “Yıllarca devrimcilik yaptınız ama sistemden hiçbir zaman kopmadın baba. Yoksulları ezen, katleden bir çarkın içinde kalarak asla o çarkın dişlerini kıramazsın, ancak onun dışında kalarak, onun can damarlarını keserek gerçekleşe bilir o dediğimiz büyük devrim” dedi Ozan.

Ozan biraz daha uzunca genel amaçlarını, ne yapmak istediğini, verdiği karar da ailesini buna saygılı arkasında durmasını buna benzer çok şey söyledi söylerken de kararlı bir duruşu vardı.

“Fazla bir zamanımız yok başka şeyler konuşalım. Güzel kardeşim Özlem nasıl? Onu çok özledim. Benden taraf bol bol öpün ve ona deyin ki ekonomide kafası muhteşem çalışıyor, mutlaka okusun ekonomi üzerine. Özlem benim kalbimin içinde ki çingenemdir, Kendi renkleri gibi yaşasın klasik bir kadın sakın olmasın. Özgür’e de birkaç çift sözüm var. Onlar da şudur ki; edebiyat alanında derinlemesine irdelesin. Hayata anlam veren ve hayata insanları kazandırmada edebiyat önemlidir. Edebiyat hayatı güzelleştirir, hayata renk katar. Özgürü de benden taraf bol bol öpün. Anneciğim Özlemi de Özgürü de benden taraf senin onlara sarılmanı ve öpmeni istiyorum. Kardeşlerim, Özlem ile Özgür istedikleri zaman beni görmeye gele bilirler, gelsinler, gelmelerini istiyorum, çünkü çok özlemişim. Sizde öyle istediğiniz de gele bilirsiniz” dedi Ozan.

Ozan bütün yoldaşların anne ve baba, kardeşlerin görev ve sorumlukları üzerine kendi anne ve babasına ders verir üslubu ile konuşmasını sürdürdüğünde anası dayanamadı “Gel buraya” dedi, aldı oğlunu kucağına küçük bir bebekmiş gibi yüzüne baktı okşadı öptü.

“Sen benim önce yavrumsun sonra da artık benim devrimcimsin he yavrum” dedi.

Ozan güldü “Şimdilik böyle anlaşalım da babam ne der bu meseleye bilmem” dedi.

Baba Ali Ekber’in ağzı, dili, damağı kurumuştu. Oğlunu geri alıp getirmek için kurduğu bütün planlar boşa düşmüş ve bunları düşündüğü içinde o an utandı, sıkıldı kafası göğsüne düştü. Baba duygularının esiri olduğundan olacak ki boğulacak gibi oldu Ozan matarasından su içirdi babasına.

“Oğlumun babasına son hizmeti mi?” dedi baba biraz kendine gelirken.

“Hizmetimiz farklı biçimde devam edecektir yoldaşım” dedi Ozan.

Tan şafağı zirvelere düşmek üzere iken köye giden gerilla birliği geri geldiğinde anne ve babayı daha rahat ve huzur içinde gördüler. Birazdan ayrılacaklarından dolayı Ozan’ın annesinin diğer anneler gibi feryatlar koparacaklarını bildiklerinden dolayı “Bak ana ağlayıp dövünmene gerek yok. Ne yapsan da biz Ozan yoldaşımızla o kocaman dağlara doğru tırmanacağız” dedi Kadın gerilla.

Baba Ali Ekber güldü, lakin Aynur yine öncesi gibi bir şer bakış attı kadın gerillaya. Kadın gerilla döndü Aynur’a sarıldı “Hay de hoşça kal” dedi.

Vedalaşma başladığında Ozanın annesi fenalık geçirdi, bayıldı. Aynur’u uyandırıp anne ve babası ile Ozan vedalaşırken diğer gerilla birliği de o duygusal anlardan etkilendi ayrılık, ayrılmak oldukça zor oldu hem Ozan hem de yoldaşları için. Anne sakinleştirdikten sonra gerilla birliği harekete geçti.

Ozan’ın Annesi Aynur ile Baba Ali Ekber giden oğlunu ve diğer gerillaları seyre durdular. Kocaman dağın asi kayalıklarına doğru tırmandılar karanlığın içinde kayboldular.

Zirvelere güneşin renkli ışınları düştüğünde Aynur halen oğlunun çekip gittiği dağların patika yoluna bakıyordu.

O günden sonra istemeyerek de olsa Aynur ile Ali Ekber dağlarda gelen çatışma sesleri ile korksalar da zamanla alışmışlardı. Böylece günler, aylar, yıllar devrilip gitti.

 

Ozan dersim dağlarında sadece askeri baskınlar düzenlemek için gezip dolaşmadı o köy köy dolaşıp halkın gönlünde taht kurdu. Her gittiği köyün tüm sorunları ile ilgilendi, sevdi sevdirdi kendisini. Günlerden bir gün özel bir görev için gün kararmadan erkenden Burnak köyüne iki yoldaşı ile gitti.

Elazığ’dan yeni gelen Burnak köyünün muhtarı Ozan ile yoldaşlarının kaldığı eve geldi öyle bir panik yarattı ki köyde halk arasında bir telaş bir kargaşa yaşanmasına neden oldu. “Her taraf asker, çabuk olun, neden  burada bekliyorsunuz” telaşı gerillayı harekete geçmesine neden oldu. Köylüye, köye zarar gelmemesi için köyü terk etme kararı aldılar. Henüz güneşin renkli ışınları dorukların zirvesinde can çekiştiği vakitlerdi, dünya güneşe sırtını dönmediği, karanlığın olmadığı zamansız bir anda Ozan’ın karar vermesi gerekiyordu.

“Yoldaşlar geldiğimiz yol temizdi, en uygun yol yine o yoldur. Kısa bir yürüyüşten sonra ormana yetişiriz” dedi.

27 Haziran 2011 Pazartesi gününün akşam sularını takvimler gösterdiğinde İsmail Perktaş silahını kuşandı, Abidin Demir de onu takip etti, Ozan köylüleri “sakinleşin korkacak bir şey yok. Geldiğimiz yöne doğru gidelim” dedi yoldaşlarına.

Köydeki köpek havlamaları çıldırtıyordu insanı, köpekler alışık olmadıkları askeri kıyafet ve yabancı barut kokusu onları rahatsız ediyordu. Köpek havlamaları köylüler için bir uyarıydı devletin kolluk güçleri için ayrı bir havlaması vardı köy köpeklerinin bu havlamalarla her daim gerillalara yardımcı olmuşlardır.

Köy halkı o an gerillaların gidişine de kalışına da razı değildi lakin bir çarede bulamıyordular, köy kuşatmaya alınmıştı ve kimse de bu sarılmayı fark edememişti. Tedirgin beklemekten başkada şansları yoktu köylüler için, zamanın durduğu bir vakitti, zordu çünkü birazdan kan kusan makineli tüfekler insan yaşamına kast edeceklerdi.

Bir taraftan Burnak köyünü kuşatan donanımlı her türlü askeri imkânlara sahip yüzlerce Asker ve özel eğitimli Timler, diğer yandan kalleş bir kuşatmaya düşmüş tedbirsizce Köye gelen, dillerinde dünya halklarının silahı, ellerine yüreklerini alan üç yiğit den oluşan bir gerilla birimi.

Kapitalist sömürü, baskı ve zulüm düzenini ortadan kaldırmak için yüreklerini ortaya koyan bu üç yiğit kendi düşmanın üzerine yürüyordu.

Birazdan halkların kurtuluşunu savunanlar ile halkların düşmanları arasında başlayacak olan kavga Burnak köy halkının gözleri önünde tarihe not düşecekti. İki tarihsel sınıf düşmanları karşı karşıya gelecekleri vakit gittikçe daralmaya başlamıştı. Burnak köyünün orman mevkiine doğru gerilla birimin en önde İsmail, onun ardında Ozan en sonda olan Abidin biraz tedirgin, biraz temkinli yürüdüler.

Ansızın yüzlerce yürekleri dağlayan silahlar patladı. Silah takırtıları vadiye düştüğünde Burnak köyünde ki kadınların çığlıkları da yükseldi, köy de ki kadınların feryatları ile silah sesleri bir birine karıştı.

Dört bir yandan makineli tüfeklerden gelen kurşunlara karşılık vermelerine rağmen İsmail mevzi alacak mecal bulamadan onlarca kurşun birden bedenine saplandı. İsmail, Ozan ile Abidin’in hemen önüne bir koca dağın devrilmesi gibi bir “Ah” iniltisi ile düştü.

Bir saat süren karşılıklı Silah sesleri aniden sustu.

Korkunç bir sessizlik başladı.

“Teslim olun, etrafınız sarıldı”

Bu çağrıların esası köy halkınaydı, onların besledikleri bu gerillaların nasıl teslim olduklarını halka göstererek teşhir etmekti.

“Son kez sizi uyarıyoruz, kaç kişi olduğunuzu biliyoruz. Teslim olun” çağrıları yenilendi.

İsmail öylece gözlerinin önlerinde cansız bedeni duruyordu, Ozan ile Abidin yaralıydılar. Bir birlerine baktılar, gülümsediler “Vakit geldi” dedi Ozan. “

“Vakitsiz geldi ama hoş gelmiş sefalar getirmiş” dedi Abidin.

Ozan ile Abidin kendi aralarında kısa bir konuşma ile vedalaşırken, Kendilerinden önce bu dağlarda özgürlük için dövüşen yoldaşları gelip misafir oldular gözlerine. Şairin dediğini düşündüler ‘ölenler dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler vaktimiz yok onların matemini tutmaya!’

Vermiş oldukları kavganın töresi buydu, ölenlerin üzerine basa basa yürüyerek büyüteceklerdi. Halkların kurtuluşu ancak böyle gerçekleşecekti. Nasıl ki kendilerinden önce ki yoldaşları tereddüt etmeden ölümü kucakladılarsa, ikisi birlikte hazırlandılar ölümsüzlük kervanına doğru.

Karşı dağda en önde kasketli önderleri Kaypakkaya ve onun ardılıları Meral Yakar, Ali Haydar Yıldız, A. M. Çiçek, Baba Erdoğan, Hasan Ben, Barbara, Cüneyt Kahraman… ve diğer tüm yoldaşları göründü. İsmail’e, Ozan ve Abidin’e el sallıyordular.

“gecikmek olmaz” dedi Ozan.

Abidin gülüşleri ile onayladı Ozanı, ikisi aynı anda sarıldılar kalaşinkofun tetiğine.

Ozan ile Abidin’in karşı saldırısıyla Yeniden Burmak köyün vadisi silah gümbürtüsü ile yankılandı. Silah sesleri önce Ovacık, oradan da dersime doğru yayıldı.

Ozan ile Abidin’in “Teslim ol” çağrısına silahla karşılık vermesi ile yüzlerce namlu Ozan ile Abidin’in mevzilendikleri yere kurşun yağdırdı. Lav, Roketatar, Makineli tüfeklerin tek canlının yaşanmayacak hale getirdiler gerillaların mevzilerini.

Silahların sustuğu an, Güneş utandı koşar adım gitti yer kürenin ardına saklandı. Karanlığı aydınlatan Kutup yıldızı geldi Ozan’ın, Abidin’in ve İsmail’in anlından öptü, bağrına aldı “Hoş gelmişsiniz kadim Munzur dağlarının yiğitleri” dedi aldı götürdü ölümsüz kervanına, gökyüzüne.

Bir kamyonetin kasasında saklanarak köyünü terk etmek zorunda kalan Ozan Derman, Yıllar sonra cansız bedenini omuzlarda taşıyan binlerce kişinin “Halk savaşçıları ölümsüzdür” sloganları ile köyüne geri geldi.

Genç bir yaşa koca bir ömrü sığdıran Ozan sadece Aynur ile babası Ali Ekber’in gönlünde değil binlerce kişinin gönlünde taht kurdu.

Üniversiteden Doruklara uzanan koca birer yüreklerdi Ozan ve yoldaşları… Siz rahat uyuyun halkların tahtında… Kavganızı sürdürüyor yoksullardan oluşan açlık ordusu.

 Ali Ekber Derman

 

Önceki İçerikMLKP savaşçısı Sevda Çağdaş Minbic’te ölümsüzleşti
Sonraki İçerikKatliamın sorumlusu kana susamış Erdoğan/AKP iktidarıdır!