Zor efendisi de kölesi de belli tarihsel bir araçtır/Bedrettin Ufuktan

Olgunun varoluş seyri böyleyken, bir kurumsallaşma olarak şiddet, hem reel olarak hem de tarihsel olarak ortadan kalkana kadar; kalmaktaki tek amacının özel mülkiyeti ve ondan türetilmiş tüm ayrıcalıkları korumak ve sömürücü sınıfı hayatta tutmaya koşulmuş bir araç olduğunu bilince çıkarmamayı gerektirir. “Şiddete karşı tutum”un özel mülkiyetin bu genel örgütlülüğünü içermemiş bir tutuma dönüşmesi, onun sonucu olan ve onu ortadan kaldırmakla koşullanmış ezilenlerin savunmasını da burjuva şiddetin kirine bulaştırır. Bu bağlamda, şiddete “genel karşıtlık” argümanı etrafında birleşenler ya tarih bilincinden yoksun olarak kendini yoranlardır, ya da burjuva devletin şiddet ve ölümle eşdeğer rolünün görülmesinde kendi bencil çıkarları yönünden yarar görmeyenlerdir; bu birincisi.

HABER MERKEZİ(10.10.2017)-Tarihte Zor’a başvuran ilk sınıf kimdir sorusunu doğru cevaplamak; tepeden tırnağa şiddet ve katliam silahlarıyla örgütlenmiş bugünkü dünyanın zalimleriyle mazlumlarını ayrıştırmakta önemli bir mihenk taşıdır.

Zor’a zorunluluğun ilk adımı, komünal yaşama yabancılaşmanın da ilk adımıdır. Yaşamsal ürünlerin tedarikinde ihtisaslaşmasıyla, doğaya dayanma, çelişmesinde doğduğu anlaşılan bu “bilinç sıçraması”, ürettikleri üzerinde denetim sağlamak fikrine ulaşan, ürettiklerini onlara ihtiyaç duyandan korumaya götürünce bekçi kişinin ortaya çıkışıyla zorun ve şiddetin ilk görünümü de tarih sahnesine çıkmış oldu. Bekçi, bir şeyi, bir yeri ona ihtiyaç duyanlardan korumak yetkisi ve korumayı başarabilme araçlarıyla donanmış özel mülkiyetin ilk refleksidir. Bekçi, korumakla görevlendirildiği her ne ise, onları ihtiyacı olarak görenlerden koruyacaktı. Böylece onları almaya gelenleri almaktan caydıracak özgünlük de donanım oldu. Taş balta mı, boynuz başlı mızrak mı, her neyse o zamanın saldırı silahlarını kendi türüne karşı kullanmak görevi tarihe yeni bir mesleğin doğuşuna da kapı araladı. Şiddetin ve zorun tarihteki ilk örgütlenmesinin anlaşılabilir okuması budur. Bekçi; zamanla ürünlerin yanı sıra onların üretiminde kolaylaştırıcı rol oynayan üretim araçlarını da koruyan, şiddete yetkili kişi olarak hizmetine girdiklerinin özel mülkiyetçi sınıf niteliğine kanıt oluşturan ilk simgedir. Özel mülkiyetçi sınıfın ilk toplumsal formasyonu köleci, bir sonraki biçimi feodalite ve son üç yüzyıldaki biçimi de kapitalist sistemdir. Çok bilincinde olunmasa da bu formasyona eklenmesi gereken dördüncü ve son biçimi de kapitalizmden komünizme geçişte özel bir biçim alan bürokratik devlet mekanizmasıdır. Bekçinin ortaya çıktığı o günden bugüne gelene dek insanın insana şiddetini içermiş ne var ise onun tek ve yegâne üreticisi, şiddet araçlarıyla donattığı bekçiden başlayarak öldürme yetkisi de dâhil her tür yetkiyi kendi hakkı olarak kutsallaştıran, yasalaştıran ve meşrulaştıran özel mülkiyetçi sömürücü sınıflardır. Zamanla bekçi orduya, mızrak kıtalar arası füzeye, gürz de atom bombasına evirilecek bir gelişme kaydederken bütün bu şiddet araçları ve kurumların hedefi, sömürü ve zulme karşı direnen halklar ve emekçiler oldu. Başka bir ifadeyle şiddet, ilk çıkış olarak özel mülkiyetin sonucu bir ihtiyaçken, giderek bu özel mülkiyetin sürdürülmesinin genel ve kapsamlı bir örgütlülüğüne dönüştü. Devlet denen şey ise şiddetin her dönem en zirve mimarisi olarak var olur.

Olgunun varoluş seyri böyleyken, bir kurumsallaşma olarak şiddet, hem reel olarak hem de tarihsel olarak ortadan kalkana kadar; kalmaktaki tek amacının özel mülkiyeti ve ondan türetilmiş tüm ayrıcalıkları korumak ve sömürücü sınıfı hayatta tutmaya koşulmuş bir araç olduğunu bilince çıkarmamayı gerektirir. “Şiddete karşı tutum”un özel mülkiyetin bu genel örgütlülüğünü içermemiş bir tutuma dönüşmesi, onun sonucu olan ve onu ortadan kaldırmakla koşullanmış ezilenlerin savunmasını da burjuva şiddetin kirine bulaştırır. Bu bağlamda, şiddete “genel karşıtlık” argümanı etrafında birleşenler ya tarih bilincinden yoksun olarak kendini yoranlardır, ya da burjuva devletin şiddet ve ölümle eşdeğer rolünün görülmesinde kendi bencil çıkarları yönünden yarar görmeyenlerdir; bu birincisi.

İkincisi de güncel bağlam olarak, Dersim’de “işbirlikçi” olduğu gerekçesiyle öldürülen bir kişinin durumunu hareket noktası yaparak, sosyal medyada devrimci örgütleri nerdeyse varlık sebebi insan öldürmekmiş gibi gösteren kayda değer yaklaşımlardır. Bu gibilerin bir kesiminin verdiği ana mesajın Dersim coğrafyasındaki gerilla birliklerini halkın hedefi durumuna getirmek olduğu çok açık olsa da, hareket noktalarının muhtemel bir yanlış tutuma dayanmış olması sorunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Ovacık’ta öldürülen kişinin sorumluluğunu üslenen devrimci örgütün bu kişinin işbirlikçiliğine dair gösterdiği “kanıt”ın güçsüzlüğü, benzer durumlarda olduğu gibi, bu olayı da kendi özel hesapları için devrimci örgütlere karşı harekete geçmenin fırsatına dönüştürülmesi şaşırtıcı değildir. Bunlardan hareketle tepkisel davranmak, “pireye kızıp yorgan yakmak”la aynı sonucu verir. Dolayısıyla genelleştirici bir yaklaşımla özel hesaplarına alan açmaya çalışması muhtemel kimi Dersimli “aydının” bu “çığlığını” olduğu gibi okumak en doğru yaklaşımdır. Bu sayede, devrimci örgütlerin kimi pratiklerinin “karşıtından etkilenmesinin” muhtemel iz düşümüne yorumlanacak anlayışlardan arınmana sunulmuş imkân olarak ele alınabilir de.

Devrimin temel mantığı, devrimci bir örgütü, ideolojinin ilkesel kolanlarına ve halkın verili çıkarlarına zarar verecek her tür görüş ve eylemden alıkoyar. Halkın eleştiri ve önerilerine saygı göstermek; halkı dinlemek, halkı eleştiriye özendirmek ve eleştiriyi doğru yöntemlerle yapmalarını öğretmek de devrimci sorumluluktur. Buradan bakıldığında MLKP’nin Ovacık’taki ölümle cezalandırma pratiğine gelen eleştiriyi “eleştirenlerin” niyetinden bağımsız olarak anlamaya çalışmak önemlidir. Hepimizin hafızasında tanımlıdır ki hem devrimcilerin hata yapması hem de özellikle devrimi bir savaş stratejisiyle sürdüren parti ve örgütlerin hatalardan tümüyle kaçınması olanaksızdır. Güvenli yöntem, ilkesel kabul, kaçınamadığı hataları ve engelleyemediği yanlışları kitlerin nezdinde kabullenmek ve hem kendini hem kitleleri bu hatalarının kabulü üzerinden eğitip düşünme tarzını düzeltmektir. Bu olayda da görüldüğü gibi eleştirenler kanıt istiyor. “Kanıt” denen şey ise herkesin kendine yoracağı keyfiyeti tanıyan ve “kanıttır” diyenin de keyfince tanımladığında içinden sıyrılacağı bir şey değildir. Kanıt: Tanımlandığından itibaren başka bir veya birkaç şeyle desteklenmiş, hangi yönden ele alınırsa alınsın yolu her zaman temel iddianın oturduğu yere çıkmaya bağlanmış şeydir. Anlaşılıyor ki Ovacık’taki bu cezalandırma eylemi, ölümü meşru kılacak “kanıttan yoksun” görünmektedir ki pratik, eleştiriyi çağırmakta gecikmemiştir. Bir yargılamada kanıt yoksa iddia, hiçbir devrimci örgütün cezalandırma eylemini sınıf çıkarlarıyla ilişkisi bağlamında meşru kılamaz. Böyle bir durumda ise kimden geldiğine bakılmaksızın eleştiri ve itiraz sadece kaçınılmaz değil, hem doğru hem de sorumluluktur.

Üçüncüsü de şudur; adı ne olursa olsun devrimci örgüt; ajan, işbirlikçi ve ihbarcı suçuna bulaşmış olsalar bile, sosyal konumları itibarıyla objektif olarak çıkarları devrimde tanımlanmış bireylerin halka ihanetini “tanrının fakire eşeğini önce kaybettirip çaresizliğe; sonrada buldurup kendine dua ettirmesi”ndeki felsefenin zemininde değerlendirebilmelidir. Devletin mutlak bir zülüm altında yoksulluk, baskı ve sefalete sürüklediği halk kitlelerinin gerçekliği varken, bunların içinden yaşam güdüsü üzerinden düşürdüğü bireyler olduğunda, ilk akla gelen bu gibilerin yaşamını hedeflemek olmamalıdır. Bu, doğru bir yöntem değildir. Devrimciler sosyal konumu ne olursa olsun, ajan, işbirlikçi ve ihbarcı olduklarını ortaya çıkardığı kişilerin bu ihanetini halkın çocuklarının katledilmesine varan bir merhaleye aracılık mertebesine ulaştırmamışlarsa bu gibileri teşhir tecrit ve denetimle bu suçtan alıkoymalıdır. Bu yöntem devrimcilerle karşı devrimcilerin ihanete yaklaşımda temel ayrım noktasıdır. Tıpkı gerillanın savaşta esir aldığı askerleri yaşatması, esaretleri süresince de saygıdeğer misafir olarak ağırlamasına karşın, devletin yaralıyı veya esiri infaz etmesi, yetmedi cesetlerine bile işkence yapmasındaki ayrım çizgisi gibi, bu da bir ilke sorunudur.  

 

Önceki İçerikDünyayı değiştirme eyleminde ilkeli duruş elzemdir/Perspektif
Sonraki İçerikBarzani’nin asıl sınavı nedir?/Bakış Can